26 Ağustos 2014 Salı

Karadeniz'in Diğer Yarısı: Batum


 Hopa’yla Batum komşu şehirler. Aklıma geldi Pazar günü, kalktık uzun zamandır aklımızda olan planımızı gerçekleştirdik en sevdiklerimle; baktık ki gerçek olacağı yok hadi dedik, yakınlığından dolayı ve vakit azlığından günübirlik gidiverdik. :) Vaktiniz olduğunda gidin gezin. Pişman olmazsınız.
Karadeniz'in doğu kıyısında bulunan ve Sovyetler'in etkisinden halen tamamen kurtulamamış, yavaş yavaş toparlanıp yeniden yapılanmakta olan şehri görmek için oldukça heyecanlıyız. Burası kumarın serbest olması ve Karadenizli Türkler tarafından çokça tercih edilmesi nedeni ile Laz Vegas diye de anılıyor. Gürcistan Türklerden vize talep etmiyor, hatta sınır kapısından 15 TL'ye seyahat formu alarak pasaportsuz sadece kimlikle geçiş de mümkün. Tabi Batum'da otelde kalınacaksa kayıt işlemi için pasaport mutlaka gerekli bunu unutmamakta fayda var.
Batum'da havaalanı bulunduğu için İstanbul'dan direk uçuşla Batum'a ulaşmak mümkün. Ancak Hopa’da bulunduğumuzdan ve Batum hemen Hopa-Sarp sınırında bulunduğundan otobüsle Batum'a geçmeye karar veriyoruz. Ayrıca Trabzon'da otogardan büyük firmalar dahil birçok otobüs firması Hopa'ya Sarp sınır kapısına kadar gidiyor, Batum ise Sarp sınır kapısının hemen öbür yanı. Elbette kendi özel aracınızla geçmeniz de mümkün; tek şart arabanız için de 1 kişilik ücret(15 TL) daha vermeniz.
Sınır kapısına geldiğimizde de orada ineceğimizi, sınırı kendimiz geçtikten sonra başka ulaşım aracı ile devam etmemiz gerektiğini söylüyorlar. Otogarda Batum'a gitmeyi vaat eden firmalara inanmayın, onlar sınırı geçseler bile yaya geçmek daha uzun süre aldığı için yaya geçen yolcuları diğer tarafta beklemiyorlar.
Unutmadan Batum Hopa arası 38 km Hopa Sarp arası 18km Sarp Batum arası da 20km olarak bölünebilir. Sarp sınır kapısına vardığınızda 15TL'ye bir belge alıyorsunuz buna yurtdışı çıkış mührü vuruyorlar ve 10 dk içinde yürüyerek Gürcistan tarafına geçmiş oluyorsunuz. Daha önceden yürüyerek sınırdan geçmediyseniz ilginç bir tecrübe bir kaç yüz metre yürüdüğünüzde dil alfabe para birimi herşey bin anda değişiyor.
Sınır kapılarında sabahlara kadar beklemeler dünde kalmış. Gürcü pasaport kontrol noktasında hiçbir zorluk yaşamadık. İlk kez bu sınır kapısından geçenlerin bilgisayara kayıt işlemleri biraz uzuyor. Onun haricinde her şey yolunda gitti. Eğer yaya geçiyorsanız sıra beklemezsiniz her iki tarafta da işlemleriniz 5dk sürüyor ve 10dk içinde diğer tarafa geçmiş oluyorsunuz. Araba ile geçiyorsanız biraz sıra oluyor.
Gürcistan tarafına geçtiğinizde iki aslında üç opsiyonunuz var Batum'a gitmek için. Sınır kapısının diğer tarafında Batum şehir merkezine giden otobüs, dolmuş ve taksiler bulunuyor. Minibüse binebilirsiniz fiyatı 1Lari. Gürcistan para birimi Lari isim olarak da değer olarak da bizim paraya çok yakın. 9 Lari 10TL ediyor bizim paradan biraz daha değerli. Minibüsün dışında daha hızlı olmasını istiyorsanız taksiler var 20Lari veya Türk tarafından geçen bir arabaya otostop çekip Batum’a gidebilirsiniz. Biz minibüsle gittik ve yaklaşık yarım saat içinde Batum'daydık. Burada ayrıca birkaç döviz bürosu da bulunuyor ancak fiyatlar şehir merkezine göre biraz pahalı. Unutmadan Hopa’dan Batum’a geçmek, Batum'a kesinlikle Batum bileti almaktan daha karlı.
Yol Hopa’dan(merkezden) 40-45 dakika. Ama eğer otobüs Trabzon’dan harekete başlamışsa Trabzon-Hopa arası bütün ilçelerde dolmuş gibi durup yolcu alıp-yolcu indirdiği için, yol 3-3,5 saate uzuyabiliyor. Neyse ki yol boyunca bir tarafımızda Karadenizi, bir tarafımızda yemyeşil doğayı izlerken zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Yani içiniz rahat olsun yolda sıkılmıyorsunuz. Ha “belki” derseniz yine de çantanızda bi kitap bulundurmanızı tavsiye edebiliriz sanırım. 
Batum ile Türkiye saat dilimi arasında 1 saat fark var, üstüne Türkiye kış saati uygulamasına geçince aradaki fark 2 saat çıkıyor. Varır varmaz enerjimiz yerine gelsin diyeönce bi kahve diyoruz ve önümüze gelen ilk cafeye giriyoruz.

Biz belirttiğimiz gibi yakınlığından dolayı ve vakit azlığından günübirlik gidiverdik. Gidip birkaç günlük bi kaçamak yapmak isteyenler için hemen bi konaklama paragrafı açalım: 


Batum'da Radisson ve Sheraton gibi çok sayıda büyük otellerin yanında çok sayıda küçük ve düşük bütçeli otel de bulunuyor. Duyumlarımıza göre tavsiye isterseniz; eski şehir bölgesinin içinde kalan Hotel O. Gallogre isimli otel iyimiş diye duyduk. Otelin yeri, temizliği ve verilen hizmet dikkate alındığında fiyat oldukça uygunmuş (3 gece çift kişilik oda kahvaltı dahil 450 Lari).

Kahvenin ardından planımız 19. yüzyılda inşa edilmiş şehrin en büyük ve ünlü Virgin Mary Katedralini gezmek. Bu kilisenin taşlarının yapıldığı malzeme nedeni ile her mevsime göre renginin değiştiği söyleniyor.


  
Kiliseyi gezdikten sonra rotamızı Dünya'nın 2. en büyüğü olan Batum botanik bahçesine çeviriyoruz. Şehrin 15 km dışında bulunan ve taksi ile 20 Lari'ye ulaşmak mümkün olan bahçenin 2 kapısı bulunuyor. 1880 yılında 111 hektarlık alana kurulan botanik bahçede bir kapıdan girilip diğerinden çıkıldığında Kafkasya, Uzak Asya, Yeni Zelanda, Güney Amerika, Himalayalar, Meksika ve Avustralya gibi bir çok coğrafyanın bitkileri görülebiliyor. Gezdiğimiz mevsim nedeni ile hiç çiçek yok, çeşit gül içerdiği ifade edilen gül bahçesinden eser yok (ya da biz bulamıyoruz). Parkın bence en önemli özelliği yamaca kurulmuş olması ve aşağıya bakıldığında muhteşem bir Karadeniz manzarası görülmesi. Güneşli ve temiz havada parkta yürümek çok iyi geliyor.


Botanik bahçeden sonra kahvaltıdan beri bir şey yiyemediğimiz için ilk işimiz bir taksiye atlayıp şehir merkezinden birkaç kilometre uzakta olan Megrul Lazuri  isimli restorana gitmek oluyor. Gürcü usulu bir iki çeşit dana etli yemek, sulguni peynirli mantar, cevizli patlıcan, sulguni peynirinin kullanıldığı sıcak peynirli bir çeşit ara sıcak, rus salatası (Olivier salad olarak geçiyor) ve adı haçapuri olan yöresel bir çeşit pideden sipariş ediyoruz. Yemekler çok lezzetli. Yöresel yemekler konusunda bu restoranı kesinlikle tavsiye ederiz.
  
 Bu arada Megrul Lazuri ile şehir merkezi arası taksi ile 10 Lari aklınızda bulunsun. Taksinin bu kadar ucuz olmasının nedeni benzinin fiyatı (2.3 TL). Taksi yol üstünde bir benzinciye girip 5 Lari'ye 2 litre benzin alıp yola devam ediyor. Taksiler ile ilgili eklemek istediğim diğer nokta ise neredeyse hepsinin eski model Mercedes olması ve garip bir şekilde hepsinin ön camlarının mutlaka kırık olması.

Megrul Lazuri dönüşü yolda yeni yapılmış ve bembeyaz ışıklarla donatılmış bir bina dikkatimizi çekiyor. Binanın opera binası olduğunu öğreniyoruz. Eski şehir bölgesinde inip sokakları gezmeye başlıyoruz. Evlerin bir kısmı yenilenmiş, bir kısmı ise inanılmaz derecede eski, ancak gece sarı ışıkların altında hepsi oldukça güzel görünüyor. Sahile inene kadar az katlı binaların yer aldığı arnavut kaldırımlı sokaklarda geziyoruz. Burada saatli kule ve Venedik'teki San Marco meydanına benzeyen aynı zamanda şehrin etkinlik meydanı olan Piazza meydanı yer alıyor. 

Batum yalnızca Acara Özerk Cumhuriyeti'nin değil, fakirliğin içinden yükselen gösterişli zengin binaları ile tezatlıkların da başkenti diyebilirim. Ancak Avrupa ve Amerika'dan şehre akan destek fonları ile şehrin 5 yıl içinde tamamen farklı bir surete kavuşacağı kesin. Taksi şoförlerinden biri ile sohbet ederken şehrin 10 sene içinde 40 yıllık gelişme gösterdiğini söylemişti, sanırım bu hız düşünülürse 5 yıl içinde Avrupa şehirlerinden bir farkı kalmaz. Bu nedenle gerçek Batum'u görmek isteyenlere hemen gitmelerini tavsiye ederim.

Batum genelde açıkhava mekanları ile ünlü bir yer. Bir diğer ünlü meydan ise elinde altın postu tutan Medea heykel'nin bulunduğu Hera Meydanı. Altın Post efsanesi Yunan mitolojisine dayanır, zenginliği ve iktidarı simgeleyen postun adıdır ve efsane içinde savaş, aşk ve ihaneti barındırmaktadır. Heykel aynı zamanda yüksekliği sayesinde şehirde gezenler için bir nevi yer tayin etme aracı oluyor.   

             
Sonra havanın güzelliğinin tadını daha fazla çıkarmak için Batum Bulvarı'na gidiyoruz. 5 kilometrelik plajın üzerinde çok sayıda tesis bulunuyor, yazın buraların cıvıl cıvıl olacağını hayal etmek hiç de zor değil. Ayrıca plajın hemen yanında çok güzel bir yürüme yolu  yer alıyor, plajı boydan boya kaplayan heykeller ise çok ayrı bir hava katmış. Velhasıl gezmekten, yüzmekten plajda zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz.







Hera Meydanı'nın hemen önünde plaja paralel olarak Batum'un en ünlü ve geniş caddesi olan (üzerinde mağaza ve kafeleri barındıran) Rustavelli Caddesi yer alıyor. Caddenin üzerinde sahil tarafında Sovyetler'den kalma ghetto tarzı birbirinin aynısı binalar, bunların arkasında ise son derece tezat bir görüntü sergileyen Radisson Blu oteli ve diğer yeni yüksek binaların inşaatları yer alıyor. 
Radisson'un hemen önündeki Miracle Park içinde yer alan Alphabet Tower, Dönme Dolap, Ali-Nino Heykeli ile ünlü. 130 metre yüksekliğinde üzerinde Gürcü alfabesi bulunan Alphabet Tower bütün ihtişamı ile dikiliyor. Binanın tepesinde güzel manzaralı bir restoran var.

 Dev gibi bir dönme dolap mevcut ve binmenizi tavsiye ediyoruz.. Denizin hemen yanında heykeltıraş Tamara Kvesitadze'nin eseri olan Azeri genç Ali ve Gürcü kızı  Nino arasındaki aşkı anlatan heykel yer alıyor. Metalden yapılmış 7 metre yüksekliğindeki heykeller her 10 dakikada bir hareket ederek birbirleri ile iç içe geçiyor. Batum Bulvarı'nda yer alan diğer heykeller de genelde aşk temalı ve çok romantik bir atmosfer yaratıyor.
   
Akşam yemeği için Rustavelli caddesi üzerinde bulunan White Restaurant'a geçiyoruz. Burası laz yemekleri servis edilen ve laz sahibi nedeni ile tamamen ters olarak inşa edilmiş bir restoran. İnternette burası ters restoran olarak geçiyor ve daha önce Türkiye'de basında bu şekilde yer almış. Dış mekanda bol bol fotoğraf çektirip içeri geçiyoruz. Herkesin restoranın mimarisini görmesini tavsiye ederim ancak yemekler konusunda aynısını söyleyemeyeceğim.

Şehir de hayat hiç durmuyor adeta. Gece ile gündüzün hiç bir farkı yok. Hatta insanları için vardiyeli işçi örneğini verirsek sanırım yanlış olmaz. 






Dönüşümüz gelişimize göre çok daha hızlı oluyor. Neyse Sarp'tan tekrar yürüyerek Türk tarafına geçtik fazla vaktimiz kalmadığı için Batum'dan bindiğimiz minibüsü beklemeden taksiyle Hopa'ya geldik. Biraz karışık gidiş gelişimiz ama kesinlikle tavsiye ederim. Batum çok ucuz ve güzel bir yer. 
Böylelikle kulaklığımızda Resul Dindar eşliğinde Batum'u geride bırakıyoruz. Sağlıcakla.


25 Ağustos 2014 Pazartesi

"Ne Okuyorum?"dan Beyoğlu'nun En Güzel Abisi


İstediğim kadar işim gücüm olsun, vaktim dar olsun, bir kitabı sayfa sayısına bağlı olarak en fazla 5 gün içerisinde bitiriyorsam, o kitap benim için güzel bir kitaptır. Gelelim Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'ne, bu kitapta da bizi tanıdık karakterler; Başkomser Nevzat, Ali ve Zeynep komiserler karşılıyor. Mekan Tarlabaşı, Tarlabaşı'nda bir ceset; Engin, Engin'i öldürmüş olma ihtimali bulunan ve suçu birbirlerine atan cinayet zanlıları.
Beyoğlunun en güzel abisidir bizce Ahmet Ümit Abimiz; yine şahane bir kitap kaleme almış. Adına da “Beyoğlunun En Güzel Abisi” demiş. Ahmet Ümit'in, Komiser Nevzat maceralarının yeni halkası “Beyoğlu'nun En Güzel Abisi” raflarda. Yazar, romanında, Tarlabaşı’ndan hareketle Türkiye’nin yakın geçmişi ve bugününde bir yolculuğa çıkarıyor okurları.
Gelelim Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'ne, bu kitapta da bizi tanıdık karakterler; Başkomser Nevzat, Ali ve Zeynep komiserler karşılıyor. Mekan Tarlabaşı, Tarlabaşı'nda bir ceset; Engin, Engin'i öldürmüş olma ihtimali bulunan ve suçu birbirlerine atan cinayet zanlıları.
Ahmet Ümit'in son kitabı Beyoğlu'nun En Güzel Abisini pazar akşamüzeri aldım, pazartesi sabahtan öğlene kadar okudum, bugün yani salı günü devam ettim ve saat 14.13 iken 412 sayfalık bu kitap bitti. Demek ki kitap benim için hakikaten güzelmiş. Nedir kitabı beğenme kriterim? Sanırım öncelikli olarak kitabın anlatım biçimi ve dili beni etkiliyor.
Her Ahmet Ümit kitabında olduğu gibi katili ararken, romanın alt metninden bir şeyler öğreniyoruz. Alt metinde bu seferki konumuz Tarlabaşı'nın tarihi. Bu kitaptan önce orada ne yaşandığını, üzülerek söylemeliyim ki, bilmiyordum. İstanbul'u pek bilmem ama Tarlabaşı'nın nasıl kötü bir semt olduğunu hep duyardım. Tarlabaşı'nın neden bu durumda olduğunu Ahmet Ümit sayesinde öğrenmiş oldum. Ve Gezi Parkı'nın bence romana işlenmesi gayet güzel olmuş, olayların ne tarafında olursak olalım, orada müthiş bir kenetlenmenin yaşandığını ve uygulanan yanlış politikalarla polisin halka nasıl düşmanmış gibi gösterildiğini maalesef şahit olduk. Ahmet Ümit'te bunları romanının alt metninde kullanmış. Açıkçası beni hiç rahatsız etmedi. Farklı görüşleri okumak ufku genişletir ne de olsa.
Aynı zamanda 6-7 Eylül olaylarına değinmiş olması beni mutlu da etti. Özellikle o günlere tutulan bi ışık gibi gösterebileğimiz için çok hoş olmuş. Türklerle Rumların o günlerdeki dostluklarının da anlatılması hoş tablolar canlandırdı gözümde. Aynı zamanda içimde de bi burukluk oluşturmadı desem yalan olur. Rumlara yapılan o muamele gözümde canlanınca üzüldüm açıkçası. Allah affetsin.
Genelde Ahmet Ümit okuyanların çoğu, katili çok kolay tahmin ettiğini belirtir ve bu yüzden kitaptan zevk almadığını söyler. Ben böyle düşünenlerden değilim. Katili ararken öğrendiklerim benim için de yeterli. Belki de bu yüzden seviyorumdur Ahmet Ümit'i.
Ahmet Ümit okumaya, daha doğrusu, Ahmet Ümit'in içinde Başkomser Nevzat olan kitaplarını okumaya yazım sırasıyla başlamak gerekir diye düşünüyorum. Bence bir Kavim'i okumadan İstanbul Hatırası'nı okumak kesinlikle kitaptan alınacak zevki düşürecektir. Başkomser Nevzat kitapları yayınlanma sırasıyla şu şekildedir; Şeytan Ayrıntıda Gizlidir - Kavim - İstanbul Hatırası - Sultanı Öldürmek - Beyoğlu'nun En Güzel Abisi. Bir de henüz okumadığım üç adet çizgi romanı mevcuttur; Çiçekçinin Ölümü, Tapınak Fahişeleri ve Davulcu Davut'u kim öldürdü.
 Yazımı özetlemek gerekirse; Ahmet Ümit ve romanın baş karakteri Nevzat'ı çok sevdiğimden Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'ni okurken oldukça keyif aldım ve Ahmet Ümit'e başlangıç kitabı olarak değil de, daha önce Ahmet Ümit okumuş olanlar için mutlaka önereceğim bir kitap.
Altı Çizilesi
“Tanrı’dan rol çalmak… Birini öldürmenin anlamı budur.”
“Aşk dünyanın en iyi mazeretiydi.”
“Sessizlik, soğuktan daha keskin, adeta katılaşmış bir sessizlik karşılardı beni. Oysa biliyordum, eşyaların suskunluğuna gizlenmişti fısıltılar. Fırsatını bulur bulmaz kulaklarıma dolmaya başlayacaktı, ölülerinizin asla yok olmayan kederi.”
“Bütün mesele uyanıklıkla uyku arasındaki o süreyi kısaltmaktaydı.”
“Bir acı sinsice sokulur gibi oldu kalbime, boğazımda o tanıdık düğümlenme… Genç bir ölünün kara gözleri umutsuzca yanıp söndü belleğimde.”
“Vefasızlıktan değil, vakit yokluğundan.”
“Şeytanlar cirit atar kumarbazların zihninde.”
“Cinayetlerin eğitici bi tarafı olsa da ölüm her zaman trajikti.”
“Genç arkadaşlarımızı daha iyi yetiştirmek için polis akademisine mutlaka bir vicdan ya da empati dersi konulması gerekiyordu.”
“Bir kez daha anlamıştık ki bir ülkede otoriter bir yönetim varsa ilk kaybeden polis teşkilatı olurdu.”
“Şiddeti kullanarak ideal bir toplum yaratamazsın.”
"İnsan yaşadığı yere benzer" demişti bir şair. Hukukumuz da yaşadığımız yerler gibiydi, eskimiş, işlevini yitirmiş, çürümeye terk edilmiş, yıkılmak üzere...
“Bu ülkede canlı cansız her şey satılık. Paran varsa her şeyi satın alabilirsin, elbette en başta da insanları. Doktorları, hakimleri, savcıları, polisleri... Bu ülkenin sorunu ahlaksızlık, şeref yoksunluğu, onur kaybı...”
“ Kaybetmiş insanları, kazananlardan daha yakın bulurum kendime.”

Kitabın tanıtımından:
Yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet... Tarlabaşının arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedi. Öldürülmüş erkeklerin en yakışıklısı, belki de en kötüsü. Karanlık sırların ortaya çıkardığı utanç verici bir gerçek. Gururlarının kurbanı olmuş erkekler, onların hayatlarını yaşamak zorunda olan kadınlar. Bu cinayetler yatağında, bu kötülükler bahçesinde, bu insan eti satılan can pazarında masumiyetini korumaya çalışan bir adam. Bir zamanlar İstanbulun en gözde yeri olan Beyoğlunun hazin hikâyesi.
Karanlık... Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın çığlıkları, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana avrat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke...
Nereye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, habire sıkıyor. "Kadınlar," diyor bir ses zihninin derinliklerinden... "Kadınlar, onlarla oynayamazsın... Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun." Hayatına giren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer birer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün... Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. "Kadınlar," diyor o ses yine, "Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder."
Son olarak kitaptan aklımda önemle yer eden bir cümle ve yine kitaptan bir şarkıyla bitirelim:
“Hayat, yaşadıklarımızdan çok hayal ettiklerimiz değil mi zaten?”



14 Ağustos 2014 Perşembe

Papatyalar da Sevdaya Dahil

 

İçimde garip, değişik bi' his. Yüreğim kuş olmuş sanki kanat çırpıyor. Hayırdır inşallah...
Papatyaları sevin. Umut vaat eder kalplere papatyalar. Huzur verirler, sakinleştirirler. Papatyalar kadar hiçbir şeyi sevmediğim doğrudur. Elimden gelse papatyalar koyacağım elimin değdiği her yere.
Sokrates'in yanından geliyorum Akropoliste oturup tartıştık. Benim varolmadığımı kanıtladı moralim çok bozuk. İnsan bazen yaşanmışlara değil, yaşanamamışlara yazar! Ben gidene değil, beklenene yazıyorum. Tanımayanlar sakin biri olduğumu, arkadaşlarım agresif olduğumu, en iyi arkadaşlarımsa tamamen deli olduğumu düşünüyorlar. Sürekli gülüyorum, umursamıyorum falan ama içimde biriktirdiklerim bir gün pekmezimi akıtacak gibi geliyor, dur bakalım ne zaman.
Merhem kullanmamam yaralarım olmadığı anlamına gelmez. Olsun.
“Fe inne meâl usri yûsra.”
Belki de ben de her sabah yanlış bi' çöl masalına uyanan bi' Leyla’yım? Kurgular kaptan, insan beyninin küçük yanılsamaları. Uçtuğunuzu zannediyorsunuz ama aslında askıdasınız. Bir şeyler var ama hiçbir şey yok.
Papatya olmak istiyorum bayım; ama çabuk ölmek istemiyorum. Papatya açtım. Artık her şey tamam. Papatyalar kokmaz diyorlar. Yanlış. Gün doğumunda o kadar güzel de kokarlar ki; koklamaya doyamazsın… Papatyalar koparıldıktan sonra kokarmış bir de. Papatya olmak istiyorum bayım; ama bizi koparsınlar istemiyorum.
Ben sanırım yaşlanınca şu kabına sığamayan, çatlak ihtiyarlardan olacağım. Durumlar böyle gösteriyor. Tam anlamıyla bir zaman fukarasıyım çünkü. İki elim, bir kafam var, vaktim de dar. Ama daha yapmak istediğim dünyalar dolusu en bi' sevdiğim şey mevcut.
O kadar yorgunum ki konuşmam gereken anlatmam hatta kavga etmem gereken her şeyi tamam diye kestirip atıyorum. Anlatılacak hüzünlü bir hikâye yok aslında. Herkes dipte ama kimsenin üstünden gemi geçmiyor. Zaten buraya yaza yaza iyice kafayı yedik. Olsun. Anlamlandıramadıklarınızı anlıyorum. Hislerin de kokusu var mesela ama sizi buna inandıramam o ayrı. Hisleri kuvvetli olanların en nevrotik yanıdır, hissizleştiğini hissetmek.
“La tahzen! İnnallahe meana.”
La tahzen; başın yerde, ellerin böğründeyse çaresizlikten, bir büyük teselli kapısının önündesin demektir.
La tahzen; sökülüyorsan içinden böyle yaprak dökmek misali, bahar gelsin diyedir.
Denedim. Kin tutamıyorum ben. Sıkılıyorum, unutuyorum; uykum geliyor bi' kere. O hiçbir şekilde getiremediğim, gelmeyen uykum kuş oluyor gelip konuyor göz kapaklarımın, kirpiklerimin üzerine. Belki de dünya, kirletilmiş aşklar coğrafyasında hala temiz kalabilen ama nerede olduğunu bilmediğimiz insanlarla doludur?
Züleyhaca bakışlarıma Yakubca kör kaldım. Ey ahmak yüreğim, Kuyudan gelen her sesi sen Yusuf‘tan mı sandın? İlk aşk, ağırlık yapan ruhunu çıkarıp başkasının avucuna koymaktır. Sonrası, kayıp olan ruhunu aramaktan ibaret. "Bir kalbiniz vardı, onu hatırlayınız" der Zarif Adam. Görüşler farklı olsa da şiire bulaşan insanları sevmeli.
“Biz birlikte çok güzeliz. Ben sensizliği öğrenmek istemiyorum ki sende bensizliği öğrenme” dedi adam; “ben eskiden öğrenmiştim unutmamışım demek ki” dedi kadın…
İşte bunlar hep ayrılık, iki satır özünde sevda.
Bir sokakta sevdiğiniz biri yaşadığı zaman orası bir dünya olur.
Susarak sevilmez. Ne yapacaksın sevecek yerlerinin turşusunu mu kuracaksın? Beynimin en kullanmadığım kısmı, seni bundan sonra asla bırakmamam gerektiğini söylüyor. Yok yere hasret koyma aramıza, durduk yere iş çıkarma başımıza. Ben ömrümce seni özledim. En yakınımdayken yüz yıllık hasret nasıl konur sende gördüm. Çok sevdiğim bir kitap gibisin; biran önce her şeyi okumak istiyorum. Ama bitsin istemiyorum.
İnanmak isteyen insandan daha aptal bir şey yok şu hayatta... Konduramıyorsun çünkü... Düşünsene onu çok seviyorsun; o kötü biri olamaz, olmamalı ama sevmeye devam ediyorsun bakışlarını, ellerini, baktığı her şeyi. Sorun ne biliyor musun; eğer sen zannettiğim adam değilsen, şu hayatta nefret edeceğim çok şey var demektir. Yürüdüğüm yollar, dinlediğim şarkılar, tenine değen güneş, seni sen yapan, senin sevdiğin her şey; ben dahil, her şeyden nefret edeceğim ama devam edeceğim sevmeye çünkü insan devam eder.
Sen benim kabul olunmuş duamsın, en bi’ sevdiğimsin; İstanbul güzelse senin yüzünden. İçimdeki bu edebiyatın mimarı sensin; en bi’ sevdiğimsin. Senin o yüzümü gülümseten sözlerinden öperim. Seni bana sevdirene emanet ol. Sanki baştan aşağı şükür doluyum öyle ki şu an zaman durabilir o kadar mutluyum.
Mavi ve Papatyanın anlamını sorsan bilmezler dile getiremezler ama maşallah herkes Mavi ve Papatya aşığı. Olsun. Bir fincan papatya iyi gelir umutlara. Papatyaları sevin. Papatyadır bizi aşka bağlayan, yeri gelince ayrılmayı sağlayan. Papatyalar diyorum bayım… Neden bu kadar güzeller ki? Ve siz, neden zihnime misafir olmaya geliyorsunuz aklınıza estikçe?
Ben sizi papatyaları sever gibi seviyorum. Sizinle gökyüzüne papatyalar eksek diyorum. Bu mevsimlerde papatya açmayı severim. Görmez kimse içimdeki papatya bahçelerini. İçimdeki solmuş tüm papatyalara bir bir can verdiniz siz. Şiir kadar saf, papatya kadar güzel sizi sevmek. Nasıl da başlı başına huzursunuz. Gidelim mesela sizinle uzaklara; papatya dolu bir yere gidelim. O gün, o şiiri okurken de söylediğim gibi “göğe bakalım.” Tepemizde masmavi gökyüzü olsun sonsuz, bir yanımızda da maviliklerden deniz uçsuz bucaksız, bir de kıpkırmızı çayımız ve aşk kokan kitaplarımız… Öylece yaşlanalım…
Sakalları şiirle karışık, kitap kokan, rüzgârla konuşan adam... Ve “Papatyalar da sevdaya dahil".