22 Aralık 2012 Cumartesi

Oyuncak Müzesi



Aklıma geldi bugün, kalktık uzun zamandır aklımızda olan planımızı gerçekleştirdik en sevdiklerim olan arkadaşlarımla baktık ki gerçek olacağı yok hadi dedik gidiverdik. :) Vaktiniz olduğunda gidin gezin. Pişman olmazsınız. :)

Kendileri Sunay Akın’ın ailesinin Göztepe’deki köşkünde kurulmuş, 2005 yılında. Bir sürü yıllar boyunca dünyadan, açık arttırmalardan topladığı oyuncaklar ile açıyor burasını.
http://www.istanbuloyuncakmuzesi.com/ İletişim kısmından nasıl gidileceğine, nerede olduğuna ve açık olduğu gün saatlere ulaşabilirsiniz.

*Müze sözcük olarak ilham perisi anlamını taşır. “Müz” sözcüğü, mitolojideki Zeus’un dokuz güzel kızı Musalar’dan gelir.
Tarihte bilinen ilk oyuncaklar Mısırlılara aitmiş. Arkeolojik kalıntılar, MÖ 5. yüzyılda Mısır’daki çocukların tahta atlarla oynadıklarını göstermekteymiş. Oyuncakların seri üretimi ise 18. yüzyılda başlamış. 2. Dünya Savaşı sonrasında oyuncak pazarında bir durgunluk yaşanıyor, bunun nedeni ise oyuncak atölyelerinin savaş yıllarında silah üretimi amacıyla kullanılmış olması.

Oyuncak Müzesi kocaman, mis gibi bir yer. 6 katlı 10 odalı ve 80 vitrine sahip bir yer. Yaklaşık 4000 oyuncak sergileniyor.
Müjdat Gezen’e ait oyuncaklar var. Kendisi çocukken Fatih’te oyuncakçı dükkanında çırak olarak çalışmış. Aynı zamanda Müjdat Gezen’in kendisinin tasarladığı oyuncaklar da vardır. Sevdiklerine dört kolla sarılmaları düşüncesiyle 4 kollu olarak tasarladığı “Piti ve Pitiş” adını verdiği oyuncaklar da burada bulunuyor.

Koridorun az ilerisinde Eyüp Oyuncakçısı var. Eyüp, özellikle sünnet çocuklarının geldiği bir yer olduğu için, oyuncak üretiminin merkezi haline gelmiş. Eyüp Sultan Türbesi’ne giderken İskele Caddesi üzerinde bulunan Oyuncakçı Çıkmazı sokağındaki dükkanlarda yıllarca oyuncak üretilmiş ve satılmıştır. Eyüp oyuncakları 1950’li yılların sonlarında tarihe karışmıştır.
Bir diğer vitrinde ise Beyaz Saray ve George Washington’dan Richard Nixon’a kadar ABD Başkanları’nın oyuncakları görülüyor.
Bir de Tren Odası var ki, ne güzel düzenlenmiş anlatılamaz. Gerçek bir tren kompartmanı içinde sergileniyor trenler. Devlet Demir Yolları’nın Sakarya’daki bakım ünitelerinden sökülen tren koltukları, kapı ve pencereler, masa, imdat freni, merdiven gibi parçalar bu odada birleştiriliyor. Türkiye’de demiryollarına verilen önemin azlığından dolayı tren oyuncaklarının da diğer ülkelerin yapımı olan tren oyuncaklarının yanında çok basit kaldığı görülüyor.
Empire State’in yapıldığı tarihte yapılan bir maketi de bulunuyor burada.
En sevdiğim kısımlardan biri olan hastane vitrininde sıra. Tam donanımlı bir hastane, doktor, hemşire figürleri, çeşitli ambulanslar… Ambulansların birinci dünya savaşı sırasında daha fazla, daha etkin bir biçimde kullanıldığını biliyoruz. Hemingway’in de o dönem ambulans şoförü olduğunu buradan bildireyim dipnot olarak.
Ama ama ama, en sevdiğim, en bayıldığım kısım oyuncak evlerin olduğu kısım. Oyuncak evler, dollhouse diye tanımlananlar, ilk başlarda oyuncak olarak değil de evin görünüşünü göstermek amacıyla kullanılıyormuş. Daha sonraları oyuncak olarak üretilmeye başlanmış.
Dönme dolaplar, İngilizce’de Ferris Wheel olarak bilinen şeyler… Adını, yapımcısı George Washington Ferris’ten almış. ABD’de yaşayan Ferris, Chicago’da 1893 yılında açılan uluslararası bir fuarda sergilenmek üzere 75 metre çapında ve 2200 ton ağırlığında bir dönme dolap yapmış. Yaklaşık 2160 kişi taşıyabiliyormuş.
Atlıkarıncanın İstanbul’da boy gösterdiği ilk günlerde adı atlı karacadır. Bunun nedeni, bir at ile bir karacanın yan yana oluşudur. Erkek çocukların ata, kız çocukların ise karacaya binmesi düşünülür. Ne var ki kız çocuklar da ata binmek isteyince karacalar kaldırılır ve yerlerine at konulur. Böylelikle atlı karaca, atlıkarıncaya döner.
2. Dünya Savaşı’nın anlatıldığı vitrinler de mevcuttur. Bir kısımda Hitler’in askerleri selamladığı vitrin, bir kısımda 2. Dünya Savaşı’nın vitrini.
Noel Baba’nın bir şiirden çıktığı gerçeği var bir de ortada. 1822’de Amerikalı şair Clement Clarke Moore’un yazdığı bir şiirden esinlenerek karikatürist Thomas Nast 1863’de Noel Baba çizimlerini yapıyor ve bugünkü haline aslında Coca-Cola’nın reklamı için hazırlanan çizimleriyle geliyor.
İlk Miki Fare oyuncak, 1926 tarihinde ABD’de yapılıyor. Adı Mickey Mouse olan siyah beyaz renkli tahta fare çocukların karşısına ilk kez 1928 tarihinde bir çizgi film karakteri olarak çıkar. İki yıl sonra bez bebek görünümünde ilk oyuncağı yapılır.

http://www.youtube.com/watch?v=zK30E3D7OzA

20 Aralık 2012 Perşembe

Kar ve Kitaplar


Kar devam ediyor önümüzdeki günlerde Sibirya soğukları da gelecekmiş. Bu daha fazla kar manasına geliyor.Şuan; elimde kahvem, masamda kitaplarım, camın önündeyim ve kulaklarımda kocaman sevdiğim şarkılar.. 
Hayatımın vazgeçilmezlerinden biridir kar. Kış demek kar demektir benim için. Karsız bir kış düşünemiyorum nedense. Soğuğu ve yağmuru kıştan saymıyorum. Bir kışsever olarak sıcaktan çok soğuğa, kara düşkünümdür. Aşırıya kaçıp, zarar vermediği sürece güzeldir kar. Bir kar tanesini elinize alıp dikkatle baktığınızda ne kadar ince ve zarif şekillerinden oluştuğunu görürsünüz. Karın altında sessizliği ve adımlarımın çıkarttığı sesi dinleyerek saatlerce yürüyebilirim karın altında.
İstanbul ne güzeldir karda. Nazlı bir gelin gibi süzülür gözlerimin önünde. Galata, Eyüp, Çamlıca,Kadıköy, Beşiktaş eski yeni her semtinin ayrı bir güzelliği vardır. Çirkinlikleri de bir süreliğine örter kar. Güzeldir karda şehir hatları vapuruna binip Boğaz'ın donuk mavi sularında bir yakadan diğer yakaya geçmek. Kıyıları seyrederek  sıcak çay yudumlamak.
Ya da Haydarpaşa'dan trene binip (ki artık çok az kaldı bitmesine) raylar boyunca sallana sallana gitmek. Şehri birde tren camından görmek. Sonra eski kırmızı tuğla duvarlı bir istasyonda inip tekrar geri dönmek.
Ya da kendi evinizin camından mis gibi Türk kahvesi veya dumanı üstünde yeni demlenmiş çay eşliğinde seyretmek lapa lapa yağan karı. Belki sevdiğiniz bir kitabı okumak, bir film seyretmek.
Yahut evinde sıcacık soba (kalorifer) yanarken  kulağınızda onun çıtırtısına eşlik eden güzel bi ezgiden başka çıt çıkmayan odanızın camının önünden ellerinizde kokusuyla başınızı döndüren en sevdiğiniz bardağınızda sıcacık kahvenizi yudumlarken yere düşen beyaz kristalcikleri izlemek. Belki güzel günleri hatırlamak, yeni hayaller kurmak ve şehrin işgal edip üzerini örten beyaz örtüde yansımaları fark etmek.
Doyasıya keyfini çıkartmak....
İster bir fincan kahve eşliğinde ister ince belli bardakta bir çay...
Ve sayfalarında kar tanecikleri uçuşan kitapları okumak :)
"Hala Slovenya'da tatil yapıyorum, bol bol kar yağdı, ışığı ve göz alıcı beyazlığı ile kar artık bakışlarımın bir parçası haline geldi. Vadiye döndüğümde eminim bunun boşluğunu hissedeceğim.: Doğaya en çıplak döneminde eşlik eden kahverengi ve grilerin hüznüne katlanmak daha da güç olacak. Karlı manzaralar bana müthiş bir dinginlik, saygı duygusu veriyor. Ne tuhaftır, ben bir deniz kentinde büyümeme karşın, dağ bana her zaman çekici gelmiştir. Konuğu olduğum Mauro, doğum yerlerinin önemli olmadığını, insanların deniz tipi veya dağ tipi diye ikiye ayrıldıklarını söylüyor. İnsan böyle doğar ve davranış coğrafi bir yatkınlıktan çok, ruhsal bir yatkınlıktır..."  
Susanna Tamaro "Sevgili Mathilda İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum"
"Tipi biraz dinmişti. Kar da azalmışa benziyordu. Pek zor görünmüyordu yolculuk. Taze gübrelerin alaz alaz koyulaştırdığı sokaktan geçtiler. Çamaşır asılı evin önüne vardıklarında beyaz gömlek yalnızca bir kolundan kaskatı asılı duruyordu. İç paralayıcı uğultular çıkaran söğütlerin de yanından geçince kendilerini gene kırların ortasında buldular. Fırtına dinmek şöyle dursun, hızını daha da artırmışa benziyordu. Kardan yol iz belli değildi, ancak işaret direklerine bakarak buluyorlardı gidecekleri yönü. Gelgelelim rüzgarın karşıdan esmesi direkleri görmelerini hayli güçleştiriyordu.
Vasili Andreyiç işaret direklerini kaçırmamak için gözlerini kısıyor, başını eğiyor, ama yolu bulmayı daha çok ata bırakıyordu. Atta tam güvenilecek hayvandı doğrusu. Ayaklarının altındaki sert yolun dönemeçlerine uyarak bazen sağa, bazen sola kıvrılıyordu. Kar ve tipi şiddetini iyice arttırdığı halde kızaktakiler kah sağda, kah solda işaret direklerini görmeye devam ettiler..."
Tolstoy   "Efendi ile Uşağı"
"Kar durmuştu. Hafif bir sis yakınlaşmakta olduğum sarayları ve kuleleri örtmüştü. Sonradan bu sisin, kentin sabah ve akşam makyajının bir parçası olduğunu öğrenecektim. Onun yanına yaklaşırken, sessiz ve hüzünlüydü
Prag. Tuhaf atmosferi beni kıskıvrak yakalayıvermişti. Gözlerim uzaklara gidiyor, bir kule, bir saray parçası, bir değişik gökyüzü dilimi yakalamaya çalışıyordum taksinin içinden, oturduğum yerden..."
Nazlı Eray  "Kayıp Gölgeler Kenti"
"Sabah daha şehir yeni uyanırken yağan kara aldırmadan Atatürk Caddesi'nden aşağıya, gecekondu mahallelerine, Kars'ın en fakir semtlerine, Kalealtı Mahalle'sine doğru hızlı hızlı yürüdü. Dalları kar tutmuş iğde ve çınar ağaçlarının altından hızlı hızlı ilerlerken pencerelerinden dışarıya soba boruları çıkan eski ve yıpranmış Rus binalarına, odun depolarıyla elektrik trafosu arasında yükselen bin yıllık boş Ermeni kilisesinin içine yağan kara, buz tutmuş Kars çayının üzerindeki beş yüz yıllık taş köprüden her geçene havlayan kabadayı köpeklere, kar altında iyice boş ve terk edilmiş gözüken Kalealtı Mahallesi'nin küçük gecekondularından tüten incecik dumanlara bakıp öyle kederlendi ki gözlerinde yaşlar birikti..."
Orhan Pamuk    "Kar"

8 Aralık 2012 Cumartesi

Rüzgârla Konuşan Adam


Eski acılara bakıp da küsme sevdalara; gavura kızıp da oruç bozulmaz.Sök at kafandan ''acaba''ları.Bir kemik aynı yerden,iki defa kırılmaz.Koştuğum sokaklarda, zor yürüyorum bugün..Omuzlarımda kötü anılar, sol cebimde yıpranmış rüyalar..Şimdi çok gerilerde bıraktığını sandığın geçmişinin sokaklarında gezin. Sohbet et kendinle,ve sonra hayatı bir tüy gibi avucuna alıp üfle…Senin yanında olan tek insan bendim ya tüm yaptıklarına rağmen; şimdi boğul yalnızlığında bir başına.Artık bende yokum.Hava epey soğuk ki kar yağıyor. Yürüyorum ama üşümüyorum. En yakın arkadaşlarımdan biri İzmir yolcusu, veda var ondan sanırım; "vedalar acıtır" sonuçta. Şu anki hayatıma bi baktım da özetleyecek olursam; nezaketen yaşıyor, durmadan yürüyor, kahveyi çok ama çok seviyor ve giderek yalnızlaşıyorum..Düşünmem gereken şeylerin çokluğundan olacak ki adımlarım bir karıncanınkinden ağır. Yağmur eşlik ediyor yalnızlığıma yürürken. Rüzgar esiyor yüzüme doğru; gözlerinle içimin ücra köşelerinde yaktığın ateşi oda biliyor olsa gerek. Yağmur yağıyor mavi şehrime; insanlardan, kalabalıktan ayrı yürüyorum. Her damla da sen düşüyorsun yüreğime. Mavi şehrin sokaklarında damlalarınla kayboluyorum..Ne yeminler bozdum geceler büyürken sensiz, tarifi imkansız. Malumun olsun; ben sende geceyi sevdim. Hep aynı sessizlikte buluyor beni gece. Bu ilk değil elbet ama sanki daha bi düşündürüyor beni; rüzgar içimdeki ateşi bilerek esiyor sanki yüzüme, yıldızlar bana bakıyor sanki gözlerime. Herşeyi düşünmek şimdi, şu vakitte en baştan. Sanırım en iyisi güzel bi kahve alıp dolunayın ışığında, bahçede geceye bırakmak kendini; gece söyler belki bilmediklerimi, bilemediklerimi..Gözlerimin içine girdiysen; ya orda yaşamayı bileceksin, yada gözyaşlarımla akıp gideceksin. Senin bu yaptığın korsan bir eylem sevdiğim bilesin; kirpiklerime takılıp kalmakta nedir? Düşünüyorum, bulamıyorum. Uykularımı kaçırıyor gecelerin sessiz gürültüsü. Dışarı çıkmak istiyor canım, tek başına haytalık etmek. Boş caddelerde dolaşmak, ıslık çalıp şarkılar uydurmak kendi kendine. Hayatın atadamarlarında dolaşmak; bölmeden şehrin uykusunu. Gitmek istiyor canım; hayatın gittiği yere..Hep aynı sessizlikte geliyor gece. Var gibi ama yok, net gibi ama puslu. Sinir bozucu, uyutmayanda bu. Abi gece olmasın nolur ya; gündüz herşey çok güzel falan tamamda, şu saatlerde soluk borunu kesen o iğrenç hissin tarifi yok işte. Çünkü yüreğim üşüyor sevdiğim, söyle hangi mevsimine yazdın beni? Yapraklarım dökülüyor, baharlarında bulamadım kendimi..Hayallerimiz.. Kurduğumuz hayaller aslında cam kadar gerçek. Ve cam kadar şeffaf; hem içini hem dışını görebiliyoruz. Aynı zamanda cam kadar kırılgan. Kırıldığında da asla eskisi gibi olamayan ve elimizde, önümüzde kaldıkça bize daha fazla acıdan başka bişey vermeyen hayallerimiz.. Hepsi bize bağlı oysa; onları yıkmak, kırmakta yeniden kurmakta.Kaçıyorsun, hep köşelere saklanıyorsun. Köşeler ilk akla gelen yerlerdir. Saklambaç oynamadın mı sen hiç? Bir renk geliyorsun bana. Bir zamanlar söz vermişsin.. Söz veren bir renk duydun mu sen? Vazgeçemediğim kalemlerim var. Kalemlere bölünüyor günlerim. Günlere ayrılıyor kalemlerim. Aklımdan çıkmıyorsun dedim, başka türlüsünü yorgunum anlatmaya. Ağlarım aklıma geldikçe gülüşlerimiz. İnsan aciz mi kalıyor ne, gözleri geriye takılınca?Üzülen değerli olduktan sonra haklı olmanında bir önemi kalmıyor. Dilimden düşmeyen insanların her defasında gözümden gönlüme düşmesi çok acayip. İnsan yoruluyor bazen yalnız başına sevmekten. Ve öyle anlar oluyorki, beklemekten yorulduğun kadar bekledikçe kırgınlığın artıyor. Bana ait ne varsa hepsi seni korkutuyor. Sana ait ne varsa hiçbiri benim değil.Şu sıralar durup dururken hiçbir alaka yokkken sen geliyorsun birden aklıma. Okuduğum bi kelimede mesela.Sonra senli günler ve bensiz kareler.Birden bişeyler beliriyor kafamda doğrulukları muamma.Akabinde sıralanan "acaba"larıyla. Meğer ne çok sorum varmış sana.Ve şimdi yazılar yazdırsanda bana, düne baktığımda eskimiş sahneler kalıyor sana.Hayale dalıp yerinde saymak gibi..Salıncaktayken gözlerini kapatıp uçtuğunu varsaymak gibi..Ben ve sen diye iki zamirin 'gibi'siydi.Gibiler ülkesinde gibi gibi sevme beni.Önceleri bu kömür karasına bulanmış beyaz sayfalarla dolu gecelere çokda sık rastlanmazdı hayatımda.Şimdi suratsız sabahlar, sabahsız günler, uykusuz geceler.. Geceler karanlıktır oysa ve sen bilirsin karanlıktan korkarım ben aslında.. Ben ellerine tutkun, o elleriyle yaptıklarına bakan gözlerime.Peki, söyle; nereye gidiyor bu gemide bu hikaye?İstanbulum; gitmeliyim. Bırak o tek kanatlı martım, o deli aşkım; içimdeki o uslu, o yalnız çocuğun cebinde kalsın. Şehrin üstüme kilitlediğin kapılarını açda gideyim. Kalbimin zincirlerini çöz de gideyim. Bırak beni gideyim. Konuşamayız seninle. Şimdi yaz.. Bu mevsimde insan, aslında ne denli mutlu olabilecekken o denli mutsuz olduğunu anlıyor. Öyle bir mevsimki, sevinirken bile insanın içi acıyor, umuda koşarken bile gecikmişliğini da çok hatırlıyor, içindeki boşluğun büyüklüğünü anlıyor. Kendisini hatırladıkça, kendisinin ne denli kaybolduğunu hissediyor.Günler günleri kovalıyor. Günler günleri aynen tekrarlıyor. Yoruluyorlar. Yaşamaktan değil, yaşayamamaktan yoruluyorlar. Olsun. Ne kazandığın başarılarda takılı kal ne de hatalarında ısrar et.Bunların yerine yeniden başla; şimdinin her değerli anında yeniden başla.Özlediğim insanlar var, aşık olduğum şehirler var, zamansız ağlamalarım var. Yani bildiğiniz gibi değil. Kendimden tek beklentim, hiç kimseden bir beklentim olmaması. Oysa söylemiştim sana; ne öncenle ne sonranla karıştırma beni. Bişeylere benzeterek, hayat telaşı arasında olmaz aşk. Gibiler ülkesinde gibi gibi sevme beni.Çok bekledim; geceler büyürken sensizliğin sessizliğinde. Ben hep bekledim, yine bekliyorum. Oysa sen hiç inanmadın "biz"e; ben benim inancım, umudum yeter sanmıştım ikimize. Yanılmışım.. Benimde umudum azaldı sevdiğim, tükeniyor inancım. Ben "biz"e olan inancımı kaybediyorum. Bil istedim; çok uzadı, çok büyüdü geceler sevdiğim.
Ne zaman seninle olsam tanıdık bir kuş cıvıltısıyla uyanırdım sabahları. Hissederdim, duyardım. Şimdi ise kırılgan mektuplar yazıyorum; hangi adrese bile göndereceğimi bilmeden. Malumun olsun diye söylüyorum; ben sende ülkemi sevdim, hüzün dolu yağmurları. Ben sende yolları sevdim; dallarına hiç bir kuşun konmaya bile yanaşmadığı ağaçlarla kaplı yolları. Ne yeminler bozdum geceler büyürken sensiz, tarifi imkansız. Malumun olsun işte ! Ben sende seni sevdim, beni sevdim; ben sende "biz"i sevdim..
Gündüz gürültüsüyle duymuyorda insan, gece sessizliğinde pek bi fazla yankılanıyor kalbin sesi. Geceler hep aynı sessizlikte gelmeseydi, belki daha az sevebilirdim seni..Uyuyamıyorsan berbat bi hayatın vardır. Uyanmak istemiyorsan da berbat bi hayatın vardır. İçimdekileri yazmaya kalksam, sayfalarca yazasım var. Ama yazmaya takatim yok. Kendimi, yıldızlara bakarak geceye bırakıp sadece sessizliğin arasında uyumak istiyorum. Düşünmekten yoruldum. Yani senin anlayacağın sevdiğim; hep aynı sessizlikte gelen gecelerden bi hayli yorgunum..
Odanın içinde, varlığına yıllardır aşina olduğun bir eşya gibi sessizce kaybolarak seni izlemek ve başının üzerinden sonsuzluğa akıp giden düş bulutlarında şekillenen her sözü, yüreğimde senin için büyüttüğüm şiire mısra yapıp eklemekti seni sevmek. Çünkü ayrılık ve biz aynı cümlede duramıyoruz, devriliyor cümleler, kuramıyoruz. Günler günleri kovalıyor. Günler günleri aynen tekrarlıyor. Yoruluyorlar. Yaşamaktan değil, yaşayamamaktan yoruluyorlar. Özlemekten saçmalıyoruz bence biz bazen. Bu yüzden sen mazur gör telaşımı, çok beklemiş sözleri dile dökerken bir düzene koymak zor oluyor.Hayattan zaman çalıyorum.Ben ondan kalbimin saf kalmış yanlarını çalıyorum.Onun benden ne istediğini bilmezden geliyorum.Bu yüzden gecikiyorum hem kendime, hem hayata.Zamanın dışındayım aslında.Herşey en sonunda gelip bende toplanıyor, ama önümde olup biten hiçbişeyi değiştirmeye gücüm yok esasında.Gülümsüyorum; seni sevip hissetmem için seni sahiplenmem gerekmiyor.Ordasın ve varsın işte.Nereye gitsem içimde hissediyorum seni; hayatın bütün renkleri yüzünde.Gülüşüne, gözlerine ömrümü sığdırdığım adam iyiki varsın; gülümseyerek, acı çekmeden özlüyorum seni..İçimin ışığından korkar oldum; çünkü bir tek geceleri yakabiliyorum onu. Ve o, üzerini örttüğüm ne varsa tümünü bi şekilde bulup aydınlatıyor bir bir. Kendime söyleyemediklerimi bile. İçimdeki bu boşluğu zamanın kapatacağını sandım. Kendimi buna inandırdım. Böylece kopardım beni benden, beni senden. Da doğrusu kopardığımı sandım. Ayrılık değil, özlemek hiç değil; asıl en kötüsü, bu giderek büyüyen boşlukmuş. Hangi adrese bile göndereceği bilinmeden yazılan kırılgan mektuplarmış.. Ve evet seni özlüyorum. Ama şimdiki seni değil. Beni önemsediğin zamanlardaki seni. Öyle yanlış bir durakta nefeski gece; ben seni en çok karanlıkta kaldığım zamanlar özlüyorum.. Ve şimdi kaçmak istiyorum umarsızca, nereye olursa olsun. Yine özlediğim sen olup gelir misin benimle?
Babamın küçük kızıydım ben. Elinden tutup bakkala götürdüğü, şeker alıp mutlu ettiği küçük kızı. Küçücük bir kızdım ben kanayan dizleri olan, pembe pembe elbiseler içinde saçı iki yana örülüp prenses ilan edilen. Yetmedi bana bu mutluluk büyümek istedim. Ve bir gün geldi büyüdüm. Babam artık elimden tutmuyor, şekerle alınacak bir gönlüm bile yok. İnsan kanayan dizlerini özler mi? Ben özledim.Bedenimin de solcusuyum; şüphesiz bir yürek mevzu, senperyalist fikrin aykırılığında. Ve inanırımki iki kişilik bir devrimdir aşk.Şimdi mi? Kocaman bir boşluktayım ben. Ne o boşluktan çıkabiliyorum, ne de o boşluğu doldurabiliyorum. Sürekli oyunlar oyunlar. Ben bu oyunu bozamamki.. Gitmek bir eylemdir unutmaksa koca bir devrim. Ve ben çok solcu gördüm, tanıdım ama kimse senin kadar devrim yapmadı, yapamadı solumda gülüşüne, gözlerine ömrümü sığdırdığım rüzgarla konuşan adam.


http://www.youtube.com/watch?v=XNf9wkHNdXI

7 Aralık 2012 Cuma

Sen Bana Yangın Ol Efendim Ben Sana Rüzgâr



Ben sizi sevdim efendim ! 
Sadece ikinci çoğul cümlelerden bakmak zorunda olsamda size, 
Ben sizi gizli özne gibi ellerimde sakladım efendim. 
Sizden gidebilmek adına, kaç kez sınıfta kaldım bilmiyorum ama; 
Birinci dereceden çok yanıklar aldım. 
Ben sizi sevdim efendim ! 
Gözleriniz içine baktığımda her defasında yaprak misali titrerdi yüreğim.
Yağmur tanelerini karanlık akşamlarda tek tek sayacak kadar,
Yahut güneşli bir günü gözlerinizde yaşayacak kadar.
Ben size geç geldim, siz bana erken. 
Ben sizi sevdim efendim ! 
Uykusuz akşamlar geçirip bir kez güldüğünüzü görmek pahasına. 
Yağan yağmur yalnızlığımmış meğer, dindim. 
Ben sizi sevdim efendim ! 
Gözlerinizi görmek uğruna kaç şeyi yok saydım geldim bilmiyorum ama; 
Matematiğimin ikinci dereceden karıştığı çok oldu. 
Veya kimyamın reaksiyonlarını bıraktığım. 
Ben sizi sevdim efendim ! 
Kimse bulup çıkaramasın diye kalbimin en ucra kuyularına attım sizi. 
Bazen kendime şaştım; düşüncelerimin denizinde boğulurken. 
Ben sizi sevdim efendim ! 
Bu aşkta ya bir hırsız vardı, ya da hep geri saydım. 
Biri sizi ya hep çalardı gözlerimden, yakalayamazdım; 
Ya da dudaklarınıza hep beş kalırdım, dokunamazdım. 
Ben sizi sevdim efendim !
Ah ışıklar içinde kaldım, yandım. 
Siz bana yangın olun efendim, ben size rüzgar. 
Tutuşsun gün, yansın geceler zamanımız dar.
Ben sizi sevdim efendim ! 
İnanmayı yitirmek pahasına. 
Sizi öyle böyle sevmedim efendim ! 
İnanmadınız çünkü. 
Hadi şimdi gidiniz ! 
Beslediğim aşk, biliyorum bir gün oyacak gözümü. 
Gönlümde size açtığım kapıyı kapatırken yavaş olunuz, şimdi. 
Kırılmışlıklarım artsın istemem daha fazla. 
Bir tek ricam var sizden zinhar; 
Şimdi ve bundan sonrasında, efendim hep kalınız sağlıcakla..

1 Aralık 2012 Cumartesi

Islak Sokaklar Mevsimi



      Islak sokaklar mevsimindeyiz artık. Güz hüzün habercisidir doğasında; anlayacağınız hüznüyle geliyor güz ve nitekim geldi. İstanbul yine biraz ıslak, yine biraz gri, serin de aynı zamanda.  Böyle gri ve ıslak günler insanların eve kapandığı günlerdir, dolayısıyla şehir size kalır. Bu kalabalık şehre hüzün yağar bu zamanlar. Yalnızlık yağar caddelerine bardaktan boşanırcasına. Radyolarda eski şarkılar çalınır gönül penceresinden ansızın bakıp geçenlere doğru. İşte o zamanlarda gitmek istiyor canım; gecenin uykusunun içinde yanan birkaç sokak lambasının sarı ışığıyla aydınlattığı sokaklarda haytalık etmek, boş caddelerde dolaşmak; sonra vitrinlere, sinema afişlerine, sokak isimlerine, telefon kulübelerine sığınmış çocuklara “merhaba” demek istiyorum sessizce işte. Islık çalarak şarkılar uydurmak istiyorum kendi kendime, sahilde martılara simit atmak; gitmek istiyor canım hayatın gittiği, beni götürdüğü yere; hayatın atardamarlarında dolaşmak istiyorum bölmeden gecenin ve şehrin uykusunu. Ben rüzgarı severim hep rüzgarla konuşan bir adam vardı düşlerimde; hem şimdi yağmurda var çok sevdiğim rüzgarda. Yağan yağmurun altında doyasıya ıslanmak, yağmurla yağmur olmak adeta. Yağan bir yağmurda huzur bulmak gibidir bazen vuslat.
      Güz zamanlarında ikiye ayrılır insanlar. Darmadağın saçlar, ıslanmış yüzler hep yere bakar. Yağmurdan hoşnutsuzlar içlerinin isyanını ayak topuklarında hızla biriken sulara vurarak, yerin etkisiyle sekip ayaklarına çarpan damlalara aldırış etmeden kaçışanlar. Onların her adımları yalnızlığa uzanırken yinede hızlı atılır adımları, koşulur sokaklarda az ilerde huzura kavuşacaklarmış gibi. Ha ve birde kulaklıklarındaki ezgilere sığınmış, karınca adımlarıyla her damlayı hissetmek istercesine tek tek sayarak aklındakileri aktaranlar yollara. İşte onların mevsimidir bu güz. Yağmurla yağmur olduktan sonra içlerini ısıtmak için oturduklarında bir köşeye kahveleri bile dert yüklenir, çayları her mevsime göre daha bir demli. Onlar ya unutulan sevgililerini hatırlarlar ya da hatırlanan sevgilileri unutmaya çalışırlar. Böyle geçip giderken bu mevsimde yağmur damlaları arasından vitrinleri az sulu rakı gibidir bu şehrin. Kısaca herkes kendi türküsünü söyler bu mevsimde sokaklarda. Tophane demli bir çay ikram eder yağmur sonrası soğumuş yüreklere, Eminönü oturmaya gelir kuşlarıyla, aşk böyledir derken Galata tüm şehir birlikte ağlar aşıklarına. Yaprakları yeşil değildir artık bu şehrin, sarı renkleri soğukluk veriyor yüreğime işte daha bir üşüyorum sanki. Ellerim hep soğuktur benim ama sanki bu mevsim ayrı bir buz kesti. Bana göre her yılın en zor mevsimidir güz. Onun soğukluğunu hiç atamam ben üstümden; ölüm gibi. Çünkü anlamaya başlarım kaçtığım her şeyi inanmayı yitirmek pahasına.
      Öyle bir an geliyor ki, susuyorsun. Sanki konuşmak istesen dilinden tek kelime çıkabilecekmiş gibi. Görmek istesen gözün güzelliği görebilecekmiş gibi. İşte öyle zamanları toplayıp sana bir ben biriktiriyorum. Çocukluğumun en masum gülümsemelerini kimseye elletmiyorum, sana aitler. Beklemek… Ne zor bir kelime. Olur ya elin gider kâğıda, kaleme. Yazamazsın. Yazarsın, kendine bile okuyamazsın. Özlemekten utandığın oluyor mu? Bu ne biçim yangın dediğin? Gözümü kapasam da bir gün daha geçse dediğin mesela? İnsan hüzünsüz yaşayabilir mi?“Allah sabredenle beraberdir” diyor ya Kitap, korkumdan sabrettiğim oluyor yalan yok. İçim içimi kemirip de sabrediyormuş gibi yaptığım bazen, sanki ellerim yetermiş gibi duygularımı kapatmaya. Deniyorum, yetmiyor. Bu şehrin yağmurlarıyla birlikte taşıyor yüreğimden deli seller gibi işte. Gelecek derdim ben hep; güzel günler gelecek, bu korku neden? Ne var ki, geleceğin daha fazla karanlıktan başka vaadi yok bizlere. Sonra durup uzun uzun susuyorum, zaten konuşmak istesem de dilimden tek kelime çıkmıyor. Ama o gülümsemeler, onlar hâlâ sana aitler.
     Güz bir yürek yangınına düşer hep nedense. Sanki o sokakları ıslatan damlalar yürekleri aketmek için akar. Gecenin kör karanlığında şiddeti yürek hoplatan bir yağmurda şimşek yürürken damarlarına o damlaların şarkısı dünyanın en güzel ezgisi olur kulaklarına.  O sıralar sonbahar vurmuş hasretlerde yeşil kalan aşıklardan olursun sen özlemlerini anımsarken aklının labirentlerinde. Kelimeler bazı anlamlara gelmez hani sonra bir kahve yudumlayıp, bir şarkı açarsın, susarsın ve o şarkı senin söylemek istediğin her şeyi söyler; işte “Güz şarkıları”dır onlar.
      Ne yazarsın böyle deme; sessizce ruhuma üfleneni yazan bir kâtibim ben. Nice kelimelere gebe kalan, onları ince ince tartıp, sonunda kalemi mürekkebe batırıp yaz deneni yazan bir kâtibim. Ben sesim, ben soluğum. Leyla’yım ben, Zühre’nin duasıyım. Doğayı okur gibi, ağacı, yaprağı, insanı okur gibi okunmayı bekleyen bir nesirim, nazımım. Açtım kollarımı bekliyorum. Sen gelince bahar gelecek, sen gelince yağmur duracak. Kalemle nefes bir olacak. Gece güne dönecek öyle ya! Aslolan sözdür sevgili, gerisi beyhude.
      Güneş gözüne doğar ya bazen, yani öyle gelir uykunda sana. Ama güneş benim tam gözümün içine doğdu bugün. Balkona çıkıp yalınayak sokağı seyrettim. Biraz gülümsedim. Biraz içim serinledi, biraz soğukkanlıydım. Güz değildi sanki bugün. Aylardan beri uyuklarken minik bir buseyle hayata dönmüş gibiydim biraz. Bugün, güzel bir gün hislerimce. Bugün yağmur bile yağsa gökkuşağı çıkar ardından. Bugün rengârenk düşler görüyorum gözümün değdiği yerlerde. Bugün hiçbir çocuk üzülmüyor gibi hissediyorum. Anlam yüklemeden bakıyorum etrafıma, insanlardan beklentilerimi yok denecek kadar aza indirgiyorum bugün. Uyandığım saatte normalde uyur olurdum, bende adımların küsmesinde zaman dolsun diye oturdum biraz kendimle konuştum: Elinin değdiği her şeyi insanileştirmeye çalıştın. Her şeye can vermek istedin ellerinle. Bir yazara ait okuduğun ilk kitap, filmlerini dizmek için özenle duvara monte ettiğin küçük raflar, dergiler, yeni elbiseler, sevdiğin insanlar. Eğer merhametin olmasaydı nasıl algılardın dünyayı? Hep mutlu olsaydın nasıl bilirsin tüm bunların kıymetini? İnsaniyetine sığındığın geceler geçirdin. Kâbuslarından korkup uyuyamadığın geceler, hep ‘en uzun gece’ler oldu. Güz mevsiminin rehaveti çöktüğünde sabrın zayıfladı. ‘Hava güzel olsaydı yapardın’ lar arttı. Mevsim böyle zor olmasa sokakta gözünden kaçmayacak şeyler kaçırdın. “Günler bazen hızlı geçer bazen beklersin hiç ilerlemez” dediğin çok oldu. Bunun mevsimsel bir açıklaması yoktur her zaman. Ama öyle ya da böyle dünya döner. “Elbette acı çekeceksin, görmenin bedelidir bu. Elbette için korkuyla dolacak bazen, yaşamak demek tehlike içinde olmak demektir. Büyümek zordur” demişti babam bir keresinde ne kadarda haklıymış.
      İnsan etten kemiktendi. Duygu kavramının bilimsel bir açıklaması yoktu. Adı konmuş öyle bilinen birkaç hissiyat vardı sadece. Korkmak mesela, düşünmek vardı. Hissetmek vardı sonra. Bir mevsime anlam yüklemek iç rahatlatmaktır. Bahar, güzün ardından yeniden doğmak gibidir mesela. Güne gülerek başlamak, erken uyanmak, soğuğun verdiği kasvetten arınmak gibidir. Toprakta yeşeren her çiçek, içinde büyürmüş gibi mutlu olursun, günler uzun, günler aydınlıktır. İşte bu bahar başka olacak. Yeni hayaller, yeni fikirler, yeni insanlar. ‘Bu yıl her şey başka olacak’ her yeni yıl gibi. Radikal kararlar alacaksın, yapamadığın şeyleri yapacaksın, unuttuğun dostlarını hatırlayacaksın, hatta bazen uzak durduğun kalemine yeniden sarılacaksın. Bu yıl her şey başka olacak. Bu güzün kapıları bahara açıldığında hayatında kapıları bambaşka bahçeler vaat edecek sana; hissediyorum. Ama şimdi mevsim güz. Nasıl bir çelişki? Hem her yerde, hem hiçbir yerde; hem her şeyde, hem hiçbir şeyde. Güzün getirdiği hüznünü sıcak çayınla karşıla. Otur karşısına damlalar sek sek oynarken camının önünde sen al hüznünle sohbet et hikayelerinle. Hüzünle mutlu olmayı bilmek gerek.Ne diyor Oğuz Atay; “Düşünmek, hayatı ne karmaşık bir duruma sokuyor. Bir cümle kaldı yalnız aklımda: güzel bir gün ve ben yaşıyorum.”

http://www.youtube.com/watch?v=ejCGWXDLJm8