28 Şubat 2013 Perşembe

Aşk Birbirini Tamamlamaktır


Dün gece oturdum düşündüm azcık sizlerden gelen mesajlar üzerine. Sonra da bugün bu yazıyı yayımlamaya karar verdim. Evet sevgili dostlar sizden gelen mesajlar genel olarak karşılaştığım bi kaç soru tipi kalıplaşmaya başladı artık. Bunlar mesela "neden aşk üzerine yazmıyorsun?", "aşkı konu edindiğin hiç bir yazın yok neden?", "bir metinde aşk üzerine yazmanı rica ediyorum yazar mısın?" ve bunun gibi uzayıp gidebilen aynı konulu sorular. 
Bunlardan en çok ilgimi çekenlerden biri de benden yaşça büyük bir hocamın yazdığı (hocam diyorum zira kendisi felsefe öğretmeniymiş yazdığı bilgiler arasında bu) şu oldu "Kızım ben ...okulunda felsefe öğretmeniyim. Bir öğrencimin önerisiyle yazılarını takip etmeye başladım. Genel olarak yaşın itibariyle hep aşk meşk üzerine yazılı yazılar bekliyordum ama hiç bir aşka yahut kişiye hitap eden bir yazı bulamadım. (övgüleri attım arkadaşlar, sağolsun hocamız) Aşkı daha önce bir çok kişiden okudum ama birde senin kaleminden okumak isterim. Yazarsan beni çok mutlu edersin." Tabi bundan sonra boynumuzun borcu oldu.
Önce nedenden başlayalım: arkadaşlar aşkın anlatılabilcek bir kavram olmadığına inanlardanım. Aynı zamanda aşkı yaşamamış bir insan aşkı yazamaz anlatamaz diye bilirim. Birde ben hiç aşık olmadım. Zirâ doğduğumda zaten aşıktım. Ben babama aşıktım. Kendimi bildim bileli tek aşkım o oldu. Bu sizin bildiğiniz aşk değil ama bu başka aşk. Onu karıştırmıyorum şimdi.
Aşkın tanımı yoktur, yapılamaz. Çünkü herkese göre farklıdır aşk. Peki nedir aşk? 
Yıllardır dillerde dolaşır bu kelime. Aşk nedir diye sordunuz mu kendinize? Aşk iki kalbin birlikte atması demektir. Hayattaki en güzel duygudur. Aşk ilk önce gözlerle yaşanır. Sonra kalpte karışık bir duygu oluşur. İşte o zaman aşk başlıyor demektir. İnsan bu duygu içerisinde kendine bile hükmedemez. Tek düşündüğü âşık olduğu insandır. Bir insanın karanlık dünyasını aydınlatan, renklendiren tek şeydir aşk. 
Zaman geçerken aşkı getirir. Aşk birbirini tamamlamaktır.
Şimdi ben kitaplardan öğrendiğim aşk ile yazacağım sizlere:
"Âlem bir aşk için yaratılmış ve aşk imiş her ne var ise âlemde…"
Evet tam da böyle, sözde geçtiği gibi bütünüyle aşk, her şeyi ile aşk ile dolu her yanımız. Bizi süründüren de o, geceleri göz yaşı döktüren de o. İnsanın içini parçalayan, sızlatan o.  Özünde 3 harf, tek hece ama şiddeti, etkisi, bize ettikleri… Varın hesaplayın neleri ama neleri yaptırdığını.
Bir kitabı okudum, o kadar etkileyici ve bağlayıcı idi ki her şeyi yeniden düşündüm; tekrar tekrar okudum can alıcı cümleleri. Aslında söylediğimi, düşündüğümü yazar söylemişti, hiçbir tamlamaya ihtiyacı yoktu diyordu yazar şöyle birkaç mısra ile:
“ ‘AŞK’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde da da dışındasındır, hasretinde..” (Elif Şafak, Aşk)
İşte böyleydi sözleri yazarın, başlı başına bir dünyaydı aşk, acısı tatlısı, hüznü neşesi, azmi, hırsı, gururu daha birçok şeyi ile bir dünya… Niceleri neler yapmadı ki aşk ile… Aşk ile…
Kitabı okuduktan sonra aşk deyince artık sadece Leyla-Mecnun aşkını düşünmemeye başladım, Mevlana ve Şems o kadar bir aşkla sohbet ediyordu ki gözümde canlandırdım, aşklarını bölmek istemedim, tanıklık ettim, izledim, gün geçtikçe artan, kabaran bir aşkı gördüm kitapta Mevlana-Şems manevi boyutuydu aşkın, dünyevi olan, maddi olan aşk Ella-Aziz Zahara arsında geçiyordu veya Kimya’nın Şems’e karşı beslediği, günden güne artan, yılmadan süren, içinde kabaran aşkı.
Aşkın artması… Bunu görünce çok defa düşündüm, okuruz, yaşarız yeri zamanı gelince. Senelerce yaşayıp aşık olmadan mezara giren yok gibidir ve aşık olunca her geçen gün büyüttüğü aşkı kabarıp artmayan da tabi, oysa Eflatun aşk için şöyle der: ” Doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez bir güzellik.” Böyle tarif eder aşkı oysa kitabı okuduktan sonra düşünüyorum da birçok noktasını iyi tarif etmiş ama artmaz kısmında yanılmış gibi.  Şems ve Mevlana okudukça, konuştukça, daha fazla birbirine aşk besliyorlardı, ortak bir şeye canı gönülden aşk vardı çünkü ‘Yaradan’dı o . O’na olan aşk, onları birbirine böyle kenetliyordu, aşk günden güne artıyordu, bu bir tarafıydı diğer taraftan artmasa hiç koca Sinan Selimiye’yi yapabilir miydi? Onun bir öncesi vardı, o aşkın bir öncesi artarak ona Selimiye’yi yaptırmıştı, ya da Tac Mahal’i yapabilir miydi Şah Cihan, Arcüment Banu için?
‘’İşte, kabarır, coşar, aşk yürekte, ilk günkü gibi olmaz hiçbir şey, olsa da adı aşk olmaz herhalde. İştahla yemek yerken hatırlayıp sevileni, yemek boğazda düğümleniyorsa, derin uykularda görülen rüyadan sonra bir daha uyku girmiyorsa gözlere, can alıcı bir sohbetin tam ortasındaki bir kelime, bir cümle ne dediğini bilmezleştiriyorsa insanı, işte odur aşk.’’
Belki daha fazlası, yeri gelince ağlamayı hatta ölmeyi gerektirir. Şems de Mevlana’ya böyle diyordu aslında, evet ölmeyi.
Bu da bir parçasıydı aşkın. Başlı başına dünya idi çünkü yola çıkarken bunu kabul etmiştik yoksa yolcu sayılmazdık; aşk ile dolu bir yolcu olmazdık. Herkes için aşk tabii ki farklıydı, kimileri yok olmayı sevgili için yapabilirken, herkes böyle yapamazdı. Çok sevmek çok büyük olmayı gerektirirdi aslında, zamanı gelince yüreğinde o sevgi ile gitmeyi başka hiçbir sevgi, kıvılcım dahi koymadan yüreğe başkasına ait bir kıvılcım dahi…
Sadece yürek ile de değildi demek ki, bütün bedeniyle âşık olmaktı bir şeyleri yapmak için, yoksa şairin dediği   gibi: ‘’Aşkları da devralırdı, kalp nakli yaptıranlar.’’
İş yürekte bitmezdi ki sadece, yürekli olabilmeliydi âşık tüm bedeni ile, ipeğin bekası için, ipek böceğinin ölmesi ancak tüm beden ile yürekli olmakla olurdu.
İşte nereden nereye… Elif Şafak’ın yaptığı gibi 13. yüzyıldandan 21. yüzyıla…
Şems-Mevlana aşkından 21 yy. Ella- Aziz Zahara aşkına yani, günümüzün görüntü itibari ile hoş görünen ama içi boş, sevgi hariç diğer bütün zerzevat ile doldurulan aşkı üzerine…
Malum ben de 21. yy. demir attım, el mahkûm yani böyle de devam edecek sihirli bir el yüzlerce yıl geriye götürmediği sürece. Okuyup öğrendikçe eski zamanları, eski aşkları ne kadar gerisinde kalmışız diyorum çaresiz şekilde. Belki beni oturup konuştuğunuzda “Nerdeee o eski bayramlar” diyen yaşlı bir amcaya benzetebilirsiniz, garipseyebilirsiniz ama emin olun her şey eskide kalmış üstüne eklediğimiz bir şey yok aksine, her geçen gün olanları da eksiltmekten başka…
Şimdi tarifi de, anlamı da, sınırları da mutasyona uğramış bir şey olmuş aşk. Yine belki diyebilirsiniz bana “üç harf, tek hece yine öylece duruyor” diye ama yanılırsınız, hem de Eflatun’un yanılgısının çok da üstünde…
İnsanlara artık sorulduğunda eskiden çok farklı bir tanım alırsınız, kimse Mecnun gibi söylemez size Leyla’sını öyle anlatmaz. Aşk deyince şimdi, sarılma, öpme oldu tanımı.
Eskiler “aşk bakmakla güzelleşir, konuşmakla zenginleşir, dokunmakla bozulur” derdi. Belki çok abartılı gelir bize ama ne yazık ki, güzelleştirmeden, zenginleştirmeden aşkı bozduk…
Hem de
“Ben sana aşığım bilemezsin,
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum…”
diyemedik bir kere.  Dedim ya bunlar güzelleştirme, zenginleştirme adınaydı biz yapamadık, bunları katamadık. Biraz güzelleştirmek için çaba sarf edemedik, eskilerin çektiği çileyi zere kadar çekmedik, onlar gibi pervane ( gece kelebeği) olamadık hiç.
Pervanenin ışığa yaklaşıp yanması gibi, onlarda yanmasına rağmen yandıkça sevgiliye yaklaşırdı. Mecnun deli olurdu Leyla için; Ferhat, Şirin için dağları delerdi, yanardı çoğu zaman pervane gibi ama şikâyet etmezdi aksine daha fazla yanmaya razıydı. Niye bu hale geldik? “Aşk sarmaşığına sarılamadık, sarmaşık sardığı ağacı içten içe kurutur, yok eder, aşk da insanı sararsa aynı etkiye gösterir” diyemez hale geldik.
Leyla-Mecnun, Ferhat-Şirin, Şems-Mevlana ve niceleri geride kaldı, biz yaşayamaz hale geldik; yaşamaya kalkışmadık bile, aslında komik geldi belki de bize ya da olağanüstü algıladık.
Kıza sorsak “Mecnun yok ki, ben Leyla olayım” der; erkek ise “Leyla yok ki Mecnun olayım…”
Yok, yok inkâr etmeye gerek yok besbelli biz bu hale getirdik…
Söylenecek tek cümle kaldı bize: Aşkı öldürdük ey halkım unutma bizi…
Benden bu kadar kalınız sağlıcakla.

26 Şubat 2013 Salı

Ansaneni Do Cğala



Merhabalar arkadaşlar, bugün sizinle Mavi Gözlü Asi Dev'in çok sevdiğim bi şiirinin kendi yaptığım çevirisini paylaşmak istiyorum. Umarım beğenirsiniz. Kalınız sağlıcakla. :)

"Handğa ma cezurinu, bia ti handğa.
Çkimi nena, nena donwalu; çxiroba aqopumu.
İni ovapu dixa, kva ini ovapu.
Mendra xolos oğodu gza in ovapu.

Odvalu skani toli, onciru handğa.
İri ğari olumcu.
İni ovapu butka, qa ini ovapu.
Obaru oçordu ixi ini ovapu.

Andaseni ma si muzma ogoru;
Si do olimbera dobadu ogoru.
Çumani ogoru; ansaneni do cğala,
Omordu ogoru çona çere.

Mera ela oziru oti ma bia ti handğa.
Çkimi nena, nena donwalu; çxiroba aqopumu.
İni ovapu dixa, kva ini ovapu.
Mendra xolos oğodu gza in ovapu.

Odvalu skani toli, onciru handğa.
İri ğari olumcu.
İni ovapu butka, qa ini ovapu.
Obaru oçordu ixi ini ovapu.

Andaseni ma si muzma ogoru;
Si do olimbera dobadu ogoru.
Çumani ogoru; ansaneni do cğala,
Omordu ogoru çona çere."


Cğala toli ansaneni divi, oşinu..



22 Şubat 2013 Cuma

Ben Kötü Biri Değilim


 Senelerdir aslında hiç fark etmeden kocaman mecburiyetler biriktirdim. Sonra da kopamadım hiç birinden, kimse kırılmasın, üzülmesin istedim. Üzerine devamlı eklendikçe daha da zor geldi günler. Bir çok şey geldi geçti ve aynı kalan hiç olmadı. Bazen istemeden yalan söyledim, bazen isteyerek doğruyu seçmedim. Bazen kırdım, bazen kırıldım. Bazen üzdüm, bazen üzüldüm. Seçtiklerimiz mi bunlar? Seçtiklerimiz evet. Kırmakta, acıtmakta. Bunlar bencilce, bunlar kötülük. Ama durup konuşunca kendimle; aslında ben kötü biri değilim. Hatta hiç kötü biri değilim. 
Hep içimden geldiği gibi yaşadığımı söyledim nitekim hep de öyle yaşadım; elimden geldiğince. Aslında çoğu zaman ben içimde neler biriktirdim bunları kimse bilmedi tabi. Bilsin de istemedim. Üzerine eklendikçe daha da acıttı olan tüm dertler. Ama hiç yılmadım, vazgeçmedim. kimseye yakınmadım ve hep güçlü oldum, güçlü kaldım. 
Mutlu sansınlar istedim elimden geldikçe hep mutlu oldum ve gülüşümü hiç kaybetmedim. Bazen üzüntümü gizledim. Kimse bilsin istemedim. Bu konuda hep bencil oldum. Ama konuşunca kendimle aslında ben kötü biri değilim. 
Kaç kez başa döndüm hiç saymadım, saymakla da uğraşmadım. Bu benim sıfırı kaçıncı tüketişim diyip de hiç üzülmedim. Bilen biliyor ya ben bazen hiç mutlu değildim.
Benden önce söylenmiş sözlerin haklılığına kızdığım oldu zamanında yalan değil ama inandığımda. Ömrümde her şarkı bana başka bı kapı açtı. 
Çok zor günler geçirdim vaktiyle her insan gibi. Nefret ettiğim, öldürmek istediğim olmadı diyemem yalan. 
Seçtiğimiz hayatlar mı bunlar? Seçtiklerimiz mi? Bunca yokluk, bunca kırıklık, bunca acı.. 
Seçtiklerimiz evet!
Hayat bu; çoktan seçmeli. Bazı noktalarsa bi dönem ödevi. 
Bir şarkı tuttum bazen, bir kapı açtım yeniden. Çok canım yanıyordu bazen gördüklerimden ve göreceklerimden. Benim kanayan dizlerim yoktu hayatta bi tek; benim de kanattıklarım vardı elbet. Şimdi dönüp baktığımda geriye ezdigim kumlar ve geçtigim yollar hala gölgemi taşıyorlar.Yani demem o ki elbet bende yaşımca çok zor günler geçirdim vaktiyle.
Bu şarkı sadece benimdi. Ve ben hep büyük bahçeler istemiştim. Tüm sevdiklerimi içine koyabileceğim bi bahçe kurmuştum kendimce. O bahçe giderek büyüyor. Bazen eksiliyor bazen çoğalıyor. 

Velhasıl son günlerde de dilime epeyce dolandığı gibi şarkının: 
"Ben kötü biri değilim. Sadece sessizliği bilirim.
Kaç kelime kaldı ki içimde bana ait iyiye dair.
Ben kötü biri değilim. Sadece sessizliği bilirim.
İnanki çok kelime bulurum içimde bana ait iyiye dair."
Kalınız sağlıcakla ve sevdikceklerinizle. Biz kötü birileri değiliz :)

Depresyon

 

Bizim devirde depresyona girmek ata sporudur. Her ergen mutlaka depresyona girer. Kendisini odaya kapatır, kimseyi görmek istemediğini söyler. Sizinle geçenlerde başıma gelen bir anımı paylaşmak istiyorum:
Kuzenim İlknur da depresyona girmiş. Bu durumlarda aile hemen aynı yaş grubundan güvenilir bir kız çağrılır Maalesef İlknur ile yaşlarımız çok yakın.

"-Haticecim, İlknur biraz üzgün de bir konuşsan derdini öğrensen.
-Hala, demek insanlar böyle böyle kadın programı sunucusu oluyorlar. Kuzen, kardeş dinleye dinleye. Ama ben doktor olmak istiyorum. Hasta gelsin 'Neyiniz var' diyeyim. O da bana karnının ağrıdığını söylesin, ilacını alıp gitsin istiyorum. Elle tutulur gözle görülür sorunları dinleyeyim istiyorum. 'Aman ne bileyim içim daralıyor işte' gibi çözümü zor problem istemiyorum. Geleceğimle oynamayın, ben 'Sabah Sabah Haticece'yi sunmak istemiyorum."

Konuşmalarım faydasızdı. İlknur ile konuşacaktım. Onun olmayan derdini kendine dert edişini dinleyecektim. Yani iyi maaşlı babaya, anlayışlı anneye ve hiç kardeşsiz bir aileye sahip olmanın verdiği rahatlığı kendine sorun etmesini... Durumun bence tek açıklaması şuydu: Bu kıza rahat batmış.
İlk hedefim kapıyı açmasını sağlamak..

"- Kuzen ben geldim aç kapıyı.
 - Kimseyi görmek istemiyorum.
 - Hadi ordan şimdi Brad Pitt gelse görmek istemez misin?
 - Ama o gelmedi.
 - Tamam İlknurcum kaparsın gözlerini, beni görmezsin.
 - Hatice beni benimle bırak.
 - Ama sen seninle hiç anlayamıyorsun ki. Yine sen sana küstün, ben de sizi barıştırmaya geldim."

Yarım saatlik yalvarmalarımın sonucunda içeri girebildim. Bir yarım saat de "Of of yalan dünya!" tadında iç çekişlerini dinledim. Sanırım bir yarım saat daha kalırsam beni alıp Bakırköy'deki düşünen adam heykelinin yanına koyacaklardı.

"- İlknur, halam seni merak ediyor. Niye böyle yapıyorsun?
 - Kimse beni anlamıyor.
 - Çünkü kimsede seni anlayabilecek zeka kapasitesi yok. Belki Einstein yaşasaydı bize yardımcı olabilirdi.
 - Biliyor musun bazen başımı alıp gidesim geliyor.
 - Başını bırakıp gidemezsin ki zaten, mecbur onu da götüreceksin.
 - Hatice sence ben biraz kaprisli miyim?
 'Biraz değil çok kaprislisin.Hem kaprislisin hem imkansızsın. Seninle konuşurken beyin hücrelerimin tek tek öldüğünü hissediyorum. (demiyorum tabi)'
 - Yok canım bu yaşlarda olur bazen. Hep o hormonlardan, her gençte olur zaman zaman.
 - Gerçekten mi? Sende boşluğa düşüyor musun?
 - Tabii.
 - Bağırmak isteyipte sesinin fısıltıyla çıktığı oluyor mu?
 - Yanii eh.
 - Her gece rüyalarında yere çakıldığın, birilerini boğazlamak istediğin..
 - Abartma İlknur. Neyse peki tüm bu salaklıkların pardon yani belirtilerin bir nedeni var mı?
 - Var.
 - En azından bir sebebi varmış.
 - Yaşamak istemiyorum ben.
 - Bende İlknur. Bu kapıdan girdiğimden beri ben de istemiyorum.
(İlknur'un düzeleceği yok ben de çivi çiviyi söker diyen atalarımızın sözünü dinliyorum ve veriyorum odunu:)
 - Evet İlknur ben seni dinledim biraz da sen benim dertlerimi dinle.
 - Dert mi?
 - Sorma İlknur, hayat anlamsızlaşıyor her yer siyaha boyanıyor, of of kuzen içim daralıyor. Neden ben neden?
 - Hatice iyi misin?
 - Değilim. Lütfen çıkar mısın İlknur. Yalnız bırak beni, kimseyi görmek istemiyorum.
 - Ama burası benim odam. Hem kuzen hayat çok güzel, bak bahar da geliyor. Gel dışları çıkalım. Ilık rüzgar vursun yüzümüze.
 - O ılık rüzgar bıçak olur keser yüzümü.
 - Ne olur benim hatırım için. Hadi giyineyim çıkalım."

Ben bu kızın derdini anladım. Derdi, bir derdinin olmaması. Ben başına dert olunca hemen kendine geldi.
Umarım ilerde erkek evladım olur. Kızların bu duygusallığıyla uğraşmak zor. Her zaman benim gibi kuzen nerden bulacağım.
Benim bu, ergen kuzenleri depresyondan çıkarma seanslarındaki başarım çevrede hemen duyulmuş olacak ki, geçen gün de komşumuz bize geldi. Sebebi ziyaretleri beni evlerine götürmek.
Annem "Kızı seni özlemiş git biraz zaman geçirin işte" diye giriş yaptığı konuşmasını "Ne diyorsam onu yap, sinirlendirme beni" tonuna dönüştürerek sürdürünce gitmeye kendi rızamla(!) ikna oldum.
Komşuya vardığımda kızı Rabia'nın insandan, tek başına yaşayan bir canlıya dönüştüğünü gördüm.
O an aldatılmış ve kullanılmış olduğumu anladım.
Önüme bir çay bile konulmadan kızın odasına neredeyse arkadan iteklemelerle götürüldüm.
"Hadi kızım arkadaşlık edin, güzel güzel konuşun" sempatisinde bir de konuşma...
Artık o korku odasındayım. Yüzüne gözüne kara kalem çalışması yapmış gotik komşu kızı karşımda. İçimden Felak, Nas okuya okuya yanına gittim:

"- Rabia.
 - Gel otur dostum.
 - Gel ne olursan ol gel, diye de bir söz var ama.."
 - Bu yalan dünyanı yalan insanlarının yalan suretlerinden, yılan dillerinden, yılmış birini ziyarete mi geldin?
 - Kız bu ne, rap mı yoksa yeni bi tekerleme çalışması mı?
(İki saatlik isyanın ardından ben artık hayattan bezmiş insanımsı bir canlıya dönüştüm. Neyse ki buna değdi ve sorunlara geçebildik. Daha doğrusu onun en yakın arkadaşının sorunlarına.)
 - Ya benim bir arkadaşım var.
 - Eee?
 - İşte bu arkadaş çok mutsuz.
 - Hayırdır nesi varmış?
 - Sivilceleri var, siyah noktaları var, diş teli var.. Daha neyi olsun. Hay lanet olsun!
 - Lanet okuma ya ben şu ecinnilerin aramızdan ayrılması için dua ediyorum. Daha da çağırma."

Neyse ki bir saate yakın bir konuşmanın ardından bu ergenimiz de hayata kazandırılmış oldu. Vatana millete hayırlı olsun. Ben anlamadım ben mi anormal bir çocuktum, yoksa şimdikiler mi anormal.

https://www.youtube.com/watch?v=xNS4rddvWOE

19 Şubat 2013 Salı

Öğretilmiş Paylaşılmışlık


Bazı şeyleri paylaşmayı sevmezsin hani. İşte bende insan paylaşmayı sevmem. Odamı paylaşabilirim, kıyafetlerimi paylaşabilirim, dergilerimi paylaşırım; çikolatamı, çayımı, kahvemi hatta ve hatta kitaplarımı bile paylaşabilirim. Velhasıl gel gör ki insan paylaşmayı hiç sevmem, istemem. Ama  hep paylaşmayı sevmeyeceklerimi paylaşmak durumunda kaldım.
Mesela annemi babamı paylaşmak istemedim hiç; onları kardeşlerimle paylaştım. Mesela kardeşlerimi paylaşmak istemedim; arkadaşlarıyla paylaştım. Mesela bazı hocalarımı; Hamdullah Hocamı, Fatma Hocamı, Ali Hocamı; onları tüm sınıfla hatta okulla tüm öğrencileriyle paylaşmak zorunda kaldım.. Yada doktorum Tolga Hocayı; onu da tüm hastalarıyla paylaştım. Bir de seni paylaşmak istememiştim. Rüzgarla konuşan adam, bir de seni..
Bir çok şehir gezdim şimdiye kadar. Çok yol geçti ayaklarımdan. Onca şehir gezdim ama dörde bölündüm kaldım esasında. Bir yanım memleketimde daima diğer sevdiceklerimle; bir yanım Ankara'da. Diğer yanımsa İzmir'de kaldı. Kalanımla bense İstanbul'da. İstanbul bir yalan; söylenenlere inanma.
Sen İzmirim; sıcakken soğukmuşsun oralarda. Şimdi yine İzmir yolcususun gönlüm. Paylaşmak zor seni koskoca bir şehirle rüzgarla konuşan adam. Mecburiyet ayrı safhada. Hani sen dönünce daha güçlü hissediyorum ya kendimi ben. Hani sen beni kollardın. Sen yanımdayken derdim tasam olmazdı. İçim dökmek sana kolaydı. Şimdi gidiyorsun yine. Gelişinle gidiyorsun. Oysa hani bırakmazdın sen hiç beni?
Ben İstanbul'da, sen İzmir, reva mı iki gözüm. Bana sen lazımsın kezâ yoksun.
Olsun biliyorumki aslında hep yanımdasın gözlerimi kapadığımda görebileceğim kadar. Yokluğunda çok kitap okudum. Okumaya verdim hep kendimi; hiç boş kalmadım oda alışkanlık oldu seninki gibi. Bu yanımda olmama durumun canımı çok sıkıyor.
Kabul ediyorurm bencilim konu sevdiklerim olunca. Elimde değil. Sen kal istiyorum hiç gitme. Olmuyor tabi.
Sonra baktım paylaşmak istemediğim canlı kanlı her şeyi paylaşıyorum bende hayali olanları seçtim benimle kalsınlar diye. Mesela Casablanca'daki Rick'i, yada Uzun Hikaye'deki Ali'yi, Piraye'yi ama gel gör ki oda olmadı. Şimdi şarkılar var ama onları paylaşmakta güzel; benim yerime konuşuyorlar.
Ben İzmir'i seninle hatırlıyorum; Alsancak'ta geçirilen günleri, Karşıyaka gezmelerini.. Masmavi denizi; gözlerin gibi.. Seninle her yer güzeldi. Bizim oranın yayları; yayların dumanında sen beni bul diye kaybolmak güzeldi. Bursa'da çiçek toplamak, kahve içmek seninle. Zaten senden kaldı ne kaldıysa bana; başta bu kahve alışkanlığım. Sonra dil merakım. Yahut yazmak. Sen öğretmiştin; "yaz kızım" demiştin "yaz, içinden geldiği gibi durmadan yaz; yaz ama dolu yaz boş yazma" derdin küçükken. Paylaşmayı da senden öğrenmiştim. Sen varken her şey kolaydı, her şey güzeldi.
Çok özlüyorum ben seni. Herkesten her şeyden çok. Bir seni bu kadar severdim zaten bir de babamı. Babama emanet ederdin bizi; üstüne basa basa. Sen aklıma düştükçe kalbim titriyor. Ama ağlamıyorum söz verdim ya sana; yani çok ağlamıyorum. Elimden geldiğince işte..
Ne sevinirdim sen döndüğünde İstanbul'a. Sanki kocaman olurdum, büyürdüm. Seninle saatlerce muhabbetlerimz sürerdi hiç sıkılmazdım. "Bi çay yap gel kızım demli olsun sonra dinlersin" derdin. Her çay içişimde aklıma geliyor. Bir de her çay servisinde aynı nakaratı söylerdin; "çay dediğin ince belli bir bardakta ince belli bir bayan tarafından; dudak renginde, dudak payı bırakılmış ve dudak yakacak kadar sıcak olmalı" derdin. En sevdiğin şairdi Abdurrahim Karakoç onun şiirlerini senden dinleyerek ezberlemiştim ve birde Necip Fazıl'ı severdin. "Yürümek istediğinde bas ve yürü yoksa bacakların seni taşımaz der Necip Fazıl" der her defa beni yüreklendirirdin. Bu kaçıncı yıl olacak sensiz?
Annem beni sana benzetiyor bazen. Laflarımda seni arıyor ondan sebep herhal. Ben seni bulamıyorum kimsede. "Yola giderken azığını evden, yoldaşını köyden, abdestini çeşmeden alacaksın; hadi yoldaş gidiyoruz" derdin evden çıkardık saatlerce dolaşır, konuşur, tartışır gece dönerdik eve. Seninle gezmelerimizi özledim Âzizim, sohbetlerimizi özledim. "Kış ola bağlana yolların dostum" diye başlamanı özledim Üstadım. Ah bi gelsen, bi gelsem. Sen uzaklarda ülke, ben gurbette bir göçmen; zamanı durdurabilsem ne sen kalsan ne ben gitsem.
Hayat zor iki gözüm ama her koşulda hamdolsun demeyi senden öğrendik. Vuslat yakın eninde sonunda. Ama yürek götürmüyor işte dostum. Garipki sen hem dayım hem dostum. Neyse özetle ne diyordu şair;
"Özledim; söyleyeceklerim bu kadar kısa ve derin."

https://www.youtube.com/watch?v=gKazUoYR7KQ

16 Şubat 2013 Cumartesi

"Ne Okuyorum?"dan Tehlikeli Oyunlar

Benim bu kitapla aslen tanışmam epey süre önce ama kavuşmam da bi o kadar zor olmuştu. Hemen arzedeyim: Kitapla tanışmam bundan aylar önce severek dinlediğim bir dizi de duyduğum bir kaç satırdan ibaret olmuştu. Gerek okuyan gerek okunan gayet hoştu ve okunulası olduğu kararını aldım. Tabii hemen araştırmaya koyuldum; sordum soruşturdum. Önce kendim almak istedim aradım taradım yok. Sonra bir yere sipariş verdim; bugün gelir yarın gelir derken baktım geleceği yok. Bir süre çevremdeki kişilerden sordum lakin kimsede bulamadım. Bulunduğum kesimin kütüphanesine baktım yine yoktu. Saygı duyduğum hocalarımdan rica ettim onlarda da yok. Aradım taradım yok. Bende en son gittim kütüphaneye sağolsun ordaki beylerden birinden rica ettim kırmadılar beni not aldılar ve getirttiler. Bu seferde yaklaşık 1-2 ay kadarda barkodlanmasını bekledikten sonra sonunda kitaba kavuştum. (Tabiki bu arada boş durmadım okuduğum bir çok kitap oldu.) Kitap şuan benim bulunduğum yerde bulunup okumak isteyenler için kütüphanemizde mevcuttur. "Nasıl bir kitapdır bu?" der iseniiizz:

Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay'ın ikinci romanı. 1973 yılında yayımlandı. 1970’te TRT’nin Roman Ödülü’nü kazanan Tutunamayanlar’dan sonra yazarla 16 Mart 1971 tarihinde yapılan söyleşide, yazar yeni bir romana başladığını ve 30-40 sayfa kadar yazdığını da şöyle söylemiş:
 "Sanırım bu romanın kahramanı da tutunamıyor. Bu konudaki yakınmalarını pek ciddiye almıyorum. Selim kadar haklı değil galiba. Hikmet de (yeni romanın kahramanı) bunun farkında olacak ki tatsız sıkıntılarını dindirmek için oyunlara başvuruyor. Kitabın adı ‘Tehlikeli Oyunlar’ olacak."
Yazar, Hikmet’i yaratırken birçok kaynaktan beslenmiş: William Shakespeare'in Hamlet'i ve İncil’deki kutsal üçlü (teslis) bunlardan ikisi. Hikmet, teslisteki İsa figürünü canlandırıyor. Tanrı ve Meryem Ana’yı çağrıştıran figürler de Hikmet’in aynı gecekonduda yaşadığı (ya da yaşadığını hayal ettiği) Albay ve Nurhayat Hanım karakterleri.
Mekanın gecekondu olarak seçilmesi de tesadüf değil tabiki. Kent kökenli olan Hikmet için gecekondu aykırı bir mekandır ve bunun yarattığı yabancılaştırıcı etki soyut iç dünya atmosferi yaratmak için kullanılmış. Romanda yine Tutunamayanlar gibi iç konuşmalara oldukça sık rastlanıyor ve okuyucuya aktarılan Hikmet’in yaşamının düş mü gerçek mi olduğu netleştirilemiyor bir türlü.
Kişinin kendiyle savaşmasını ve yenmesini, kendini dönüştürmesinin hayati bir sorun olarak algılamaya çağıran, çarpıcı ve sarsıcı bir roman. Romanın başkişisi Hikmet Benol, toplumdaki yoğun kargaşanın temelinde yatan gerçekliği araştırırken, gerçeklerle içtenlikle ilgilenmenin toplumu yönetenlerce tehlikeli görüldüğünü seziyor ve "oyun oynuyormuş gibi" ilgilenmenin ve yaşamanın yollarını araştırıyor. Ve hem "tehlikeli" hem de "oyun"la dolu bir yolda gidebileceği son noktaya kadar ilerliyor.
Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar'ı oluştururken birçok kitaptan ve kaynaktan etkilendiği söyleniyor. Bunların başında James Joyce’un Ulysses’i ve Vladimir Nabokov’un Solgun Ateş’i geliyor. Solgun Ateş’in Tutunamayanlar üzerinde de etkili olduğu söyleniyor. Bu romanın bir bölümünde Oğuz Atay’ın kullandığı yöntem Nabokov’un romanının esasını oluşturuyor. İki roman da ölen birinin ardından yakın bir dostunun yazdığı bir önsözle başlıyor; üstkurmaca, oyunlar, şiirler iki romanda da kullanılıyor.
Tüm bunlara ek olarak; Yıldız Ecevit,"Türk Romanında Postmodernist Açılımlar" adlı eserinde romanın yapısalcı bir çözümlemesini de yapmış.
Tehlikeli Oyunlar, 2009 yılında Seyyar Sahne tarafından tiyatro oyunu olarak uyarlanarak sahnelenmeye başlanmış.

Bana sorarsanız herkesin belleğinin bir köşesinde olması gereken kitaplardan vesselam. Gayet hoş, akıcı, biraz kafa karıştırıcı, şahane bir kitap yazmış Zât-ı Muhterem. Aynı zamanda Oğuz Atay'ın varoluş felsefesi alanında olduğu da araştırmalarımdaki ek bilgiler arasında eğer aramızda felsefeciler varsa onlara not olsun bu. Velhasıl bence okunulası güzel bir kitap. Ben okuyorum, siz de okuyun derim.

Kitabımızla ilgili yazımın sonuna gelirken; evvela kitapla ilgili daha çok bilgi edinmek için "Şuan Ne Okuyorum?" bölümümüze bakabilirsiniz. Son olarak kitapla tanışmama vesile olan, beni etkileyen aynı zamanda kitaptaki en sevdiğim bölümlerden biriyle veda etmek istiyorum sizlere. Şimdilik kalın sağlıcakla arkadaşlar. :)

 "(...)Fakat Allah kahretsin ! İnsan anlatmak istiyor albayım, öyle budalaca bir özleme kapılıyor; bir yandan da hiç konuşmak istemiyor, tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor.
Fakat benim de sevmeye hakkım yok mu albayım ? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman, gecekondumda oturur anlaşılmayı beklerim.
Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar ? Sorarım size, nasıl ? Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı ?
Ben ölmek istiyorum sayın albayım. Ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum.
Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan, bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar istemiyorum albayım.
 Kelimeler, kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.(...)"


 https://www.youtube.com/watch?v=wTpOBoArZgM

Yolculuklarıda Kocaman Severim



Trende, geniş koltuğumda başımı cama yaslamış gecenin içinde, yarı uykulu, karanlıkta belli belirsiz yollara, evlere, ağaçlara bakarken bir an, "hep böyle yolda olabilirim" dedim, durmaksızın yol alabilirim, bir kentten diğerine , bu yollar, yabancı bir dilin, şehrin kelimeleri, insanları, evleri, sokakları arasında, çan sesleri, tramvaylar, oteller, bavullar, havaalanları, otobüsler, trenler, kahve için uğranan kafeler, sırt çantam ve fotoğraf makinamla, böyle yaşayabilirim. O an sanki dünya avucumun içindeydi, sanki dünya kalbimle birlikte atıyordu, ben durunca o da durup bekliyordu, sanki dünyaları sığdırabilirdim kendime, sanki ben sonra küçücüktüm, hatta yoktum da dünya vardı, biz dönüyorduk, ben dönüyordum, en sonra ben eve dönüyordum, insanın uzun bir yolculuktan eve dönmesi de ne güzeldi.
Aslında çok severim ben otobüs yolculuğunu da.. Kulağımda müzik, hızlı geçip giden yol ışıkları, farklı şehirlerin görüntüleri havaları.. Hele gece yolculuğundaki kuş uykuları yok mu, hafif çalan müzik ara ara uyandırır insanı..
 Kilometreler çoğaldıkça bizler geride birilerini, bişeyleri bırakır; onlardan biraz daha uzaklaşmış hissederiz kendimizi. Bazen bi kaçış, bazen yeni ufuklar, bazen yeni maceralar, bazende yeni keşifler için çıktığımız yolculuklar gecenin karanlığı ve müziğin eşsiz eşliğiyle devam eder; yollar uzar gider, bizse bizde kayboluruz..
 Bavullarımıza sığdırmaya çalıştığımız bi çok eşya arasına serpiştirilmiş ufak tefek hatıralar, bi iki kare gülen yüzler ve yanımızda yeni karelere sahip olacağımız mutluluk makinemiz..
 Her geçtiğimiz molada görülen yeni bir yerin ölümsüzleştirilmesi; belki bi çocuğun yüzündeki saf mutluluk, katkısız bi gülümseme. Evet fotoğraf makinelerimizde olmazsa olmazı yolculukların; müziğimiz gibi. Çünkü her gidilen yerde bi kare olması gerektiğine inanlardanım ben.
 Gecenin karanlığına, sessizliğine inat içimizde her yeni şehrin tabelasında bastırılması imkansız bi çoşkudur ki devamlı artan..
 Kilometreler çoğaldıkça, yollar uzadıkça, şehirlerin tabelaları değiştikçe içimizde buruk bir sevinç yankılanır; bi yandan geride bıraktıklarımızın özlemi sararken kalbi, diğer yandan kavuşulacakların hayali alır bedenimizi..
 Cam kenarı koltuklar; onlar genelde yalnızların yeridir. Başlarını yaslayacak bi omzu olmayanların yeri..
 Gecenin karanlığına eşlik eden sessizlik saatler ilerledikçe artarken, biz kafamızı cama yaslamış, kulağımızda hafif ezgi eşliğinde hayallerimize, düşüncelerimize dalarız..
 Yolculuk hiç bitmesin ister bir yanımız. Bir yanımız “ne zaman döneceğim geriye” diye düşüncelerdeyken; diğer yarımız kavuşulacakların özlemiyle hayaller kurar..
 Bir de gecenin bi vakti olmazsa olmaz aşklarımız gelir aklımıza; belki geldiğimiz şehirde geride bıraktığımız, belki gittiğimiz şehirde bizi bekleyen..
 Evet işte mutluluğun bi tanımıda budur sanki; gecenin sessizliğine inat kulağımızda bi ezgi, hızla değişen tabelalar, başka başka şehrin ışıkları, yeni umutlarla yanmış mumlar, geride kalanlar, kavuşulacak olanlar, zifiri karanlık, uzayan yollar ve aklında biri..
 “Mutluluk” bu işte; işte mutluluğun resmi !


https://www.youtube.com/watch?v=Ecu7NKRu6Go

Bi' Yol Bu Adı: Ömür


Bi yol var önümde adı “ömür” uzun olup daha başında olduğum. Durunca bitmedi, koşunca yoruldum; bende yürümeye karar verdim. Firar serbest bende; müsade bıraktım. İsteyen benimle gelir zaten biliyorum. Dinlenmek için durduğum her durakta bi kişi indirmek her ne kadar acıtsada artık umursamıyorum.
 Koşar gibi yürüyorum; ayak uyduracak benimle yürüyeceklere kapıyı her daim aralı tutuyorum. Ne büsbütün kapatıyorum herkese yolumu nede ardına kadar açıyorum. Aralı bıraktığım kapıyı tıklatanı içeri buyur edip bi süre misafir ediyorum.
 Yorulduğumu hissettim ilk kez bugün. Dönen dolaplar başımı döndürdü sanki. Bozduğum oyunlar hala gölgemi taşıyorlar ama oyun bozmak istemiyorum artık. Oluruna bıraktım herşeyi.
 Mevsim sonbahar önümüz kış. Döküldü yapraklar ,sarardılar; kışın sonu elbet bahar yeniden yeşerir yapraklar. Sonbaharda yeşil yok, olsun. Hüznüyle güzel yapraklar.
 Bugün yeni bi gün. Yeni bi dönem açıldı hayatımda biliyorum. Bazı şeylerin son dönemi, yeni yeşermekte bazıları. Boşverdiğimden bıraktım bazı şeyleri. Üzerine gittikçe düğüm düğüm oluyor sanki.
 İçimde bi yerlerde olan fırtınaları denizlerimin en dibine gömdüm. Hayatım çok kalabalık aslında. Durup düşünecek vaktim yok yollarda olmasa. Yolların uzunluğunca düşünüyorum artık; geliş gidişlerde.
 Bir yer hayal ediyorum; hayal ediyorum çünkü düşünmekten korkuyorum. Düşündükçe çoğalıyor hayal kırıklıkları.
 İnsan uzakta oldukça bazı şeylerden üzerini kolay oluyor ama içinde oldukça anlıyor özlemini okul gibi. Sahi okulumda vardı benim dimi?
 “Özgür olmak” hasretle beklediğim tek kavram ve az kaldı biliyorum; hissediyorum. Gerekirse esaret içinde olacakmış bu yılım; olsun. Özgürlük uğrunda yaşanacak her şey mubah değil miydi?
 Yepyeni bi dönem bu defa. Herşeye sıfırdan başlayacak değilim elbet olanları elemem, yetiştirmem, yeniden başlamam gerek. 
 Durup düşünmeden yaşamak daha cazip. Her şeye kafayı yormak gereksiz aslında. Böylesi daha mi iyi gibi?
 Evet iyi çünkü her kaybedilen unutulmaz ama alışılır inanıyorum. Zaman yardımcı olur, yağmurlar hatırlatsada damlalarla alır götürür biliyorum.
 Eylül geldi, geçti yine üzerimizden. Üzeri kapalı yaşıyoruz. Taze yapraklar mevsimi geldi ama bilmemezlikten geliyoruz.
 Kurduğumuz hayaller aslında cam kadar gerçek. Ve cam kadar şeffaf; hem içini hem dışını görebiliyoruz. Aynı zamanda cam kadar kırılgan. Kırıldığında da asla eskisi gibi olamayan ve elimizde, önümüzde kaldıkça bize daha fazla acıdan başka bişey vermeyen hayallerimiz.. Hepsi bize bağlı oysa; onları yıkmak, kırmakta yeniden kurmakta.
 Hayallerimiz; evet onlar ya gerçek olacaklar yada biz bu uğurda öleceğiz. Olsun; ikiside güzel. ~_^

http://www.youtube.com/watch?v=ziUKW1ND2gs

Sadece Gülümse



Masum sevinçlerimiz vardı bizim..
Benim ve diğerlerinin. Biz, sadece birbirimizi bilir gülüşlerimiz için yaşardık saklı bahçelerimizde. Hepimizin gizli bir defteri vardı hem okutmak istemediği hem okunmasından korktuğu, köşe bucak kaçırırdık işte. Her şeyimizi yazardık ya o deftere; ne ayrılıklar, ne başlangıçlar, ne aşklar.. Ne endişeler, ne korkular, ne kırılmışlıklar.. Her gün güneşle yeniden doğardık biz.. Bir önceki günde kalırdı kırılmışlıklarımız.
Küçüktük.. Farkında değildik hiçbir şeyin. En büyük acımızın top peşinde koşarken düştüğümüz yahut düşürüldüğümüzde kanayan dizlerimizdi bariz; bilmezdik, bilemezdik aşk denen illetin kanımıza bir kanser gibi karışıp farketmeden yakacağını.. Pamuk şekerler mutlu ederdi ya oysa bizi, pembe renkleri bile yeterdi. Bir dakika önce bi  küçük ayıcık istersen onun için ağlarken, bi dakika sonra gördüğümüz başka bi bebeğe ağlardık ama eninde sonunda pamuk şekerimizi alınca mutluluk denen unuttuğumuz duyguyu tadar ve gülümserdik..

Şimdi büyüdük.. Bitmeyen gülüşlerimiz yok artık, sallanmak için birbirimizle yarıştığımız salıncaklarımız boş kaldı işte, bizi esen rüzgardan koruyan annelerimiz ve babalarımız artık yanımızdaki engellerden koruyamaz oldular.. Artık mutluluk yerini anlaşılmaz hüzne, aydınlık yerini karanlığa ve her sabah yeniden doğduğumuz güneş kendini bitmez gecelere bıraktı..
Koşuşturma arasında kalbimizi, neşemizi, sevgimizi unutur olduk.. Verdiğimiz sözleri yerine getirmek öğretilmişti oysa en başta; fakat biz en önce kendimize verdiğimiz sözleri unuttuk.. Sustuk. Sustuk ve her susuşumuz bizden bi parça aldı. Bizden gülüşümüzden, o çocuk yüreğimizden ve onların yerini gitgide artan bi sevgisizlik sahtelik aldı..
Ne zaman bi iyilik ettik ki kendimize, en son ne zaman? 5 yaşındayken Ahmet Amcayla parka gittiğimizde mi, yoksa 6 yaşında Ayşe Teyzenin yaptığı kurabiyeleri yerken mi? En son ne zaman dinledik yüreğimizin sesini; Birinci sınıfda yan sıradaki Mehmete olan çocuksu saf duygularımızda mı, 5. sınıfta bi üst sınıftaki Veliye duyulan gizli, platonik aşkta mı?
Sahi ne kadarda cesurduk oysa; annemizin çok kıymetli yemek takımından bi parça kırdığımızda “evet ben kırdım” diyebilecek kadar cesur ve bi o kadarda dürüsttük oysa.. Oysa bizler bilmezdik neydi mutsuzluk, ağlayanlara kıyamaz ağlardık; bilmezdik hayat denen şeyin ne olduğunu bilemezdik; aşkı bilmezdik yıkılmayı, kırılmayı..
Küçüktük.. Olan hiç bi'şeyi anlamayacak kadar küçük.. Neyiz peki şimdi, ne olduk biz şehrin gürültüsünden kendi kalbinin sesini unutmuş bi avuç insan.. Oysa nede çok isterdik büyümeyi; işte büyüdük.. O çocuksu sevinçlerimizden eser kalmadı şimdi. Ne kadarız biz? Küçükken 5-10 kişilik yüreklerimizde şimdi toplasan 1 kişi eder miyiz? Evet artık büyüdük ve pamuk şekerler mutlu etmiyor bizi. Ve bizde unuttuk bizi mutlu eden şeyleri.
O zaman şimdi hatırla ! Git bi bakkala bi sakız al kredi kartıyla öde, minibüste giderken aceleci bi şekilde minibüsü durdur saati sor ve teşekkür et, sahile git ve kendini birden denize bırak. Eskiden olsa yapardık. Ne bilim işte git Ayşe Teyzenin kapısına vur “nasılsın” de, Ahmet Amcaya git “bana çikolata al” de, yahut tut babanın elini “hadi beni parka götür” de. Sende şimdi kendin için bi iyilik yap ve hiç olmazsa kulaklıklarını tak, ruhunun müziğini dinle. Ve uzun zamandır yapmadığın bi'şey yap; sadece dik dur ve gülümse.. :)


15 Şubat 2013 Cuma

ADI YOK BU YOLCULUĞUN


  Gezmek; yeni yerler görmek,bağlılık hissi taşımadan yaşamak… Yürümek, dünyayı adımlayarak.Ama yavaşça,sindirerek,her bir adımı hissederek… Otobüslerin renkli camlarından, karanlık güneş gözlükleri ardından değil.Bir kaç parça eşya,belki bir fotoğraf ve birde kendi yüreğinle.Hepsini doldurup bir küçük çantaya.Ve en son dünyalara sığmayan yüreğini koyarak o küçük çantaya…

          Yürümek;her geçtğin ,gördüğün yerlerde;yeni tabelalarda şehirler ve mesafeler değiştikçe bir sıkıntını unutup yeni bir umut kıvılcımıyla yanmış bir mum bırakarak geride…
           Sadece kendinle bir yolculuk bu; birde yanına hep seninle olup yanında kalamayan,o küçücük yüreğinde aslında kocaman seninle büyüyen bir “sevda” ile yürümek…
           Her adımın değdikçe toprağa, her yüreğin attıkça o saf sevdayla ve bir bir uzaklaşırken bu sıkıştırılmış, önceden biçimlendirilmiş “Şehr-i Hüzün” gömleğini yırta yırta çıkarırken özgürlüğün nefesini hisset damarlarında.Öyle ansızın birden , tüm yaşanmışlıkları,anıları ,belki sadece bazılarını alıp, geride bırakarak yalnız kendinle ve yüreğindeki sevginle her adımı  tüm hücrelerinde hissederek,yaşam sevinci yiyip özgürlük içerek devam ettiğin bir yolculuk olacak bu….
           Bir yakınım (bana hayatı öğreten kişi) “yola giderken; azığını evden, arkadaşını köyden, abdestini çeşmeden alacaksın” demişti bir keresinde.Öyle temiz çıkılmış bir yolculuk; tüm beden arınmış, yalnız ruhla,yanında; yüreğinde varlığını hissedip konuşamadığın duyabildiğin bir sevdayla…
           Öyle ansızın, olur olmaz bir zamanda hem kendini keşfederek hem tüm sisteme isyan bayrağını çekerek, bütün bağımlılıklarımızı terk ederek “sevdamız”la bir yola çıkmak…Gezmek; yavaşça,hissederek….Geride bir şehir,bir İstanbul, bir düzen bırakarak.Yalnız kendinle gezmek,zaman zaman gördüğün şeylere gülüp geçerek, geçmezse gülerek.
            Benim herşeyim babamdır ya, işte;”bana bir masal anlat baba;içinde tüm sevdiklerim olsun.Sadece sevgi üzerine kurulmuş,içinde hiç bir artniyet barındırmayan bir dünya, bir İstanbul olsun.Bana bir masal anlat baba;içinde mutlu bir yaşam ve gezmek olsun.Elimden tut, sakın bırakma kendi yolumda yürürken.Benim gönlüme koyduğum sevdam olsun ellerin…”Böyle bir yolculuğa çıkıyorum işte şimdi seninle de. Yol boyu yanımdan ayrılmayacaksın.İçini bin bir türlü hikayelerle dolduracağım senin.Kimi zaman köşe başındaki bir adamın peşinden eski devirleri ve o bitmeyen aşkları anlatacağım, kimi zamansa ne yöne gideceğini bilemeyen bir genç kızı…Öyle içten öyle sıcak hikayeler paylaşacağım ki seninle.Yol devam edecek,yollar uzayacak… Ve ben , sende kaybolacağım…                                                            
https://www.youtube.com/watch?v=SBKphjWmTck

12 Şubat 2013 Salı

Şarkılardan Dökülenler



Parlak salonlarınızdan, kirli mutfaklarınızdan, bin bir çıkmaza çıkan daracık koridorlarınızdan; çok sıkıldım. Şekerlerinizden, uçan balonlarınızdan, kuru sıkı, patlak, korkak, yaman silahlarınızdan, dinmek bilmeyen keyfi karın ağrılarınızdan, çok sıkıldım.
Hangi kan affeder bayım, kalbinizdeki kini? Hangi göl temize çeker, ellerindeki kiri? Bir tutam ya da birkaç tomar, yalan bu ne fark eder? Kahrınızın külleri şer, hanginizi yakar? Hanginiz öteki?
 Kaldırın kapağı bakın kimler can çekişiyor cennette, kim çoktan ölmüş, kim diri kendi cehenneminde? Susturun bütün yerli yersiz havlayan köpekleri içinde bu karanlık sokaklar yalnız onların değil.

Oysa çimenler fillerle de güzel, kalbin korkularıyla cesur. Firarlar yakalanmak için, ihanet aslında sadakatin tavrını sever.
Elinde bi' paslı makas, kestikçe zaman uzuyor acının saçları. Hatırlayarak yaşamak boynumuzun borcu ama ölürdün unutmasan. Kaybederek çoğalırsın; gözyaşının rahmeti can üstüne. Uzak bir deniz kıyısında kendi yara kabuklarını yar ederek kendine. Ah nice kez küseceksin, gördüğünün zahmeti gönül üstüne uzak bi' Çigan masalında çayda kederli çıralar tüttürerek barışırsın, ötekinle; ki yalatır o sen tükürürsen.
Çocuktum; kirlendim kirlendim yıkandım, kirlendim kilitlendim; soydum kendi derimi. Tırnak kontrollerini sevmedim hiç aslında, şefkatten uzattım hep ellerimi. Yüzüme vuran güneş, saçlarımı öpen rüzgâr siyahıma sarı çalan o yıldızlar; sessiz bir kıyametin karnında kayboldular.
Kaç bahar gezdim gönül düzde; yâr edip yelleri? Kâr değil bu derdiğim güller; yağdı dikenleri. Kaldım bir başıma, bu dert beni öldürmez de süründürür. Yaktım genç yaşımı, bu matemi, kalbim zevk ediyor, onduramaz. Çare bu değilse de, kandı sonsuz kere. Kör kuyu, derin ateş; kamberi de kül. Varmadı kerem gibi, kâh görünüyor dibi; kör kuyu derin ateş, kâh yeri meçhul.
Yine günlerden son yaz, yine yaşım çocuk. Yine hangi düşün kumarı bu yırtılan delik deşik? Eğilip alıver yüzümü; bu sular acımaz, kanatır dizimi. Yanılırsa yüreğim sürülür geceden; geceler yüreğin vatanı. Geçmiyor hiç gözlerimden; bir hayal burktum en sol yerimden. Sen bana sır, ben sana yâr; bi' düşmeyegör, göğüm kamaşır, canım kamaşır.
Gözlerin şen çocuk sesleri açıyor, gözlerin yelkenimin fenerleri. Bir sana titriyor gönüllü yaprağım, ellerim bir seni terliyor. Sana içlensin şimdi o melekler, sende dursun akrep ve yelkovan. İçimdeki en acı suların bile şimdi bir tadı var. Uykular masal uykular sapsarı; şimdi güz yüzünün en güzel yanı. Ay gümüş, geceler şarkılarda mey; teninle konuşur tenim uyanır. Uykular büyü, uykular bilmece. Şimdi gül diken için bi' kül hece ay tutuklu, geceler yürekte kor. Ne fayda gün ayaz, tenim adını üşüyor.
Yıllar saçlarına çiçekler konduruyor beyaz; sen düşüp kalkarken haylaz, o bahçelerde. Kalbin korkulu bi' çocuk, oyuncaklarını arıyor mu? Kaç hayal hapsi gördü aynı kuş kafesinde? O yazları sen de özlüyor musun şimdi; uykuların düşünceye soyunduğu o toy vakitleri? Kanayan su gibi akıyor mu içine dün? Bi' derin of çekerek batıyor mu ötede gün?
Bak sular geldi geçti altımızdan, üzerimizden. Mazi yaralı sarhoş acısı bile güzelleşti; yüzlerimizde nasır iyileşti. Bir sır gibi ah kırık yeşil gözlerin, batar gözüme görmedim sokakları zehir. Hem sağır hem aç nasıl esir zaman? Titriyor demir kapılar, yağmurun sesi gibi değil.
Yine aynı şehir, hep o aynı sokak; çalsın o yitik şarkı kapılardan, girsin içeri anılar. Kül renkli sabahları bulsun tutuşup tekrar, günahın gönüle vurunca düşürdüğü o ilk serseri hüzün doldursun yeniden gözlerinizi.
 Eteklerinizde kırmızı güller ve gümüş, sesinizde bir kadeh mül ve birkaç kadife düş; çiçeklenir saçlarınızda ilk gençlik aşkınız, ah nasıl deli kan hâlâ nasıl da berduş. Şimdi yakanızda bir hercai menekşe olsam, rakınızın beyazında şöyle bir kaybolsam. Dökülür mü ciğerimizden o denizin taşları, üzülüp yaşarırken siz ben sararıp solsam..
Buda size gelsin, hayde selametle dostlar. :)

https://www.youtube.com/watch?v=Tkqk0OjFHac

3 Şubat 2013 Pazar

Güzel Türkçemiz Var Elimizde, Ölmekte Olan(!)

Bir "konsept" sözcüğü var. Türkçe karşılığı "kavram, yaklaşım, anlayış, zihniyet" gibi sözcükler. "Sözcükler" diyorum çünkü bu kelimeyi esasında birden çok sözcük seçenekleriyle anlatma imkanımız var. Ne derseniz deyin, pek çok seçeneği olan bir sözcük. Mesela "trend" sözcüğü, insanımıza büyülü gibi görünen sözcüklerdendir. Bir meslektaşımız bu konuda araştırma yaptı ve şuanda Türkçede kullanılan İngilizce kökenli "trend" kelimesinin karşılığında 56 tane kelime, evet evet yanlış okumadınız her hangi bir yanlışlık yok tamı tamına 56 tana kelime, ibare olduğu bulundu. Türkçenin bu zenginliğinden haberdar olmayan bir kişi 56 kelimenin varlığını bir kenara bırakarak o yabancı sözcüğü kullanıyor. Bu 56 kelime unutulduğunda ve kelimeler mezarlığına gönderildiğinde kültürümüzün en önemli değer taşları kayboluyor. Bununla birlikte o sözlerle ilgili deyimlerimiz, atasözlerimiz unutulmaya terk ediliyor ve dilde kısırlık dediğimiz olay meydana geliyor.
Kezâ günah değil mi efendiler? Türkçe bir çok dilden ayrı nev-i şahsına münhasır bir dil iken onun bu zenginliklerini, geniş kelime dağarcığını bir kenara bırakıp tüm o kelimeleri yalnız bir tek söz öbeğine yüklemek ne kadar doğru?
Elbette başka dillerde öğrenilmeli nasıl denilmiş: "Bir dil bir insan iki dil iki insan". Lâkin her dil kendi kültürüne yaraşır biçimde güzel. Sen tut elin İngilizcesini al kendi lisanının içlerine sok. İş mi bu?! Bazen çok kızıyorum şu insancağazlara. Bir zât nasıl olur da kendi diline sahip çıkmaz?
Ülkemizdeki bu yabancı yahut batı merakını benim kafam almıyor doğrusu. Sesimi çıkarmayayım diyorum bu seferde içimde kalıyor. Türkçe o kadar zengin o kadar güzel bir dil ki musiki edasında adeta. Ama bizler bunun farkında değiliz.
İnsan her şeye önce kendisinden başlamalı diye öğretildi bize. Önce kendi dünyamızı düzenlemeliyiz. Önce kendi dilimizden başlamalıyız buna. Hakkini vererek dilimizi öğrendikten sonra başka dillerde öğrenmeli elbette. En çok da yazarlarımıza kızıyorum bu konuda. Zat-ı Muhterem yazar olmuş ama kendi dilinden haberi yok. Nerede ne kadar el kelimesi var getirip sokuşturuyor romanına, denemesine, makalesine. Sonrada tutup "dilimiz yok oluyor" diye yakınmıyorlar mı çileden çıkıyorum vallahi. Bu dili zaten sen ve senin gibiler kısırlaştırıyor efendi uyan!
Bir batı merakıdır sürmüş gidiyor. Yabancı müzik, yabancı kelimeler, yabancı romanlar, yabancı yabancı. Evlerimizdeki yabancılık yetmiyor birde bunlar yabancılaştırıyor bizleri. Elbette iyi müzik dinlenir, iyi kitap okunur. Haşa okunmasın, dinlenmesin demek ne haddime. Ama insan dediğin önce kendi kültürünü bilmeli. Kendine ne miras kalmış bir bakmalı. Kızcağaz bir kere dinlememiş Sanat Musikisi yahut türkü kalmış bana müzik kulağından bahsediyor. Olmaz âzizim, olmaz. Hele birde bilmeden eleştirmeleri yok mu? Sözde "o  müzikmiymiş, öyle müzik mi olurmuş, insanın içini bayarmış" peh ! Tabiki zevkler ve renkler tartışılmaz ama bilinmeden de konuşulmaz. Biz öyle gördük büyüklerimizden. Senin o müziği anlamanı beklemiyorum zaten. Dinlenmesi en azından bir kulak aşinalığı olunması gereken mevzular bunlar. :Zamanla değişir zaten müzik zevkin, doydukça acıkırsın.
Kitaplarda da konu böyle. Herif kitap okumaya başlayacak direk Dostoyevski'den başlıyor sonra da yok ben kitap okumayı sevmiyorum, sıkılıyorum. Sıkılırsın tabi muhterem. "Dolmadan taşılmaz" der Üstâdım. Sen önce bir başla bizim eserlerimizden yavaş yavaş. Kısa kısadan, sonrası gelir zaten. Bir Mustafa Kutlu'nun Uzun Hikaye'sini oku bakayım neler geçiyor o beyninden. Haa evvela oku bizim gönlü güzel, kendi güzel yazarlarımızın kaleminden dökülenleri elbet sonra dünyaya açılırsın. Gereklilik olur o zaten.
Eskiden kendimize tanıdığımız bildiğimiz insanları örnek alırdık, şimdi oda bitti. Adam televizyondan gördüğü birini tutup "idölüm" diye değerlendiriyor. Sonra vay efendim zaman kötüye gidiyor. Gider tabi eğer sen kızına/oğluna sahip çıkmazsan.
İnsan karakteri birikmesiyle oluşur. Gördükleriyle, görecekleriyle. İnsan göreceli bi varlıktır. Bugün kızınız/oğlunuz televizyondakilere özeniyor onlar gibi giyinmek, onlar gibi konuşmaya çalışıyorlarsa ciddi bir tehlike var demektir. Dikkat diyelim. Sakın ha kendiliğinden geçer daha küçük deyip geçmeyin zira geçmiyor. Hatta daha fazla artıyor. Bizzat örneğini gördüm, geçirdim biliyorum. Çok rica edeceğim Türkçe dilinize batmasın.
Sonuç olarak der isek efendim; konu epey dağıldı açıldı zira genişletilebilir bir kavram. Genişlettik açtık amma yetmedi o ayrı. Demek istediğim siz siz olun mirasınıza sahip olun, sahip çıkın. Gerekirse oturun kızınıza/oğlunuza zorla türkü dinlettirin, kitap okutturun. Siz vereceğinizi verin de alıp almamaya onlar karar versin. Şimdi burayı bağlayacak bir sonuç düşünüyorum zira konu gittikçe açılıyor o yüzden üstadlarımdan öğrendiğim gibi vereceğimi verdikten sonra konuyu bağlamakla mükellefim. .Velhasıl; "Alp Er Tunga öldi mü? Isız acun kaldı mu? Ödlek öçin aldı mu? Emdi yürek yırtılur." :) Haydi kalınız sağlıcakla. :)

http://www.youtube.com/watch?v=QyDT3qBZQog