12 Şubat 2016 Cuma

Ne Okuyorum?'dan Mücella

 Nazan Bekiroğlu Nar Ağacı’ndan sonra merakla beklenen yeni romanı Mücella’da bizleri 1920-1970’li yılların Türkiye’sinden nostaljik bir hikayeyle buluşturuyor.
Mücella şimdi bitti. Nazan Bekiroğlu bu defa, Mücella romanında bir genç kızın kadın olmaya giden hüzünlü ve çarpıcı hikayesi anlatılıyor. Bu kitabı okuyacak olanlar farkedecekler Nazan hoca dilde sadeleşmeye gitmiş.
Onun o şiirsel dili,cümleleri burada az. Düz, sade birazda yüzeysel bir anlatımla aktarmayı tercih etmiş hikayesini. Belki daha fazla insan tarafından anlaşılabilmek, daha fazla okura ulaşabilmek içindir yada sadece bu hikayeyi de böyle anlatmak istediği içindir bilememekle beraber cümlelerinde ki alışageldiğimiz derinlik, ki bana göre tüm lezzet, bu kitapta pek yok.  Ama hikaye güzel.
Öncelikle bir "kadin" romanı. Mücella anlaşılacağı üzere gerçek bir karakter. Nazan hoca yine de kendi üslubuyla güzelce de işleyerek çok hoş bir roman çıkarmış ortaya.
Kitabi okurken biraz da bir zaman tünelinden geçiyormuş hissine kapilabilirsiniz. 1920'lerden 70'lere kadar ülkemizde olan olaylara ufak olaylara değiniyor. Ne yollardan geçtik neler kazandık diye düşünürken diğer yandan teknoloji ile beraber hayatımızda ne güzelliklerin söndüğünü, tarihe gömüldüğünü yani neler kaybettiğimizi üzülerek farkediyoruz.
Mücella Teyze onun üniversite yıllarında vefat etmiş bir insan. Geriye dönerek onun çocukluğundan itibaren başlayan roman, içinde bir çok kadın hikayesini barındırıyor.
Aslında mucella roman karakteri olarak cok etkileyici değil, gösterişsiz sade, ama dediğimiz gibi onun etrafında olan kadın hikayeleri ile birlikte koca bir bütün. Sadece kadın değil elbette ama ağırlıklı olarak kadın.
Evvela Mücella'nın annesi Neyire hanim, sonra kendisi, yetiştirilişi, örfler, ananeler, komşuları Münire onun kızı Filiz. Güzide 'si, Nefise'si, Zarife'si, Suna'sı,Rengin'i, onların hikayeleri ile aslında bizi bize anlatan bir "ayna" gibi .
Bir de Yusuf Ziya'nın Suna'ya bir mektubu var, kitabın en vurucu yerlerinden biri. Hüzünle okudum. Ayrıca o mektupta Nar Ağacı'nda uzun uzun anlatılan balkan gönüllüsü İsmail'in de geçmesi güzel bir ayrıntıydı.
Açıkçası Mücellâ'nın hayat hikâyesinden çok Yusuf Ziya'nın sevdasını sevdim ben. Sevdayı dizi dizi sıralamasını içi cız ederek okudum. Zaman kaybı denilmiş ama bence sırf mektupta geçen bir tek cümle için bile okunmalı bu kitap. Herkesin derdine derman olan, yaraları hep iyileştirmeye çalışan çok güzel bir insan Mücellâ.
Kitap hakkında daha fazla gevezelik edip de kitabın lezzetini kaçırmak istemiyorum açıkçası, bu nedenle burda noktalıyorum kitabımızı.
Velhasıl kelam. Herkesin okuyabileceği güzel bir roman olmuş. Kapağı şahane.
Kalemine sağlık hocanın.
O yazsın biz okuyalım derim her zaman.

Kitaptan Alıntılar:
"Zaman iyi bir öğretmendi ama bu ne pahalı bedel, bu ne kabadayı bilgiydi."
"İyi de affa değer olanı zaten herkes affeder. Asıl af, affa lâyık olmayanı da affetmek değil mi?"
"Bildikleri bir yana kim bilir bilmeden nelerin yanından geçip gitmişti."
"Tüten bir baca kadar hayatı haber veren ne olabilir ki?"
"Nazlıgül dedi. Bu kadar okuyorsun, korkarım bir gün yazmaktan başka bir işin olmayacak seni, yazar olacaksın. O zaman, beni yazarsın. Şu Mücella Teyze’nin solan gülünü, gün görmediğini, içinde yazmaya değer bir şey olmayan kayda değmez ömrünü."
"Korkma dedi. Kimse aşktan ölmez. O işler sadece masallardadır. Hangi ateş sonsuza kadar yanmış ki? Biraz tüter sonra sönersin."
"Yara sıcakken duymamıştı acıyı. Gerçek acı zamanla başlayacaktı."
"Çam ağaçlarının altında, mavi mineye, kır menekşesine, beyaz gelin tacına, güle, suya, ışığa karıştı."

Arka Kapaktan:
Nazan Bekiroğlu Nar Ağacı’ndan sonra merakla beklenen yeni romanı Mücella’da bizleri 1920-1970’li yılların Türkiye’sinden nostaljik bir hikayeyle buluşturuyor.
Mücella, genç Cumhuriyet’le yaşıt bir kızın, unutulmuş kumaşların, kokuların, alışkanlıkların, iğne oyalarının, kimi yarım kalmış kimi tamamlanmış aşkların, hayatı seyretmekle yaşamak arasında gelip giden kadınların romanı.
Zamanın daha ağır aktığı, hayatın ritminin daha çok mahalle aralarında karar bulduğu vakitler. Gaz lambasının ışığında içilen nohut kahvesinin ağızda buruk bir tat bıraktığı dönemler.
Arka planda Türkiye, pek çok çalkantının içinden geçerken bile kendini bildi bileli çeyiz işleyen bir genç kız Mücella. Adım adım hayattan çekilirken bunu neredeyse hiç fark etmeyen... Neyi beklediğini bilmeden bekleyen... Derken günün birinde, kıyısında kaldığı hayata son bir çabayla dönmek isteyen...
Sümbül kokulu bembeyaz yastık kılıfları, kanaviçe işli peçeteler, uçları fistolanmış havlular, çeyiz sandıkları arasında…
Hanımeli, yasemin ve leylak kokulu yaz ikindileri gibi uzun kış gecelerinde de, ya çardağın altında ya hep o soldaki pencerenin içinde...
Mücella’nın dupduru ve çarpıcı hikayesi.

Portakal Çiçeği

Dalında eğreti güz yaprakları, aramızda uçurum rengi bıkkınlık; varız zannederek yok oluyoruz. Bakan var olanı görüyor ama görmüyor işte. Erteleniyor düşler bir yabancı gülüşe. Kötü bi niyetim yok aslında benim. Sadece başka bir dünyada yaşamak istiyorum.
Hayat bazen çok zorluyor insanı. Git-geller arasında yaşarken yavaş yavaş sonbahara dönüyor ömrümüzün kuytuları. Şimdi gülersiniz belki ama annemden ayrı kaldığım süre de tüm belalar üstüme topranıyor gibi hissediyorum. 
Sahi annem. Ne çok özledim onu. Oysa tüm ömrümü onun dizlerinin dibinde geçirebilirmişim. Annem, ki beyaz bir kadındır, hiç kıyamazdı bana. Beyazın saflığını, sadeliğini, güzelliğini onda gördüm ondan öğrendim ben. İnsanlar annelerinin yanında kalmalıdır. Gerçekten annelerin çocuklarını tüm kötü şeylerden koruyabilecek güçleri var bence. Küçüklüğümden beri inanırım buna. Bu yüzden bu şehre gelince sıkılıyor içim. Annem bilmem kaç kilometre uzakken benden nasıl mutlu olabiliirm?
Neyse konu bu değildi, yine dağıttım. Şimdi mesela tam şu an bırakıp gitsem buraları, ardımdan ağlar mı birileri? Şarkı bangır bangır bunu soruyor bana. Köşe başını tutan leylak kokusu, bırak yakamı da gideyim. İçimdeki bulutların nere göçtüğü belli değil.
Uzaklara da gitmek istemiyorum artık. İçimde solan papatyalar öldükten sonra kokmuyorlar. İçe akıtılan fazla sudan olacak heralde ki öldü gittiler. Evet, öldüler. Papatyalar da ölürler. Hiçbir şey hissetmiyorum. Uyuyup uyanınca geçecekmiş gibi ama 24 saatin tamamını uyusam da geçmiyor bazı şeyler. Kahrolsun bağzı şeyler.
Gökyüzünde yıldızları göremez oldum. Sanki karanlık o sonsuz mavilik artık geceleri. Ay ruhu küsmüş geceye, dönmüyor yüzünü. Bu yüzden bu sessizlik hakim, konuşasım gelmiyor. İnsanın sustukça artıyor kırıkları. Demek ki hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir deniz. Hayat seni baska biri olmaya iter bazen.. Dönüştüğün şeye tahammül edemezsin.. İçime öküz oturdu. Vazgeçtim. Tüm ahır komple içimde şuan. Ve bir tren gelip geçer aniden ne zaman eğilip baksam yüreğime.
Ben hiç bu kadar yalnız kalmadım, ya da yalnız hissetmedim. Bundan sessizliğim. "Sessiz kadın" rolünü istemeden üstlendim. Her kesin bir rolü vardır öyle ya. Her şey kargacık burgacık. Herşey bi karanlık. Sis yakışmıyormuş herşeye. Ne çok severdim sislerin arasında kaybolmayı.
Çocuk aklımla oyunlar oynardım, kaçar saklanırdım istemediğim her şeyden. Artık kaçabileceğim bir sis yok buralarda. İyi ki kalbimi görebilener yok etrafımda. Gök gürlüyor sanki. Korkarım gök gürültüsünden. En iyi içimdekileri bilirim çünkü. Yüreğimdeki denizlerin hep dalgalı olmasından zahir göğüm hep bulutlu. Kazağımı geç içimdeki denizin mavisi soldu benim. 
Şimdi uzaklar uzak, oysa kafamı yastığa koyduğum an uyuduğum günlere dönmek isterdim; uykusuzluktan sızdığım günler uyumuşum gibi olmuyor çünkü. İnsan sabahına uyanmak istemiyor. İçimin sızladığı geceler oluyor bunlar. Sahi insanın içi sızlar mıydı? Dünyayı değiştirmek hissiyle uyanırdım bazı sabahları. En son ne zamandı unutttum. Uzun zaman önceydi. Gideni tutamazsın ki çünkü önce içinden gider her şey.
Aslında geçmiyor hiçbir şey. Sadece yoruluyorsun içinde tutmaktan. Sonra akıyorsun faydası yok belki bir gün diye atıyorsun içinin derinliklerine. Düşünmek istemediğin ne varsa bi oda var içinde oraya atıyorsun. Böyle odadan girmek istemeyi bırak aklından geçirsen için daralıyor çünkü. Bu hisse "büyümek" diyorlar. Kötü birisi.
İçimin sızladığı geceler demiştim ya, öylece durur duvarı izlerim. Kurduğum hayalleri düşünürüm. Kısa ömrümün geride kalan sayfalarında bıraktığım hayalleri ve bana bıraktıkları baş ağrılarını. Baş edemediğim ne varsa o odada benim. Odaya atılanlar çoğaldıkça, kayıtsızlaşıyor insan. Niye hep kirli ne kadar silsem de bu odanın camları? Oysa camlara ellerini süren çocular da kalmadı içimde. Evimi özledim...
Demiştim ya daha önce; kimse götürmeyecek beni kırlangıçların şölenine. Uçmayı hayal eden kuş, ölmek üzere...