Dün gece oturdum düşündüm azcık sizlerden gelen mesajlar üzerine. Sonra da bugün bu yazıyı yayımlamaya karar verdim. Evet sevgili dostlar sizden gelen mesajlar genel olarak karşılaştığım bi kaç soru tipi kalıplaşmaya başladı artık. Bunlar mesela "neden aşk üzerine yazmıyorsun?", "aşkı konu edindiğin hiç bir yazın yok neden?", "bir metinde aşk üzerine yazmanı rica ediyorum yazar mısın?" ve bunun gibi uzayıp gidebilen aynı konulu sorular.
Bunlardan en çok ilgimi çekenlerden biri de benden yaşça büyük bir hocamın yazdığı (hocam diyorum zira kendisi felsefe öğretmeniymiş yazdığı bilgiler arasında bu) şu oldu "Kızım ben ...okulunda felsefe öğretmeniyim. Bir öğrencimin önerisiyle yazılarını takip etmeye başladım. Genel olarak yaşın itibariyle hep aşk meşk üzerine yazılı yazılar bekliyordum ama hiç bir aşka yahut kişiye hitap eden bir yazı bulamadım. (övgüleri attım arkadaşlar, sağolsun hocamız) Aşkı daha önce bir çok kişiden okudum ama birde senin kaleminden okumak isterim. Yazarsan beni çok mutlu edersin." Tabi bundan sonra boynumuzun borcu oldu.
Önce nedenden başlayalım: arkadaşlar aşkın anlatılabilcek bir kavram olmadığına inanlardanım. Aynı zamanda aşkı yaşamamış bir insan aşkı yazamaz anlatamaz diye bilirim. Birde ben hiç aşık olmadım. Zirâ doğduğumda zaten aşıktım. Ben babama aşıktım. Kendimi bildim bileli tek aşkım o oldu. Bu sizin bildiğiniz aşk değil ama bu başka aşk. Onu karıştırmıyorum şimdi.
Aşkın tanımı yoktur, yapılamaz. Çünkü herkese göre farklıdır aşk. Peki nedir aşk?
Zaman geçerken aşkı getirir. Aşk birbirini tamamlamaktır.
Şimdi ben kitaplardan öğrendiğim aşk ile yazacağım sizlere:
"Âlem bir aşk için yaratılmış ve aşk imiş her ne var ise
âlemde…"
Evet tam da böyle, sözde geçtiği gibi bütünüyle aşk, her
şeyi ile aşk ile dolu her yanımız. Bizi süründüren de o, geceleri göz yaşı
döktüren de o. İnsanın içini parçalayan, sızlatan o. Özünde 3 harf, tek hece ama şiddeti, etkisi,
bize ettikleri… Varın hesaplayın neleri ama neleri yaptırdığını.
Bir kitabı okudum, o kadar etkileyici ve bağlayıcı idi ki
her şeyi yeniden düşündüm; tekrar tekrar okudum can alıcı cümleleri. Aslında
söylediğimi, düşündüğümü yazar söylemişti, hiçbir tamlamaya ihtiyacı yoktu
diyordu yazar şöyle birkaç mısra ile:
“ ‘AŞK’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.Başlı
başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde da da
dışındasındır, hasretinde..” (Elif Şafak, Aşk)
İşte böyleydi sözleri yazarın, başlı başına bir dünyaydı
aşk, acısı tatlısı, hüznü neşesi, azmi, hırsı, gururu daha birçok şeyi ile bir
dünya… Niceleri neler yapmadı ki aşk ile… Aşk ile…
Kitabı okuduktan sonra aşk deyince artık sadece Leyla-Mecnun
aşkını düşünmemeye başladım, Mevlana ve Şems o kadar bir aşkla sohbet ediyordu
ki gözümde canlandırdım, aşklarını bölmek istemedim, tanıklık ettim, izledim,
gün geçtikçe artan, kabaran bir aşkı gördüm kitapta Mevlana-Şems manevi
boyutuydu aşkın, dünyevi olan, maddi olan aşk Ella-Aziz Zahara arsında
geçiyordu veya Kimya’nın Şems’e karşı beslediği, günden güne artan, yılmadan
süren, içinde kabaran aşkı.
Aşkın artması… Bunu görünce çok defa düşündüm, okuruz,
yaşarız yeri zamanı gelince. Senelerce yaşayıp aşık olmadan mezara giren yok
gibidir ve aşık olunca her geçen gün büyüttüğü aşkı kabarıp artmayan da tabi,
oysa Eflatun aşk için şöyle der: ” Doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez bir
güzellik.” Böyle tarif eder aşkı oysa kitabı okuduktan sonra düşünüyorum da
birçok noktasını iyi tarif etmiş ama artmaz kısmında yanılmış gibi. Şems ve Mevlana okudukça, konuştukça, daha
fazla birbirine aşk besliyorlardı, ortak bir şeye canı gönülden aşk vardı çünkü
‘Yaradan’dı o . O’na olan aşk, onları birbirine böyle kenetliyordu, aşk günden
güne artıyordu, bu bir tarafıydı diğer taraftan artmasa hiç koca Sinan
Selimiye’yi yapabilir miydi? Onun bir öncesi vardı, o aşkın bir öncesi artarak
ona Selimiye’yi yaptırmıştı, ya da Tac Mahal’i yapabilir miydi Şah Cihan,
Arcüment Banu için?
‘’İşte, kabarır, coşar, aşk yürekte, ilk günkü gibi olmaz
hiçbir şey, olsa da adı aşk olmaz herhalde. İştahla yemek yerken hatırlayıp
sevileni, yemek boğazda düğümleniyorsa, derin uykularda görülen rüyadan sonra
bir daha uyku girmiyorsa gözlere, can alıcı bir sohbetin tam ortasındaki bir
kelime, bir cümle ne dediğini bilmezleştiriyorsa insanı, işte odur aşk.’’
Belki daha fazlası, yeri gelince ağlamayı hatta ölmeyi
gerektirir. Şems de Mevlana’ya böyle diyordu aslında, evet ölmeyi.
Bu da bir parçasıydı aşkın. Başlı başına dünya idi çünkü
yola çıkarken bunu kabul etmiştik yoksa yolcu sayılmazdık; aşk ile dolu bir
yolcu olmazdık. Herkes için aşk tabii ki farklıydı, kimileri yok olmayı sevgili
için yapabilirken, herkes böyle yapamazdı. Çok sevmek çok büyük olmayı
gerektirirdi aslında, zamanı gelince yüreğinde o sevgi ile gitmeyi başka hiçbir
sevgi, kıvılcım dahi koymadan yüreğe başkasına ait bir kıvılcım dahi…
Sadece yürek ile de değildi demek ki, bütün bedeniyle âşık
olmaktı bir şeyleri yapmak için, yoksa şairin dediği gibi: ‘’Aşkları da devralırdı, kalp nakli
yaptıranlar.’’
İş yürekte bitmezdi ki sadece, yürekli olabilmeliydi âşık
tüm bedeni ile, ipeğin bekası için, ipek böceğinin ölmesi ancak tüm beden ile
yürekli olmakla olurdu.
İşte nereden nereye… Elif Şafak’ın yaptığı gibi 13.
yüzyıldandan 21. yüzyıla…
Şems-Mevlana aşkından 21 yy. Ella- Aziz Zahara aşkına yani,
günümüzün görüntü itibari ile hoş görünen ama içi boş, sevgi hariç diğer bütün
zerzevat ile doldurulan aşkı üzerine…
Malum ben de 21. yy. demir attım, el mahkûm yani böyle de
devam edecek sihirli bir el yüzlerce yıl geriye götürmediği sürece. Okuyup
öğrendikçe eski zamanları, eski aşkları ne kadar gerisinde kalmışız diyorum
çaresiz şekilde. Belki beni oturup konuştuğunuzda “Nerdeee o eski bayramlar”
diyen yaşlı bir amcaya benzetebilirsiniz, garipseyebilirsiniz ama emin olun her
şey eskide kalmış üstüne eklediğimiz bir şey yok aksine, her geçen gün olanları
da eksiltmekten başka…
Şimdi tarifi de, anlamı da, sınırları da mutasyona uğramış
bir şey olmuş aşk. Yine belki diyebilirsiniz bana “üç harf, tek hece yine
öylece duruyor” diye ama yanılırsınız, hem de Eflatun’un yanılgısının çok da
üstünde…
İnsanlara artık sorulduğunda eskiden çok farklı bir tanım
alırsınız, kimse Mecnun gibi söylemez size Leyla’sını öyle anlatmaz. Aşk
deyince şimdi, sarılma, öpme oldu tanımı.
Eskiler “aşk bakmakla güzelleşir, konuşmakla zenginleşir,
dokunmakla bozulur” derdi. Belki çok abartılı gelir bize ama ne yazık ki,
güzelleştirmeden, zenginleştirmeden aşkı bozduk…
Hem de
“Ben sana aşığım bilemezsin,
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum…”
diyemedik bir kere.
Dedim ya bunlar güzelleştirme, zenginleştirme adınaydı biz yapamadık,
bunları katamadık. Biraz güzelleştirmek için çaba sarf edemedik, eskilerin
çektiği çileyi zere kadar çekmedik, onlar gibi pervane ( gece kelebeği)
olamadık hiç.
Pervanenin ışığa yaklaşıp yanması gibi, onlarda yanmasına
rağmen yandıkça sevgiliye yaklaşırdı. Mecnun deli olurdu Leyla için; Ferhat,
Şirin için dağları delerdi, yanardı çoğu zaman pervane gibi ama şikâyet etmezdi
aksine daha fazla yanmaya razıydı. Niye bu hale geldik? “Aşk sarmaşığına
sarılamadık, sarmaşık sardığı ağacı içten içe kurutur, yok eder, aşk da insanı
sararsa aynı etkiye gösterir” diyemez hale geldik.
Leyla-Mecnun, Ferhat-Şirin, Şems-Mevlana ve niceleri geride
kaldı, biz yaşayamaz hale geldik; yaşamaya kalkışmadık bile, aslında komik
geldi belki de bize ya da olağanüstü algıladık.
Kıza sorsak “Mecnun yok ki, ben Leyla olayım” der; erkek ise
“Leyla yok ki Mecnun olayım…”
Yok, yok inkâr etmeye gerek yok besbelli biz bu hale
getirdik…
Söylenecek tek cümle kaldı bize: Aşkı öldürdük ey halkım
unutma bizi…
Benden bu kadar kalınız sağlıcakla.