12 Eylül 2015 Cumartesi

Kırlangıçların Şöleni

Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim, 
Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde umutlarım.
Hava kötü, dışarda sicim gibi yağmur var.
Gök gürlüyor. 
Sen yanımda yoksun.
Ve ben gök gürültüsünden korkarım. 
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden; 
Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz. 
"Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz". 
Nasıl bir başlangıç yapacağımı bilmiyorum. 
Ah gerçekten bilmiyorum... 
Anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki! 
Fakat seninle ilk tanışmamızın 
Ne zaman, nerede olduğunu hatırlamıyorum. 
Bir sabahtı; ağaçların yeşile durduğu,
Çiçeklerin açtığı ve kuşların cıvıldadığı…
Sesimi duyuyor musun?
Gözlerin her gün biraz daha büyüyor gözümde. 
Hayallerin her gün biraz daha kaplıyor düşlerimi. 
Sözlerin her gün biraz daha işliyor yüreğime 
Ve her gün daha fazla özlüyorum seni.
Bu zamanlar yine seni bekliyorum. 
Hadi… 
O gülün yüzü gülmüyor sensiz 
Hepten hüzünlü bu günlerde.
Gür ve çoşkun bir günışığı dadanıyor sabahları pencereye;
Masada tabaklar neşesiz 
Koridor ıssız 
Banyoda havlular yalnız 
Mutfak dersen - derbeder ve pis. 
Çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş 
Halılar tozlu 
Giysilerim gardropda ve şurda burda. 
Mavi el feneri hevessiz.
Kapı diyor ki açın beni kapayın beni. 
Perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi. 
Radyo desen sessiz. 
Tabure sandalyalardan çekiniyor. 
Küçük oda karanlık ve ıssız... 
Uyurken tüm dünyaya güvenmek zorunda olduğumun farkındayım. 
Ve hala uyuyunca herşeyin geçebileceğine, geçeceğine inanıyorum.
Her şey seni bekliyor çünkü her şey gelmeni 
İçeri girmeni 
Senin elinin değmesini 
Gözünün dokunmasını 
Ve her şey tekrarlıyor 
Seni nice sevdiğimi. 
Şimdi yolu izlerken uzaktan gördüğüm
Tireyen şehir ışıkları gibi varlığın; 
Uzakta çok uzakta.
Görüyorum orda aslında
Ama seçemiyorum hepsi küçük bir nokta.
Duyuyorum varlığını yanımda; 
Fakat seçemiyorum yüzünü karanlıkta. 
İlerliyor kilometreler saniyelerle
Ve bizden uzaklaşıyoruz zıt yönlerde 
Gelinmiyor akşam zaman kaplanı.
Daha önce anlatmıştım ya sana;
Fotoğraflar siyah beyaz eskir
Bir aynı kalır bizde mavi sevda
Zamana yenilmeyenler aşk değil sevdadır 
Bizim aramızdaki bu yüzyılın son sevdası 
Bilmem kaçıncı dolunay özlem getirse de bize 
Aynı mavilik altında ömrümüzün ışığı 
Değil yarım yıl yarım asır da sürse 
Aynı kalacak bu sevda daim aşk ile. 
En çocuksu yanın olmak isterdim, 
Birlikte saçmalamak istediğin olmak isterdim, 
Kızışın ha birde gülüşün benim olsun isterdim... 
Ve ellerin iki gözüm; 
Hep sıcacık, yüreğin avuçlarındaymışcasına.
Ben ellerine tutkun, 
Sen ellerinle yaptıklarını izleyen gözlerime... 
Keşke burda olsaydın 
Şimdi senle sahile inerdik 
Deniz boyu yürürdük öyle 
Hafif yağmurun altında
Deniz epey dalgalıdır şimdi 
Her kavuşma gibi çoşkundur içi 
Öyle olur yağmurla deniz kavuşurken
Grilemiştir hem gök hem deniz
İzlenmesi takdire şayandır bu kavuşma. 
Azaldı hem yağmur, korkmazdım da
Sen yanımdayken gök grültüsünden. 
Evden çıktıktan sonra 
Bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, 
Fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak 
Hafızasını ve ceplerini araştıran, 
Nihayet, 
Ümidini kesince, aklı geride, 
İleri gitmek istemeyen adımlarla 
Yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm
Bugün deniz yağmur damlalarıyla kavuşurken.
Ve önümde beni çağıran olağan gücüyle kıyıları döven sonsuz mavilik 
Avutmuyor artık içimi en beteri.
Eğer beni alan deniz olursa 
Ondan nefret etme. 
Kimse götürmeyecek beni kırlangıçların şölenine. 
Uçmayı hayal eden kuş, ölmek üzere.

https://www.youtube.com/watch?v=LVWqwMtt2ps

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Bozuk Plak

 
Şimdi zaman kör bir kuyu bu şehrin ayaz rüzgarlarında. Saatler geçiyor belki ama her anda artıyor kilometreler ve uzaklaşıyorsun benden. Katlanıyor özlemlerim, seni sevmelerim, uzaklara dalışlarm. Ben ki hep uzaklara gitmek isterdim kendimi bildim bileli, şimdi daha çok istiyorum çünkü orda olan sensin, sen Zeki Mürenin de dediği gibi şimdi uzaklardasın.
Çirkin şimdi tüm zamanlar, bütün sevmeler, birbirini sevip yanyana olan herkes çirkin şimdi. Yok artık bu  şehirde sığındığım bir liman. Önümde uzun bi zaman ve ellerimde anıların ağırlığı var. Kaçmak istiyorum neden sonra ardıma bakmadan bu şehirden. Yokluğun kara bulutlar misali üşüştü gökyüzüme, şehrin bütün sokakları sırılsıklam yağmurlarla ve rüzgar konuşmuyor benimle sen an be an uzaklaşırken çizdiğimiz aitlik coğrafyasının sınırlarından. Satırlarım bile yetmiyor bu telafisi ve telaffuzu imkansız derdi anlatmaya öyle bi bakışın yetecek biliyorum ki bi sarılsak geçecek.
Şimdi bana kalan eski plak kayıtlarından kalma şarkılar. Ve ayrılık saati geldiğinde durdu zamanım sanki. Birden bire kapıldık ayrılık rüzgarına. Mesela Rana Alagöz sanki içimin denizlerini dalgalandırırcasına her şey bitmiştir artık derken, kıyıya vuran dalgalarım bağırıyor inatla malum sayılı gündür çabuk geçer. Ya sonra?
Takvimleri sayıyorum sana kavuşmak için. Hikâyeler biriktiriyorum içimde, kimi hüzünlü, kimi neşeli... Hepsi sana anlatmak için... Gel, yasla basını satırlarıma, hayatın sarkışını dinleyelim birlikte... Henüz mevsimi geçmeden ömrümüzün... Gel, okuyup ezber edelim birbirimizi!
Hayır! Şiir olmasın yazdıklarım, “söz” olsun. Şiir yalan çoğu kez, hayat bal gibi gerçek çünkü. Söylemezsem seni, seni bilmeyenlere, bu sır içimi delecek çünkü... Her şey helak olup gitmededir. Sana bakan yüzü müstesna. Hava sıcak lakin yürek sıtmadadır, kaderden bir kafeste. Yüzünü yüreğin çevirmezsem sonsuza, ölecek çünkü... Hayır! Ömür olmasın geçen, yaz olsun…
Yıllar geçtim yollar geçtim, insanlar değişti ben değiştim.  Yağmurlar yağdı uzun uzun ve bahar bahçeyi her yazımız. Maviydi mutluluğun rengi, mutluluk mavi bir çocuktu. Yollar geçtikçe değişti tabelalar. Evsiz çocuklar gördüm bu soğukta içimi parçalayarak geçti her bit yağmur tanesi. Yağmurlu bir gündü oysa hayatlarımızda sıradan. Özlemlerimizle yaşadığımız sıradan bir gündü göğü gri. Hızla geçen Sokaklardaki boşluk doldurdu içimi. Bir ben ağladım bir gök ağladı. Sonra ben sustum kalemim aktı. Ne basit hüzünlerimiz vardı bazı yüklerin karşısında.

3 Temmuz 2015 Cuma

"Ne Okuyorum?"dan Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

 

Roman değil de uzun bir ayrılık hikâyesi. Bir adamın iç sesleri, bol bol sözcük oyunu. Söylemekle susmak, gitmekle kalmak arasında bitirim bir yarım kalmışlığın 'şakayla karışık' hüzünlü öyküsü. Nefis bir üçlemenin peşrevi... Yazarın da dediği gibi peşrev bu; bitse ne olur, bitmese ne?
Sanırım derbeder Türk romanları, öyküleri okumaktan hoşlanıyorum. Aynı stilde yazılmış Amerikan loser hikâyeleri bana her zaman fazla konuşkan gelmiştir. Bizdekilerin duygusal derinliği, araya saçılmış kültürel bilgi kırıntıları, okkalı kahveler, iyi demli çaylar bulunmaz onlarda. Müzeyyen de böyle incelikli bil novella. Sabah kitabı okuyup, akşam filmini izledim. Bir kitabı senaryolaştırmak zor iş tabii, küçümsemiyorum. Ama kitabın sonunun filme göre çok daha şık olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Kitap ne kadar bizse film o kadar Amerikalı olmuş.
Filmini görüp, oyuncularını duyduktan sonra tek bir şey düşündüm. Filminden önce kitabını okumalıyım. Nedense öyle bir his yayıldı içime. Sanki eksik kalacakmış gibi hissettim o incecik kitap film olunca... Koşarak gittim, buldum, arkasını çevirdim ve "Sen nasıl bir hikâyesin böyle?" dedim kendi kendime. Aldım tabii hemen. Sonra başladım, tadı damağımda kalarak bitirdim. 
Farklıydı... Bugüne kadar okuduklarımın içinde en farklısıydı sanırım.
İçinde İstanbul geçen, avarelikle bezeli biraz da umutsuz hikâyeleri seviyorum. Aylak Adam türevi bir kitaptı. Sıradan bir anlatım yok aksine takip etmesi zor ama gayet eğlenceli bir dil ile yazılmıştı. Keyifle okudum. İlhami Algör kelimelerle raks ederken tam anlamıyla şiir gibi bir roman yazmış. Her cümlenin ayrı bir namesi var, şarkı söylercesine okunuyor. Bitmesi ise tarifi imkansız bir sessizlik bırakıyor. Algör'ün kestiği o aylak adam vari racona fena tav oldum. Yolum bir daha bir daha ve bir daha kesişecek
İlhami Algör'ün psikolojik dünyasından bir kadın ve bir erkek. Hangisi hayal hangisi gerçek anlamak güç, ama okumak müthiş keyifli. 70'li yıllardan bir Yeşilçam filmi senaryosu tadında kısa ve sımsıcak bir metin. Azıcık daha uzun olaydı iyiydi. Karakterlerin derinlikleri eksik. Sevimli bir edebi dili var. Anlatıcı sürekli olarak 3. bir kişiyle diyalog halindeymiş gibi kafasından geçen düşünceleri ve tasarladıklarını anlatıyor. 
Bazen dediğini o sırada yapıyor mu yoksa sadece kafasından mı geçti kestiremiyorsunuz. Flu. Sorulara cevap vermek yerine soruların varlığının sağlaması. Bir mesaj derdi var yazarın. Her şeye moda mod böyle oldu demek istemiyor yazar. Düşünerek yaşıyor. Hikâyeler kuruyor. Sınırlar çizmiyor, engeller koymuyor. Ah ne güzel bir adam aslında... Lakin o öyle olmuyor.
Yazarın dili güzel. Betimlemeler kendini o mekânda hissettiriyor. Sıralı düşünce olayları sizi o gerçekliğin bire bir içine sürüklüyor. Kendini satırlarda savuruyor, olaylarda buluyorsun. Güzel şarkılar geçiyor içinde "Fakat Müzeyyen"in. Hele öyle bir yer var ki, gerçekten tarihlere gerek kalmadan bizi anlatıyor şarkılar.
Müzeyyen sizi içine çekiyor, sarıp sarmalıyor, bir anda kollarını açıyor ve sıcağından ayrılmak sizi üşütüyor. Gidene de dön denmiyor. Metin okuyucu yormadan akıp gidiyor. Şairane ve başarılı bir yapıt olduğunu kabul etmekle birlikte, günümüzdeki hızlı tüketim alışkanlıklarına çok uygun, "fast food" bir hikaye olduğunu belirtmeden de geçemeyeceğim. Gönül işlerinde terk edilmelerin hasarları, herkeste farklı hikayeleri. Tadımlık bir terk ediliş dertleşmesi kısaca. Şiir tadında bir hikâye. 58 sayfalık bu öyküyü tek seferde okuyun. Ara vermeyin, bölmeyin. Akışına bırakın kendinizi.
Daldan dala atlayan inanılmaz bir kafanın ürünü bir roman, hatta uzun hikâye demek daha doğru olur. Karakterler arasındaki diyalogların ve ana karakterin kafasından geçen saliselik düşüncelerin uzun bir listesi bile denebilir.  Akıcılığı ve dinamizmi, bir okuyucu olarak beni aldı götürdü. Kitabın son kısımlarına doğru olayları bağlama endişesi biraz oraya çıkmış gibi dursa da romanı genel anlamıyla etkilemeyen bir durum.
Biz bir parçayı ele aldık, inceledik, arada birde genel baktık sonra kapattık kapağını, evlerimizin kapıları gibi...  Hani ucundan kıyısından dokunursun ya bazı hayatlara, işte tam öyle bir kitap "Bu Derin Bir Tutku".   Sonra mı? Sonra bir "Çıt" sesiyle kapanıyor kitap. Kapılarla konuşan adamın, bir kapıyı çekip çıkması gibi.
Hikâyeye göre adam, kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor, eve sığmıyor... Bülbülün çilesi, yazarın zulası... İnceden sarma bir sigara, inceden bir bardak... Hicran isimli bir yara, tuhaf isimli bir roman. Kafamız iyi, açmayın kapağı, biz böyle iyiyiz.
İhami Algör, alelacayip aşların ve oyunbazlığın, hüzünlü dolambaçların yazarı.
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, İtalyan Yokuşu’ndan aşağı, rüzgâra asılıp Tophane’ye inen roman. Avaramu!

Kitaptan alıntılar:
…“Her şeyin iyi gittiğini nerden çıkarıyorsun?” dedi.
 “Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku,” dedim. Tırsmaya başlamıştım. Haklı olabilirdi.
“Evet, biraz sapık ve tek taraflı bir tutku,” dedi, arkasını dönüp gitti.
…" Çıt " noktasına kadar hikayede üçüncü şahıs yoktu. Haklıydı. Tarzan ormanı dolaşıyor, gece yarısı Ceyn'e geliyordu.
…“Herif rüzgârı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara sıra telleri takılır gibi kadına geliyor gece yarısı.”
…"Aynadaki kadın benim zıttım, demişti, ben ne kadar ev haliysem o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben gündüzüm, o gece... Çapkın, güçlü, özgür."
...”Ne olmuştu da, "Seninle dünyanın her yerine gelirim" diyen Müzeyyen , durduğu yerden çekip gitmelere başlamıştı. Nerelere gidiyordu? Gelirken getirdiği bakışlar ne dalgaydı? Hangisi Müzeyyen'di? Ya da Müzeyyen kimdi? İlk tanıdığım kimdi, şimdiki kim?
...    "Hikaye," dedim, "gel seninle anlaşalım. Sen yarım kal, adını da Yarım Kalan Hikaye koyalım."
     "Sen zaten neyi tamam ettin ki?" dedi bana.
     "Aslında tam diye bir şey yoktur," dedim. "her tam, bir üst yarımın alt asamağıdır. Yani yarım da bir bütündür."
... “Ben sözlerden değil bakışlardan tırsardım. Bakışların arkalarını sezer, sezgilerim doğrulanana kadar mecburen bekler , beklerken kafayı yerdim. Konuşunca mesele yoktu. Ayrıca bu devirde herkes en azından iki tane idi. Daha kalabalık olanları da görmüştüm.

 Arka Kapak:
“Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. 
Dünyanın bütün Kızılderilileri yenilir, Sapartası kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. 
O ağladıkça ben de ağlardım. 
Nedenimi bilmez ağlardım. 
Ağladıkça Sadri’ye kıl kapar gıcık olurdum. 
Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri’nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine.”

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Uyku Arası

 Sakalları şiirle karışık kitap kokan rüzgârla konuşan adam
Ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim 
Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara 
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden 
Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, bakıştıklarımız
"Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz"
O gülün yüzü gülmüyor sensiz 
Hepten hüzünlü bu günlerde 
Gür ve çoşkun bir günışığı dadanmış pencereye 
Masada tabaklar neşesiz 
Koridor ıssız 
Banyoda havlular yalnız 
Mutfak dersen derbeder ve pis 
Çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş 
Halılar tozlu 
Giysilerim gardropda ve şurda burda 
Mavi el feneri hevessiz 
Kapı diyor ki açın beni kapayın beni 
Perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi 
Radyo desen sessiz 
Tabure sandalyalardan çekiniyor 
Küçük oda karanlık ve ıssız 
Her şey seni bekliyor her şey gelmeni 
İçeri girmeni Senin elinin değmesini 
Gözünün dokunmasını 
Ve her şey tekrarlıyor 
Seni nice sevdiğimi

23 Nisan 2015 Perşembe

"Mutlak"

  
Onarılmayacak şekilde kırıldığında geri kalanını paramparça etmenin sakıncasını görmüyorum.
Radyo'da şarkı çalar; Kahveni bir başka yudumlarsın.. Radyo'da ne mi çalar ? Şimdi uzaklardasın... Parçanın ritmine göre beyinde oluşan gelgitler.
Gözünün gördüğüne değil dinlediğin bir şarkıda, okuduğun iki satırda aklına gelene aittir gönül. Çevremde sağır-dilsizler, ahenkli, imlası düzgün jestler ve mimiklerle bin yıllık masallar anlatıyorlar sanki. Niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz. Niçin yanımda değilsin?
Sevdanın bana olduğunu bilsem yemin ederim oturur sana kazak örerdim. Sen azıcık sevseydin üstünü ben tamamlardım, vallahi yapardım. Seven erkek çok susar, az konuşur.. Seven kadın az susar, çok konuşur.  Sen benim "Aşk" diye adlandırdığım en özel şiirimsin. Hani hep de gönlümdesin ya sen; diyorum ki; hadi artık ömrüme düşüversen?
Ellerin geçiyor karşı kaldırımdan ya da ben geçiyorum soğuk bir tren kompartımanında. Yok öyle umutları yitirip karanlıklara savrulmak. Unutma aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak. Elbet bir gün buluşacağız zira Zeki Müren yanılmış olamaz.
Bırakın sevmeyi, tanımaya bile tenezzül etmiyor kalbim başka bir kalbi.
Sevdiğim bi yerden ya da sevdiklerimden ayrılırken her defasında yağmur yağması Allahın bana bir lütfu. Bitirdiğim düşler kuş olup uçtular. Mutsuz yollar geçtim, saatler geçtikçe değişti tabelalar; geçen her kilometrede katlandı mutsuzluğum.
Gönlüm yorgun benim; beklemekten, özlemekten. Al onu, dinlendir sesinin, şiirinin gölgesinde... Oturup konuşalım şunu. Bulsun kelimem kelimeni. Bütün yolculuklar birbirine benziyor; birbirine değiyor yaralarımız. Dursak da dinmiyor, bileti sonsuz kere kesilmiş yolculuklarımız… Huzur limanına uğrar mı bilmem, sonsuza yönelen vapurlarımız. Bize sözlerimizden çok, yüreğimizden anlayan gerek.
Aklımın uzaklara yüzdüğünü hissediyorum. Derin maviler içindeyim. Dedim ya oturuyorum öylece. İyi ki etrafımda kalbimi tanıyanlar yok. İnsanlardan sıkıldıysanız kitaplardaki insanlara bi selam verin, bi çay teklif edin çaylarını için derim. Doğru kitabın doğru insanlarına...
Neden bazı kimselerin yokluğu, varlıklarında ummadığımız kadar büyük bir boşluk bırakıyor içimizde? Hasan Hüseyin Korkmazgil yazmasaydı, Ahmet Kaya söylemeseydi ve o mahur beste hiç çalmasaydı; biz hangi şarkının nakaratında karşılaşırdık ki?
Türkü dinlemeyen, şiir sevmeyen, kitap okumayan ve çayı sevmeyen birine de aşık olmayın ama şimdi gidip. Aslında herkes vurulur bir gün biraz… Herkes kanar hiç ummadığı yerden. Bende mi deme… Sen de… Kimsenin bilmediği yerlerde, kimsenin anlamayacağı bir biçimde, kimsenin tanımadığı insanları özleyeceksin. Kimse ne olduğunu sormayacak.
Hâlâ en güzel hikâyeleri dünyalar bir araya gelse anlamayacaklara mı anlatacaksınız bayım? Oysa yeryüzünde sesinize hasret insanlar var... Ve ben sizi bu erdemlerinizle sevdim.
Aşk da tıpkı elif gibidir. Bismide gizlidir. Ama okunmaz. O olmadan da besmele sese gelmez. O her şeyin içindedir, hiçbir şey de görünmez. Elif; bir demek, tek demek, elifden gayrısı yok demek. Birgün birisini severseniz onu elifsiz bırakmayın olur mu?
Elif aşkın başıdır. Nasıl ilk elif geliyorsa, nasıl baş elif ise; aşkın elif hali ise hem aşkın başlangıcıdır, hem aşkın doruk noktasıdır hem de aşkı en güzel yaşama halidir. Sonra elif her yerdedir. Latin alfabesindeki “a” gibidir. Belki o olmadan bir kelime olur ama o olmadan bir cümle olamaz. Bazen sessiz kalır, bazen de bağırır “ben burdayım” diye. O olmadan bir şeyler hep eksik.
Derler ki; aşk da unutulurmuş her şey gibi. Hem de yaşanıp bittikten sonra değil, tam da doludizgin devam ederken unutulurmuş aşk… Biz unutanlardan olmayalım olur mu? Alkole batırılınca aşk bile mavi. Ve aşk kadar zeki olmayan aşıklar yine hüzünlüyken gecenin bu saati gibiyiz "biz". Bakma böyle biraz bazen sana sitem ettiğime, ne zaman dua etsem başrolde sen varsın. Şimdi uzağım belki. Ama belli mi olur. Belki demli bir çay kokusuyla gelirim. Belki yağmur olur yağarım şehrine. Belki de rüzgarla düşerim önüne. Sen yeter ki bekle. Bak şiirden aşağı attım kendimi. Düşerken düşündüm; acaba ölmesem mi?
Kendimi duymazken aklımın içindeki seni duymazdan gelemiyorum. Sessizliğinin bana verdiği yetkiye dayanarak gözlerini dinliyorum. Sonra bende susuyorum. Sahi hani birlikte sustuğumuz kişiye aşık oluyorduk ne oldu o iş? Aslında her şey koca bir yalan bu da dahil.
Hasretle nasıl başa çıkar ağaçlar? Ya da denizler nasıl ağlar? Ah bu bendeki sonbahar; bu bendeki kırık dal, kanımda solan kırmızı, kirpiklerimde kar... Hasretindir yâr; hiç olmazsa rüyalarda sar..
Hayat bazen demsiz çay gibidir. Gerçeklerle yüzleşiyor insan er ya da geç. Zate kime sorsam dönüşüm yok, nereye gitsem mavi, yelkenimde deli rüzgar, her yanım tuz, deliyim. Öyleyse sıradaki çayım gülmesini bilen ve her şeye rağmen güçlü durbilen inanlara gelsin.
Uzun soluklu saçmalarım.
Yıllar geçiyor sonra, yollar geçiyor, tabelalar değişiyor, şehirler… Ama gidince gitmiş olmuyorsun işte doğru demiş Cemal Süreyya. Rüzgar hep aynı şeyi söylüyor kulağıma. Anlayamıyorum; ben rüzgarca bilmem ki, hem o iş senin mesleğin unuttun mu? Sen anlat; çayını tazelerim ben. Anlat dökülsün yüreğinden.  Hem şarkıda da böyle söylüyor inan.
Benim ruhum Karadeniz, yüreğimse dalgasıdır. Doğuştan sevdalıyım maviye. En bi sevdiğim deniz ama tabi siyaha aşık olduğunda anlamını yitiriyormuş mavi. Alakasız sen mavi giydiğinde unuturdum ben denizi. Deniz ki benim tüm benliğimle. Bilirim ki boynun yiğit boynudur bükerse sevda büker.

Gerisi hep şiir hep şarkı. Evet düştü yine çenem, kayboldum kelimelerin içinde. Ki unutmadan keşke kelimeleri sevdiğin kadar sevseydin beni. Çünkü ben denize bakan evler gibiydim seninleyken. Hani kulaklığı takıyorsun da tüm insanlar sessiz sinema oynuyor ya çevrende bak bunu tavsiye ederim. Bundan sonrasıysa sessizlik yine benden yana. Ve seni saklayacağım inan; yazdıklarımda, çizdiklerimde. Şarkılarımda, sözlerimde. Bu aşkın nüshası rüzgarlarda, aslı bende kalacak...

19 Nisan 2015 Pazar

İmera Fera

 

Dibine kadar aşka bulandım bu gece,
Yine aklımda sen, yine aklımda geleceğe dönük bilmece.
Sonumu bilemediğimden midir nedir,
Gülemiyorum artık, istesem de engel oluyor aklımdaki silüetin.
Kızsam olmuyor,
Kızmasam kalıyorum çaresiz,
Beklemesem kalp razı değil,
Beklesem de öldürüyor hasretin.
Üzemiyorum da seni,
Yitik hayallerimle, kalıyorum öylece…

Güneş doğmuyor artık sensiz başlayan sabaha,
Doğdu sandıkları da sen gibi olmuyor.
Çıksa da gökyüzüne, sen kadar ısıtamıyor cennetim.
Ara renkleri bir kenara bırak,
Artık ana renkler bile yok etrafta.
Sensiz olunca her yer karanlık oluyormuş.
Gözümdeki yeşilim, saçlarımdaki beyazlar,
Hatta kanımdaki kırmızı bile, sen olmuşsun inceden.

Aklım çıkıyor aklımdan çıkarsın diye
Zaten gittin benden, aklımdan da gidersin diye…
Hüzne mi kaldık biz yine yarim?
Dudaklarımı çekemedin yukarıya da,
Neden damlıyor bu yaşlar,
Neden ağlıyor gece bile bize?

Ağlamıyorum hayır,
Sadece kalbime anılarımız kaçtı.
Sen deli gibi önemserken beni önceden,
Şimdi umursamaz oluşundan mıdır bilmem;
Sanki bir ses, sanki bir ağrı, sanki bir ölüm var içimde.
Sözler var ağlayan, kalbim var konuşan, ben var dinleyen.
Bir de hayallerimiz var içlerine düşen aniden.

Ben de düşünmüştüm ki,
Gelir sarılırsın aniden, sonra uyur kalırım.
Ne kadar da uzaklaştım hayallerden,
Ne çabuk yıkıldı betondan kalelerim.
Saatlerce düşünmüşken her anı, her saniyeyi,
Kırıklar mı dolmalıydı,
Söyle, hercaim…

Koskoca bir dünya, kilometrelerce mesafe,
Milyarlarca insan, binlerce sevenim var.
Ama bana göre dünya, avuçlarının içinden ibaret.
Senin etrafında döner dünya,
Yıldızlar senin için asılı kalır onca yıl,
Güneş ise seni ısıtır,
Ey güzel Ay’ım…

Sen böyle değildin,
Tanırdım, bilirdim. Tanıdıkça daha bir severdim.
Olması gereken “sen” bende,
Kaybettiysen şayet kendini, gel; bendesin hala.
Sakladım! Kendim öldüm, bittim, yandım, kalmadım!
Ama sen aynısın cennetim, sana bir şey olmadı.
Çöl olmuşken çiçeklerle süslü gönül bahçem,
Sen ki ey gün ışığım, hala solmadın…