12 Nisan 2020 Pazar

Sasa Uçmağı

Bahar gelmiş toprağıma; bu sabah odamın perdesiyle tatlı tatlı dans ediyor rüzgâr. İnsanın içini dolduran güneşler çıkıyor pencereme. Saçlarım dağılıyor odama ekilen tohumlar gibi dalga dalga yayılıyor yüzüme. Bir Kızıl Derili atasözü düşüyor sonra aklıma tam da o anda "ilkbaharda usul usul yürü, toprak ana hamiledir" ne muazzam. Yürüyüş deyince dingin bir hayal doluyor içime; uzun uzadıya yürüyorum sanki ıhlamur ağaçlarıyla dolu bir deniz kıyısında, kapatıyorum gözlerimi bırakıyorum kendimi rüzgâra, göz kapaklarımda bulut, kulağımda sasa, gülümsüyorum. Gülümse, her gülüşte bahar doluşsun gönlüne.
Her daim bahar kelebeğini gözlemek için beklemişken, bütün senenin manasını onun rengine yüklemeyi beklerken bahar kelebeğine yasaklanmak benimkisi. Bu bir yangın işte; bu dumansız, bu alevsiz, bu ateşsiz bir yangın içimde. Hoş benim artık hobi olarak yanmak, mütemadiyen yanmayı seviyorum ben.
Sahi ne mutluyduk dünyadan sıyrılmış küçücük hayatlarımızın telaşında kaybolup giderken... Geceleri yıldızlara bakarken, içimde hiç kazma vurulmamış, hiç yeşertilmemiş bir yerin varlığını hissediyorum. Keşke bir tek bunu çözebilseydim. En çok yolumuzun kesiştiği şarkıları sevdim.
Şimdilerde yeni bir hikâye başlattım kalbimde. Ah Muazzez ne çok acıların vardı ömründe. Adım adım yazacaktık bir öyküyü en baştan seninle. Peşimi bırakmayan arsız bir kedi gibi ayaklarımda dolaşan şu uyuşukluğum olmasa çoktan bitirmiştik birinci bölümü şimdiye. Ama sen üzülme, yazacaklarımın hepsi kafamın içinde. Bir başlasam coşkun ırmaklar, çığkan dereler gibi akacak kâğıda kaleme. Ama gel gör ki peşimi bırakmıyor bir türlü şu uyuşukluk, kör olası kan emici örümcek, bırakmıyor beni bana. Bir şeyleri yapmam gerekirken yapamıyor oluşumla yapamayışımın hengamesi arasında yuvarlanıp gidiyorum işte. Bunlar hep stres. Oturduğumda dans ediyor sanki harfler gözlerimin önünde. Ne çok dil vardı şu dünyada. Oysa hepsinin temeli, tüm insanlığın sevgi değil miydi? Koca bir hiç! Tamamen palavralar bütünü, ne kadar çok laf-ü güzaf.

Onca bugüne rağmen; daktilolara, klavyelere, dokunmatik samimiyetlere rağmen bir mektubu hala bir kâğıda karalamam lazım geliyor bana. Öyle olmalı sanki yazıyorsan şayet kalem kâğıda değmeli, aklın tüm odalarında koşuşturmalı yağız atlar, bir ceylan su içmeli göğsündeki pınardan. Sonra akmalı çılgın dereler gibi gönül mürekkebi dökülmeli kalemden kâğıda.  Dökülmeli ki okuyan anlamalı kıymetini, bu da mektup mu deme şimdi; edebiyatta okuyucusuna yazılan her hece mektuptur biraz.
Neydi o meşhur söz; bir şiiri birkaç kalemle yazmak lazım gibi geliyor bana. Sahi değil mi? Bir yazıyı da birkaç kalemle yazmak lazım gibi geliyor bana, bütün renkleri katmalı içine; maviyle yazmalı bir bölümü mesela, özgürlük katmalı içine. Sonra bir bölümü kırmızıyla yazmalı aşkı dahil etmeli aşkın içine, yeşil ile karalamalı bir kısmı yaşamak ekmeli toprağına, sonra canlı bir sarı ile devam etmeli bahar serpiştirmeli aralara... Burayı da niye bunla yazmışım diye okurken renkler de manalarını akıtmalı kalemden satırlara.
Siz uyuyordunuz sevgili okur, tüm şehir uyuyordu; şiirdeki gibi, açlar toklar herkes uyuyordu. Bense oturmuş bir aşk masalı yazıyordum kulağımda bir sevda türküsü. Şimdi deniz karanlık gecede bir tutam buhar gibi titriyordur. Gemiler sessiz kuşlar uyuyordur. Oysa önceleri ne çok severdim bu saatleri. Sabahlara kadar titrek mum ışığına pervane ederdim gönlümü birkaç satır olsun karalayabilmek için kâğıtlara. Ne fırtınalar vardı gönlümde dışarıdaki sessizliğe inat. Bunca soğuğa rağmen en sevdiğim ağacın altında karalarken bi’şeyleri biraz olsun hafiflesin diye bekledim yalnızca gönül yüküm. Hani olur ya bazen hava sıcaktır, bir dere kenarında gezinirken önce suya ayaklarını sokmak istersin sonrası suyun serinliği içine çeker seni, gittikçe gitmek istersin; ama derenin suyu hızlı, ama dere güçlü, ama az daha gidersen bilirsin ki seni alıp götürecek ve çarpacak en sert kayalara. Vura vura kafanı öğretecek sana tüm bunları. Biliyorsun aslında ama yine de serinlik nasıl tatlı, nasıl çağırıyor şirin bir ezgi gibi kalbini büyülemiş. Benim hikayem de tam böyleydi işte.
Kuşlar terk etmiş beni, ben terk etmişim çok mu?
Gözlerim yenik düşüyor en çok gözlerine, bir laf arasında takılı buluyorum sonra ikisini duvarlara. Ne menem şey şu gece dedikleri… Sanki ne vardıysa tüm gün susan gelip dökülüyordu yatağa uzanınca yanına, soğuk bir beden gibi. Zindanlarca tutulan mahkumlar gibi akın ediyorlardı aklımın bütün bahçelerine, hele bir de güzelse hava. Zindan deyince şu paradoks düşüyor üzerime; ya asıl mahkumlar bizsek dışarda? Öyle ya bizim de hayatlarımız belirli zorunluluklar üzerinde yaşanmaya mahkûm kılınmış yapılar değil mi?
Mesela ben; bıraksalar yine bin bir hesapla kitapla projeler mi çizerdim? Yoksa dört bir yana baharda dağılan çiçekler misali okul sıralarında açan çiçeklerime kavuşmayı mı seçerdim? Farkeder miydi mesela çokça yüksek katlı, zamazingosu bol plazalarda tıkır tıkır dolaşmakla; Anadolu’nun belki en ücra köşesinde, kışın ortasında, sobası cıngır cıngır yanan bir odacıkta şiirler okumak, türküler söylemek? Biri şûride, biri ruh-u revan.
Ne ağır şey değil mi şu hasret türküsü? Hepimizin dilinde… Herkesin bir hasreti var sevgili okur ve herkes muhakkak ki kendine iyi gelen suya sürüklenirdi; ya merhem olurdu o su eninde sonunda ya da kanlı bir dere. Yine de ne olursa olsun gitmek isterdim arkama bakmadan o uzaklara. Toplayıp nerde ne kadar kitabım varsa hepsini sere serpe açmak isterdim o kır çiçeklerine ki senelerce bunun için biriktirmemiş miydim koca bir duvarı? Karış karış gezerken toprağımı, tek tek su diye sunmayacak mıydım bütün çeyizimi o sıra güllerine?  Bir gün onlara kavuşabilme ümidiyle rengarenk o kitapları dizmemiş miydim koca duvarının raflarına? Olmadı… İşte bunlar hep algıda gececilik, nerden başladık nerelere geldik sevgili okur.
Herkesin gizli kutusunda sarıp sakladığı yıkılan birtakım hayalleri vardır burdan devam ediyoruz. Şimdi çok toz kalkacak diye eski şeyleri düşünmüyorum. Heveslerimi tüketiyor bu kış demiştim geçenlere, bahar dallarına hasret kaldım. Şimdi beklenen bahar geldi işte, yavaş yavaş düşüyor yeryüzüne. Ağaçlar çiçek açtı, yeşeriyor çimenler. Ne büyük mucize! Kahverengi dallardan beyaz çiçekler açtıran Rab, illaki biliyordu içimizden geçen duaları; öyle değil mi Sevgili Okur? Kalbini denizden yap.
Bugünler geçtiğinde uzunca bir yola çıksak; ıhlamur ağaçları boyunca, mis kokuları tepemizde, sasalar kulağımızda...
“Sasa” ; “ilkbahar çimlerinin sesi” demektir Sevgili Okur.
Yeniden çimlerde gezeceğimiz günlere kavuşma temennisiyle.

21 Mart 2020 Cumartesi

Bad-ı Saba

Bir de bugün evveli bahar,
İlk günleri baharın
Bitti bütün cemreler
Terk eyler şimdi kış kainatı
Bilirsin çok severim ben
Baharları yazları,
Güzel havaları sonra
Ve mavi gökleri denizleri
Bir de seni, hep seni
Dört mevsim seni
Şimdi uzanmaktayım yatağımda
Serin bir aksam üstü rüzgârında
Kiraz dallarının, üzüm yapraklarının arasında
Rüzgara karıştırıyorum sevgimi
Yasemin kokularıyla yolluyorum bulutlarına
Yüzüne çarpan her rüzgarda
Kokla
Ömrümün en mesut bahar akşamı belki
Tek eksik sen yanımda
Beni al
Öp, sarıl, kokla
Koynuna sakla
Bu güzel bahar akşamında
Esen rüzgârla düşsün üzerimize ev perdeleri
Bir bayramı karşılayalım
Bir haziran günü çık gel
Anlamını bulsun gönül şehrim
Sonra seni versin bana
Yârim haziran...

9 Mart 2020 Pazartesi

Deli' Makamı

 
Sevdiğim şarkılar, mutlu olduğum havalar, saçlarıma taktığım çiçekler… Hepsi birer birer yıldızlar gibi kayıp gitti hayatımdan. Şarkılar yine var, ama yok sanki eski anlamlaştırıldıkları; güzel havalar yine geliyor ama esmiyor eskisi gibi rüzgâr ve papatyalar zaten durmazdılar ki saçlarımda akıp giderdiler… Ben de kendimi böyle kandırmayı seçtim işte. Zaten ben toplamadım çiçekleri, ben sevmedim baharları, hiç ezberlemedim içimden geçenleri haykıran şarkıları…. 
Gördün mü yazmak için yazdım ve söylemiş olmak için söyledim tüm bunları. Oysa uzaklardan gelecek bir parça düşe muhtaçtı gönlüm. Sadece okudum; kitaplar dizdim kalbimin tüm raflarına. Sadece bir satırında kendimden bir bulabilmek için kim olduğumu anlayabilmek için. İnsandık hepimiz, hepimiz hiçtik.
Şu aralar gemiler geçiyor yüreğimden, üstelik bir tütüyor bacaları, bir çalıyor düdükleri ve nasıl dönüyor dümenleri; adeta bir sevda türküsüne durmuşlar, karışmışlar birbirlerine. Bir ıslık tutturmuş yüreğimin ağaçları yol gösteriyor gemilere. Denizim nasıl dalgalı nasıl karışık görseniz, belki de içinde kaybolur var olan şeyler. Ama yine de bahardan mıdır bilmem bir tatlı esinti var devamlı saçlarımda. Bulutlarda hep kuzular oynuyor sanki. Şimdi çimlere uzanmalık günler de gelir; bir güzel güneşin içinde rüzgâra karşı uzanırsın yeşilin içine, hani sen yeşil olursun yeşil sen devamında gökyüzünde oynaşır bulutlar çocuklar misali. Yüreği çocuk olmalı insanın sahi en çok. Ve yüreği çocuk insana denk gelmeli yüreği çocuk insanlar. Denk gelmeliler ki üzülmesin kuşlar, birer su buharı olmaktan kurtulsun bulutlar. Değiştim sanki içimde bir şeyler öldü. 
Ürkek bir kuştu yüreğim yetmez gibi şimdi bir de ağrılardan bir dağ gelip oturmuştur ömrüme. Kendimle konuşmalarım hep aynıydı, içimdeki benlerle uzayan amansız ve kararsız tartışmalarım hep aynı noktada kilitleniyordu. Öyle inanmıştım ki küstürmemeliydim masal kuşlarını, tek umudum onlara bağlıydı artık çünkü onlar getirecekti güneşi, karanlık göğüme… 
İçimdekilerden biri hiç susmadan tekrarlıyordu bir takım tekerlemeyi, sahi neydi? “Su durur, ay unutur, bakışsız kalır deniz, mavisi solar mehtapsız kalır aşıklar” Ne kadar haklıydı kendi içindeki kafiyesinde. Bir deliye yakışmayacak kadar haklıydı, belki de bu tüketiyordu beni. Ben aklımın odalarında “tükenme” diye haykırdıkça azalan sesim karşısında asla susmadan, sesi her duvarlara çarptığında artan bir leyla asla susmuyordu köşesinde. Artık kendime söz geçiremeyişimdi belki de benim en büyük yanılsamam, en büyük sınavım. Zaman geçiyordu, çıngıraklı bir yılan gibi beynimde daha derine ilerlerken leyla, umut hiçe hiç kalacak kadar tüketiyordu kendini. Ne hazin ne trajedik sondu benimkisi, kendi içimdeki benler öldürecekti beni. Göğsümün kafesi bir hapishane dört duvardan farksızdı artık onlar için, çarpa çarpa kırıyordu boynunu serçeler. İçimde yıllar yılı büyüttüğüm kimsesiz serçeler… Artık onlar bile sahip çıkmıyorlardı köşesinde hicvini bekleyen çalıkuşuna. Giderek ritmini yitiriyordu solumdaki kan gülü, kuruyordu orada… Öylece… Her gün birer birer yok oluyordu sanki aklımdaki meleklerle canlılığımın her hücresi. 
Ki olmaz… Olmaz böyle dağılmak. Bak leyla, sevgilinin saçları rüzgârda dağılır örneğin, bir çocuk uzaktan sana gülümser bulutlar dağılır örneğin. Yok. Bu benim bildiğim gibi dağılmak değil, bu başka… Kırılmak… Ağrımak… Bu daha çok sızlamak… Can çekişmek belki de aynı bedende. Başka. 
Dünya adaletsiz çocuk… Dünya zorba… Derdin varsa git denize anlat, kedilere bulutlara anlat. Pencere pervazında çiçeklere anlat. İnsana dert anlatılır mı hiç? Umut gibi belki eşitleniriz bir gün aşkla. Deme şimdi bu nasıl reçete, bu yazının matematiği kendi içinde böyle. Sen ve diğerleri gibi, en çok da “biz” gibi işte. Kopuk kopuk, yarıca hecele… Bu kekeme, yarım yamalak, toz ve duman şarkıyı iyi belle; öyle durdum ki sana, demirim pas içinde. İçime susmaktan, derinde besmelem, yosun içinde. Besmelem ki; dağılan… Kırılan… Ağrıyan… Sancıyan… Bak leyla buna “âmin” de. Kalk! Kurtar beni bu içinde bıraktığınız yangından. Konuş benimle. Diğerlerinin zaten alıştım sessizliğine; huysuz, umut, gökçe. Hepsi küsmüş köşesinde… Huysuz sinirlenmiyor artık hiçbir şeye; umut şakımıyor camlarda, bahar dallarında; gökçenin aklı takılmıyor kuşlara, denizlere, göklere gitmek istemiyor uzaklara. Ama sen leyla, sen ki benim bu hayattaki en büyük seferim! Nedir bu kahrolası sessizliğin? Neden çıkıp oturmayışın karşıma? 
Hadi durma! Alın göğüme bıraktığınız yağmurları, alın bu satırları! Ah yetmiyor… Yetmiyor hiçbir sözcük iyileştirmeye içimdeki derin uçurumu… Nasıl ki karardı bu kadar hava? Bu ne menem fırtına böyle içimde?
Kırılırım lakin çabuk unuturum; bir avuç sevgiye açıverir güllerim. Oysa ki beni en çok sen tanırsın, içimdeki fırtınaları en iyi sen bilirsin leyla. Oturup bir deli’ makamında yazarken tüm bunları sana içimden terk etme beni yalnızlığımla. Ben ki en çok sana anlatırım derdimi, içime sustuğum her kelimem en çok sen de yankı bulur. Ah benim hiç doğmamış, ömrümce benimin kıvrımlarında taşıdığım ikizim, en deli yanım; senin susmadığın her gün, ölmediğimin ispatıdır.
Sessizlikte en çok delirir insanlar, bir de yalnızlıkta. Oysa benim en sesli halim belki de sessizliğim ve en kalabalık anım tek yalnızlığım. Şimdi bile… Ne sessizce bakıp geçiyor insanlar yüzüme, oysa kalbim göğüs kafesimi yırtıp yerinden çıkmak üzere.
Şimdi mi bir hayali yeniden kurmak için söz sırası ellerimizde? Ama ellerin senin Andre… Yok… Ellerin gibisi yok… Kıpırda, kalk gidelim yollara ki sen bu hayatta en çok yoldan nefret etmişsindir bu kadar severken! Yürüdükçe sancıyan, ağrıyan hatta belki kırılan bir yolu geçeceğiz birlikte. Ve hiç vazgeçmeden baharın yeşilini akıtacağım, incinmiş bilek gibi bakan gözlerine. Değil bu leyla… Solmanın sırası hiç değil! Küsüp de susmanın, düşüp de kalmanın, yıldız saymanın… Durma! Adı illa ki umut olan bir çağa tay gibi koşmak gerektir; un ufak olsa da sol yanımız, sevdayla…
Tuz ve nar aşkına!
Tükenme!

1 Şubat 2020 Cumartesi

Hüzüngah Martıları

Martılar geçiyor penceremden;
Ah iliklerimden süzülen umutsuzluk...
Ne ince ne derin bir sızısın yüreğimde,
Çığlık çığlığa karışıp martılara,
Asla onlarla gitmeyip duran yerli yerinde...
Ne kadar da telaşlı İstanbul bugün yine
Tüm renklerden sıyrılmış grisinin içinde.
Bu sabah da denizin ufkuna yasladım dertlerimi,
Ne yazık ki gemiler gibi geçip gitmediler içimden.
Yeşili solmuş bütün mevsimlerin...
Güneşsiz kalmış bütün aşıklar...
Ah yangınım, ah keder!
Hiç geçmez misin yüreğimden?
Bir dem’a ile düşmez misin gözlerimden?
Bir martnın kanadına takılıp gitmek isterdim bu şehirden;
Denize sonsuzluğa,
Ya da belki yol almak bir gemide
Engin göklere uzaklara.
Pusun ardındaki sıradağlar gibi dimdik duruyor çaresizliğim;
Orda, üstelik içimin en karmaşık meydanının en ortasında.
Ne melem şeysin hüzün!
Ah kalbimin bitmez kederi, ah bu bende ki sonbahar,
İçimde yeşermeden kurumaya tutan dallar,
Damla damla kanımda solan kırmızım,
Kirpiklerimdeki yas;
Tüm dünyanın boşluğu,
Yüreğimdekinden az...

23 Ocak 2020 Perşembe

İstanbul’da Galandar Gecesi!


İstanbul'un en aktif memleket derneklerinden biri olan Yağmurdereliler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği,  geçtiğimiz günlerde yine müthiş bir programa imza atarak tüm hemşehrilerini buluşturmayı başardı.
Sultanbeyli’de her sene Yağmurdereliler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği tarafından düzenlenen, Karadeniz'in bazı yörelerinde halen yaşatılan ve geleneksel oyunların oynandığı Galandar Gecesi (Rumi yılbaşı) kutlaması, bu sene de yine Yağmurdereliler tarafından düzenlendi. Bu defa tamamen Yağmurdere Vadisi gençlerinin oluşturduğu YAYDER Gençlik Kolları’nın hazırladığı Galandar Gecesi, hazırladıkları oyunlar, skeçler ve müziklerle renkli görüntülere sahne oldu. 
Garagoncolos

Dernek Başkanı Sadık Yazıcı’nın konuşmasını gerçekleştirerek açılışını yaptığı gecede en büyük Galandar temsillerinden biri olan Galandar Ateşi, Galandar’ın en bilinen temsillerinden olan “Garagoncolos”un halı ile sahneye getirilmesiyle yakıldı.

Sultanbeyli Beyazköşk Düğün Salonu’nda düzenlenen programa; AK Parti Milletvekili Osman Akgül, Sultanbeyli Belediye Başkanı Hüseyin Keskin, İSTAÇ A.Ş Genel Müdürü Mustafa Canlı, AK Parti Genel Merkez Marmara Bölge Koordinatörü Ali Sevinç, MHP İstanbul İl Başkan Yardımcısı Ümit Gürbüz’ün ve birçok dernek başkanlarının da katılmasının yanı sıra tüm Yağmurdereliler adeta akın etti.

Galandar oyunlarından kareler
Canlı yayın eşliğinde, eğlenceli ve dolu akışıyla gerçekleşen Galandar Gecesi'nde, geleneksel oyunların yanı sıra, bu yıl ilki düzenlenen serbest konulu şiir yarışmasının sonuçları açıklandı. Yine  Yağmurdereli Edebiyat öğretmenlerinin oluşturduğu  komitenin, sonuçlarını belirlediği şiir yarışması ve çekiliş ödüllerinin sahiplerini bulduğu gece de bir de Yağmurdere konulu şiir için Yağmurdere Özel Ödülü verildi.

Galandar Hatıra Köşesi
Galandar Gecesi’nin ne olduğunu, ne anlama geldiğini ve eskilerde nasıl kutlandığını anlatan Yağmurdereliler, köyün büyükleri ile gerçekleştirdiği röportaj ve mani söylemleriyle programa artı bir değer daha kattı. Bu yıl başka bir ilke imza atan Yağmurdereliler, galandar programına özel hatıra köşesi tasarlayarak bir de katılan misafirlerin görüşlerini kaleme almak amacıyla anı defteri düzenledi. Birbirinden eğlenceli karelerin bulunduğu "Galandar Köşesi", gecenin simgesi haline gelmiş Garagoncolos maketi ile de desteklendi.

Köy Hayatı Temsillerinden Kareler
Galandar adetlerinden sayılan kostümleri giyerek gençler ile kemençe eşliğinde horon oynadı. Etkinlikler kapsamında galandar oyunlarından kim vurdu, kurt kaptı gibi oyunlar oynandı, özlenilen  köy hayatı temsillerinden tarla koşma, ekme, biçme, buğday öğütme gibi temsiller canlandırıldı. 

Momoyer Oyunundan kareler
Yöre de gelenek haline gelmiş bir başka galandar simgesi olarak “momoyer oyunu” adı ile de bilinen orta oyunu için, kurgusu-senaryosu Yağmurdere gençleri tarafından büyük bir özenle kaleme alınan kısa tiyatro oyunu, yine gençler tarafından sahnelendi. İzleyicilerin büyük beğenisini toplayan oyun, kuvvetli alkışlarla ve kahkahalarla karşılandı.

Müzik dinletisinden kareler
Yöresel Gümüşhane Türkülerinden ile günümüz pop müziğine birçok eşsiz parçayı enfes bir müzik şöleni olarak dinleyicisine sunan Yağmurdere gençleri, İmera Fera, Ayrılık Şarkısı, Bu Kalp Seni Unutur mu, Gamzeler gibi günümüz pop müziklerinin yanı sıra Gümüşhane Güzelleri, Felek Ne Derdin Var İse, Suya Gider Allı Gelin gibi bilinen Gümüşhane Türkülerini de seslendirmeyi unutmadı.

Yoğun ilgi gören gece, muhteşem gösterilerin ve enfes dinletinin ardından ilgi ile beklenen kısımlardan biri olan kemençe kısmına bağlanarak hemen hemen tüm konukların da dahil olduğu horonla devam etti.

Bir ilke imza atılarak Yağmurdere’nin en bilinen yerlerinden Taş Köprü, Santa Harabeleri, Kostandağı Geçidi gibi yerler kendine özgü tasarımlarıyla magnet olarak satışa sunulmasına ilgi yoğun oldu. Eski ile yeninin harmanlandığı, tiyatral gösterilerin sergilendiği, müzik dinletilerinin gerçekleştirildiği, yöresel lezzetlerin sunulduğu gecede, Galandar geleneği yaşatıldı.


Galandar Fragmanı_1
Galandar Fragmanı_3

27 Aralık 2019 Cuma

Anlaşılmak Denizi


Otobüs yolculuklarında en çok gece farla aydınlanan yolları izlemeyi severim çünkü en çok o zaman anlam kazanır her gün basıp geçtiğimiz yollar. Hayat telaşesinin için karışmış unuttuğumuz benliğimizle yorgun hayatlar yaşamaya çalışıyoruz. Evsiz insanlar gördüm; dahi kolsuz bacaksız, geçim sıkıntısının çarkında sıkışmış babalar biliyorum, akşama ne pişireceğini yokluktan bilmeyen anneler biliyorum; hepsi aynı kederden izler taşıyordu yüzlerinde. İstanbul’da yaşayanların birçoğunun asıktır ya yüzü. Zaten garibanlık nerde olsa belli ederdi kendini.
Üstten bakanlar buna “mutsuzluk” dedi, halbuki gözlerinden yüzlerine yansımış hüzünleri kimse görmedi. Gençliğinin baharında solmuş çiçekler gördüm; ne hayallerle ekilen toprağa, ne çok beklemişlerdi, sabretmişlerdi boy vermek için.  Üstlerine acımasızca basıp geçti birileri. Kalanlarınsa yüreği çürüdü. Ne zordu şu hayat. Bir yanda elit dünyaların mutsuzlukları, ceviz kabuğunu doldurmazken diğer yanda taşlar kadar ağır yükler taşıyanların, ceviz kabuğu kadar yer etmeyişiydi belki de bu kadar kötüleyen bu dünyayı. İnsanın ahı çıkar derdi babam. Sahi yorulur muydu babalar? Ben babamın yorulduğunu hiç görmedim. Yorulduğumda babamı aklıma getirir kalkarım yorulduğum yerden. Ne acımasız koca bir çarkın içinde yaşamaya çalışıyorduk hepimiz. Hızla dönerken aşağıda ne var ki diye kafasını uzatanı hemen de çiğniyordu.
Ömrümün baharı güzü geçmiş yerini kışa bırakmıştı sanki, aniden ve bir hayli soğuk. Ayazda kalmıştım düpedüz. Karlar yağmıştı en çocuksu en bir sevindik sevinçlerimin üzerine, kar her şeyin üzerine örtmüş, uzun bir beyazlıkla birlikte derin bir sessizlik kaplamıştı ömrümü. Korktuğum bu da olmaz olmasın dediğim ne varsa oldu sanki üstümdeki cam kubbe yıkıldı da altında kaldım ben parmağımı oynatsam canım acıyor camlar ta içime batıyordu.
Mütemadiyen susuyordum ve kimselerde fark etmiyordu sessizliğimi zaten. Çok sonra sustum; coşkun dereler gibi, çağıl çağıl ırmaklar gibi sustum. Birden. Bıçak kesiği emsali. Öyle sustum ki, derinde Besmelem yosun içinde. Derin bir çıkmazın koca bir fırtınanın ortasında oradan oraya savruluyordum. Kimsesiz bir yaprak misali. Ve koca bir karadelik gibi gün geçtikçe daha çok büyüyordu içimdeki yalnızlığım. Eskiye dair olan her saniye aklımın çarkında kalmayıp mutluluklarım şu an ki derin mutsuzluğumu daha da çarpıyordu sanki yüzüme. Öyle olurmuş zaten insan yaslandıkça unuturmuş kotu günlerini. Sanki uyumuştum ve durmaksızın kar yağıyordu üzerime, Üşüyordum. Kimsesiz çocuklar gibi Mütemadiyen Üşüyordum ve sanki üzerimi örtecek kimsem yoktu bu hayatta. Sahi ne zor şeydi kimsesizlik. Rabbim kimseyi kimsesiz koymasındı bu hayatta. Böyle zamanlarda hep çocuk esirgeme kurumu gelir aklıma. Oradaki kimsesiz, bir ele muhtaç çocuklar. Oysa ne ağırdı kimsesizlik yükü hem de bir çocuğun omuzlarında. Böyle zamanlarda gider kimsesiz çocuklara kimse olurdum, başını okşardım onların. Ve merhem olurdu sanki onların çocuk elleri yaralarıma. Siz hiç öksüz bir çocuğun başını okşadınız mı?
Öksüz yetim çocukların başını okşarken gözlerinde görürsünüz bu dünyanın en derin kederini. Tarifi olmayan bir minnet duygusu ile bakarlar gözlerinize. Ağlarsanız yaşlarınızı silerler o küçük elleriyle. Hep daha çok ağlayasım gelir. Yetiştirme yurtları bu dünyadaki kimselerimi hatırlatır bana huzur evleri ise kimsesizliğimi. Ne zaman ağlayan bir çocuk görsem oturup onla ağlayasım gelir. Ne zaman bir yetiştirme yurdunun önünden geçsem bu dünyadaki acılarım için Tanrıya şükrederim. Allah acı çekebilme kabiliyetimden razı olsun. Acılarımız bize insan olduğumuzu hatırlatır.
Çevrende olan biten her şeyin farkında olmak çok yorucuymuş. Gerçekleri bir kere gördüğünde, gözün bir kez açıldığında artık geri dönüşün olmuyor, kimseyi aklayamıyorsun içinde. Tüm bildiklerinle baş etmek zorundasın, tüm gördüklerinle baş etmek zorundasın. Çok karışığım. Bir yanım olabildiğince huzursuz ve yorgun. Diğer yanım mucizelere ve düşlerin gerçek olabileceğine halen inanıyor ve heyecanını koruyor. Bu iki yan arasında ben, eziliyorum. Ne kadar konuşursam konuşayım anlaşılamadığımı fark ettim.
Kendimi yeterince ifade edemediğimden yahut kelime eksikliğinden değil, sizin sorumsuzlukla örülü duvarlarınıza çarptığımdan. Detaylara dikkat ettiğim için farkında olmadan yapılanların, söylenen sözlerin bende etkisi öyle büyük ki mesela bir bakıyorum beş dakika önce yere göğe sığdıramazken içim bir anda buz kesmiş. Bir öyküde tek başına savaştığını fark ettiğin zaman vazgeçiyorsun. Dünyayı karşına alırsın da seni yalnız bırakan şeyle savaşamazsın çünkü. Bir şeyleri hissediyorum ama ne olduğu bilmiyorum. Bir yerden kaçıyorum ama nereye olduğu belli değil. Bir şeylerden soğuyorum ama yaşamdan mı insanlardan mı çözebilmiş değilim. Birileri beni üzüyor ama sorsalar isimlerini söyleyemem. Ama hüznüm gündüzlerin üzerine dökülseydi, gece olurdu.
Sisli bir İstanbul sabahıydı; en bir sevdiğimden. Oturdum bir çay içtim; öyle soğuktu ki çok sürmedi buz kesti bardağımda çayım; düşüncelerden değil soğuktandı ya da ben öyle inanmayı seçtim. Hissediyordum kış birden ve fena gelecekti tıpkı benim kışımın aniden bastırdığı gibi. Bugün yaralıyım biraz; bu sabah en kırık yerlerimden uyandım. Geçen yıl bugün kar yağmıştı İstanbul’a; notlarımın arasında öylece karaladığım bir kâğıda rastladım:
 “Bugün çocuğum ben; mutluyum bugün, bugün üşümez hiç ellerim, hastalanmam bugün hiç. İstanbul’a kar yağdığında yavaşlar bu şehir vızıldamaz arabalar ve havlamaz köpekler; bu şehirdeki çocuklar çocuk olur, İstanbul’a kar değdiğinde çocuklar hüküm sürer. O zaman sadeleşir bu şehir kalabalıklar erir gerçek kar taneleriyle; koşma mesela kimse, bugün acı vermez yeni türkünün başka bir şey istemesi; gerçekleştirmediğim bütün hayallerim bugün terk eder beni bugün en çok öğretmen olurum içimde. Çocuk kalmış insanların mesleğidir öğretmenlik kar yağdığında bir anlar sevinir bir de en çok babam. Saçıma yağmur tanesi değmesine dayanamayan babam bugün ses etmez ellerim sızlasa da eve dönmeyişime. Bugün en çok çocuk olurum ben en çok yaptığım ise inat sevinirim kar yağışına, bas bas bağıran kar bizim için düşmandır diyen hocalara, çalışmak zorunda bırakıldığım sektör düzenine inat bugün en çok ben sevinirim toprağa kar değmesine, bugün hiç üşümem.” Sahi ne çok not düştüğüm var böyle aralara. Bazen kendimi öyle bir çıkmazda hissediyorum ki; bu dünyadan tek kurtuluşumun ölmek olması kadar keskin bir gerçeklikteydi bu çaresizlik. Hani koca koca koca yangınlara kafa tutarsın da göğsündeki mumu söndürmeye gücün yetmez ya o hesaptı benimkisi. Kendimi derin bir mutsuzluğun içine hapsedilmiş gibi hissederken beni bu duygudan arındıran yalnız fotoğrafın, ay misali parıldayan gözlerin ve hepsinin üstünde bana bakışın… Sahi ne hoş bana bakışın; kışların içinde yaz gibi anlık. Sanki tüm dünya gözlerinde gibi.
Ne tuhaf şey büyümek demek ki biraz da bu demek büyümek; hayat telaşının içinde kaybolmak. Büyüdükçe öğrendim ağrılarımı söylememeyi. Şimdi ne lazım bir bakalım; biraz hüzün, içe batan sancılar, hafif bir sızı, bir de inceden kırık bir kalp. Her şey tamam zaman sonra ne hoş. Ah dallarından koparılan kır çiçekleri benim de sizden bir farkım yok. Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz. Hani rengârenk çiçekler ekmişsin; bütün bahçe yanmış, sen üşümüşsün. Adımlarım sahte, avuçlarım kara delik. Ve ölümüm, ihtişama boyun eğmiş sadelik! Ne efendiyim ne ağayım ne beyim; arkamdan el sallayacak bir şiirin eşiğindeyim. Yorgunum; gökyüzüne bakınca bile geçmiyor, böyle nasıl desem varım yaşıyorum ama sanki yokum da ne bileyim garip ve yorucu bir gündü, insanlardan yoruldum. Keşke bütün bu hengâmenin ortasından bir çıkış yolu bulabilsem yahut kimseye değmeden gitsem. Hani olur ya insan incelir, öyle ya zaten kırıklar bir dalı yontmak gibidir; hani hani bir küçük gemi yapmak için alırsın bir dalı yontmaya başlarsın ama belirli yerleri gereği kadar yontman gerekir aynı yere üst üste gelen darbeler dalın kopması neden olur ya öyle kırılır insan bence ki ben zavallı ben kırılmayı bile beceremem ama insanlar öyle kırılırmış ki öğrendim.
En çok da bu yoruyor insani; hiçbir kıymeti olmaması gereken insanların, senin üzerine dünyayı kurduğun insanlar için senden daha kıymetli oluşu. Ve mamafih senin bu dünyayı üzerine kurduklarının bu duyguyu senin gözüne şoka şoka kafana vura vura sana öğretmesi tabi ki. Ah dünya; Ahmet Arifin uğruna kül olduğu Leyla Erbil Hanımefendiyi. Mehmet Bey’e yar eden dünya değil misin?

5 Temmuz 2018 Perşembe

Bir Küçük "Deniz Yâresi"

         Çok değil bir salıncak kurmak isterdim göklere yakın yerlerden uzak bir orman içine; bir yanı sonsuz mavi uçurum bir yanı yemyeşil bahar ve sallanmak isterdim sadece, rüzgarın sesi bir de yaprak uğultularıyla örtüşen dalgaların huzurlu sessizliğinde. İçimde sanki hep aynı şarkıyı çalan bir laterna. Parçaları bir araya getirene kadar ne kadar eksik olduğunu farketmiyorsun. 
         Ben edebiyat dersinden kalan bir şairin şiiriyim; bu kadar işte, bu bu kadar. Edebiyatta matematikten daha fazla problem vardır. Ama siz bunu göremezsiniz. Matematikte uzaklık salt bilmem kaç kilometredir, ölçülür fakat o uzaklığın gönülde açtığı yolu sayılarla ifade edemezsin, kötüsü kelimelerle de ifade edemezsin; bkz. bu çözümsüz bir problemdir. Kalk gel diyemediğimiz, kalkıp gidemediğimiz, beklemek üzere kurulu dünyalarda yaşıyoruz çoğumuz. Beklersek gelecek gibi, geçecek gibi, vuslat hep yakın gibi geliyor. Sorsan hepten sabırsızız ama hepimiz sabırla bekliyoruz bütün imkansızlıkları.
          Ben sizin bende görmek istediğiniz biçimlerin arasına koyduğunuz mesafeyim. Bırakın uyuyayım bıktım kelimelerden. Gece görünenin sonu, görünmeyenin başlangıcıdır çünkü. Bitiş ile başlangıç, yoklukla varlık, ölümle doğum, veda ile bismillah, hepsi gecede saklı. Geceler bitti. Yolculuklar bitti. Yeni yerler, yeni sabahlar bitti. Önceki haline döndü kalabalık. Sabahattin Ali'nin de dediği gibi; içimde, bir yolculukta tanışıp alıştığım, fakat pek çabuk ayrılmaya mecbur olduğum bir insana veda eder gibi bir his vardı. 
Birisi tarafından delice sevilmek size güç verir, birisini delice sevmek ise cesaret. Aynı duayı birbirinden habersiz eden iki insan, er ya da geç birbirlerine kavuşurlar. Tabi inandığımız masallarda. Ama yazgısını yaldızlı cokomel kağıtları gibi tırnaklarıyla düzeltemiyor insan. Deniz çıkışıdır bir şehrin, başka diyarlara açılan kapısıdır. Boğuluyorum bu zindanda. Götür beni Andre!
Kalbime tünemiş kuşlar uçuştu. Çünkü yüzümüzdeki tebessüm içimizdeki gramafonun sesi. Siyah bir adam, mavi bir kadın severse kırmızı olurlar; göğün ardı gibi, en derin okyanusların dibi gibi. Yüreğimde uçarı kuşlar gibi bir garip sızıyla karışık his. Bazı hayaller naif olduğu hadar hüzünlüdür de, mesela bir fotoğraf hayali gibi hüzünlü ve naif. Düşünsene ortak tek bir fotoğrafımız bile yok. Bugünlerde ben; adsız bir özlemim, yağmur yemiş bir deniz gibiyim. Sabah uyanırken başlıyor, gece uyurken yokluyor. Ne uyutuyor, ne terkediyor. Hangi sevdadan dem vurdun, ne ektin göğsüme bilmem ki? Yüreğine, ömrümü eklemek için, boynumu büktüm, ömrümün virgül'ü. Hangi bahar attı seni bu yüzyıla?
       Nar çiçeklerini bilir misiniz? Dünyanın en güzel kokan çiçekleridir, bana göre tabi. Her nar çiçeğinden bir nar oluşur -tabi bazıları da rüzgara kapılıp savrulu gider kuruyarak ama konumuza bu noktadan değindirmek istemediğim bir nokta bu- içinde milyonlarca tanesi; işte sevda da böyledir. Bir çiçek tanesinden başlar filiz vermeye, sonra kocaman bir kapalı kutucuğa dönüşür. Ne zaman ki açılır o kabukları işte o zaman gösterir anca içinde biriktirip büyüttüğü o küçük taneleri. Tabiki her mevyenin her çiçeğin olduğu nar çiçeklerinin de bir mevsimi ve bir ömrü vardır, bekledikleri bir iklim vardır. Çünkü her daldan yalnızca bir defa nar çiçeği açar. Tıpkı nar çiçekleri gibi, sığındığın gönül memleketindir ve her insanın ömrüne de yalnızca bir defa açar nar çiçeği dalları gibi. Düşün ki onlarca insan var, yalnız birinin penceresinde açıyor gönlün. Haritalardan bildiğim o şehirde bir yerde açıyor, benim ömrümün de nar çiçeği.
       Bir gün gelir de bir olursa evimizin penceresi ve kapısı, aynı deftere yazılacaksa eğer alnımızın yazısı; işte o zaman bütün benliğimle gözlerine bakacağım. Ve sana şunu fısıldayacağım; "Hoşgeldin Sevdiceğim".  
Zaten buradaydın, tam sol yanımda. Hiç gitmedin fakat tekrar hoşgeldin. Gönlüme, yüreğime, sana kurulu bu ömrüme. Hiç duymadığın kelimeleri sakladım sana, hiç koklamadığın çiçekleri topladım. Dünyanın gönlünden sevgiyi kopartıp, bütün aşk hikayelerini sana adadım. Bir gece çizdim ikimize, ay ve yıldızlardan komşular yaptım. Derin bir sohbet de koydum masaya; merak etme, çayın altını da yaktım. O kadar çok şey var ki sana biriktirdiğim şu küçücük kalbimde, o kadar büyük bir aşk var ki; bütün avuçları toplasalar sığmaz. Tüm perdeleri kapatsalar yinede saklanmaz. Ve tüm ateşleri yaksalar yüreğimin tam ortasında, inan bana, içimdeki korların zerresini tutamaz.
       Yüreğinin ellerinden tutunca, içimden nehirler gibi akmak geliyor; yollara çıkmak, yolculuklara bakmak geliyor; buralardan böyle ceketsiz kaçmak geliyor. Ben bütün yeşillerimi inatçı ayazlara çaldırdım; Sen yüreğimin ellerinden tut. İçinden neler geçtiğini ve neler hissettiğini bilmiyorum ama içimdeki evin bahçesinde ellerinle yaptığım kahveyi içiyoruz birbirimizi izleyerek. Otursak şöyle bir akşam üzeri, bana hiç bilmediğim bir hikaye anlatsan. Denizi ve ormanı, açlığı ve başkaldırmayı ayırmadın bırakılmış bir köşebaşının en güzel tanımıdır adın.
Ah gönlümün deli çağı!
Ne mi kalır benden sana; ıhlamur kokan soluğuyla, perçemli yeller kalır; hazır yoldaşın olmaya. Bana odanın ışığı kapalıymış gibi hissettirme ne olur. Bir haziran sabahı olacaktır sonra üzülmüşlüğümüzün, örselenmişliğimizin, aldanmışlığımızın ve mağlup oluşlarımızın sonu sıcak bir haziran akşamı olacaktır ne varsa, ne yoksa özleme dair aşka, umuda, sevgiye, insana dair hepsine ansızın kavuşulacaktır.
     Şu sıralar tek hayalim; sessiz sedasız insandan uzak bir deniz kıyısında, rüzgârla dövüşen dalgalar eşliğinde, bir hamağa uzanıp, unutarak bütün sorumluluğumu, fütursuzca kitap okuyuşunu dinlemek sesinden, kocaman yapraklar gölgesinde.
      İçimi titreten bir cümle okudum kitapta; “Muhabbet etmeyi çok sevdiğin biriyle artık iki kelime bile edememek de gurbettir” diyor. Allah'ım esirgesin. Oysa başka bir masalda iltifat ediyordu bilmem kaç yaşındaki bir adam senelerini verdiği kadına; “kıyamet kopsun, senin saçının teline zarar gelmesin” sahi ne naif istek ama. 
    Sarıp sarmaladım en sevdiğim şarkıları, içimde katlanan sevinçleri üzerime örttüm Sessiz gecelerce. Tüm kelimelerim anlam kaybedip yeni bir boyut kazandı sözlüklerde. Gülümse; gamzeler açsın kalbimde, adını duyduğum yerde bahardır mevsim, içime düşer cemre. Bu yüzyılın son sevdası bizimkisi; uçuyorsa bin bir ötüşle göğsümüzün kuşları, denizler üzerindense kanat çırpışları göğe, gülüyorsa gözlerimizde yüreğimiz; sevdamızdan. Dünyadaki en güzel hissiyat şüpheden uzak bir sevgi ve yormadan, yorulmadan anlaşabilme yetisidir. Duvarlar örseniz, o duvarları sevdiğiniz renge boyayacak insanları sevin. Sahi ne güzeldi sevilmek, oysa ne kısaydı hayat. Hayat, elbet kısa siz uzun uzun gülümseyin.
Sağlıcakla...

22 Nisan 2018 Pazar

Ayrık Otu Kolonları ve Eğrelti Kirişler


Uzak şehirlere bakarken hep merak ederdim neden titrediklerini ışıkların. Sanki öyle garip öyle uzaktan ağlarmış gibi ya da kimsesiz bir şehrin sokaklarında soğuktan savrulur gibi. Ne tuhaf şeydi hayat; olanlar ve olmasını istediklerimiz arasında tahminimizden daha büyük bir paradoks ve düşündüğümüzden çok hızlı şey şu zaman. Sahi zaman dedi mi bir ince bıçak ağrısı saklanmıyor mu sizin içinizde bilmediğiniz bir yerlere. Uzak olanlara tüm bunlar. Çünkü yakındakiler anlamazlar hiçbir zaman uzaklardakiler gibi. İnsanların aralarında bazı bağlar vardır bilinmeyen ve adı konulamayan; sihir gibi, büyü gibi; anlaşılamaz bir hissiyat. Mesela yanı başınızdaki bilmezken, bilmem kaç kilometre uzaktan hissedebilir birileri. Sizin hiç anneniz ağlamaktan içiniz çıktığında ya da bir gece ateşten yandığınızda, sabahında hasta mısın dedi mi? Bir insan her şeye alışır, her şeye katlanır çünkü çamur her şeyi fütursuzca içine alabilecek bir yapıdadır. Bir şehre bakıp hiç koca bi yalnızlık gördünüz mü siz, isyan ederek aklınızın her odasında koşturdu mu mesela gözleriniz? Bir şehre alışmak bir insana alışmak  gibidir. Aynı karanlık sokaklarda kaybolarak öğrenmektir bazı şeyleri. Yeni başlangıçlar hep en sancılı süreçlerden sonra gelir ya hani; kaleniz tam yıkılmaya yüz tutmuşken, bayrağınız tam düşecekken; her daim son bir çıkış kapısı kollar ya yüreğiniz, hani bazen ömrünüzce kaçtığınız bir şeye tutulursunuz;  hayat hep en umulmadık yağmurlarla sınar yüreğinizi ve sizin toprağınızı hep en gereksiz anlarda sular zaman. Bazen miyadını doldurmuşsan bir şehirde, mutluluk vermiş sokaklar da hüzün verebilir. Mesela pencerenizden baktığınızda dışarda koşuşturan anılardan çok eğer düşlerinizde kalmış uzak anılarınız ağır basıyorsa tartınızda, artık gitme zamanı gelmiş demektir.
Bazen gayret kelimesi başını alıp gider ardına bakmadan sözlüklerinizden ve siz sadece arkasından koşturan ama asla yakalayamayan gözlerinizin yollarıyla kalırsınız. Hep benle beraber unuttuklarım. Orda bi yerde eğer duruyorlarsa en özledikleriniz ki hayattaki hiçbir duygu özlemden ağır basamaz kanımca, o zaman içinizdeki gayret diye bağıran kısmınızı duyamazsınız. Uzun ve karanlık gecelerde, kimsesizce tünemişsseniz eğer bi cama artık ordan her bakışınızda aynı duyguları yaşarsınız; insanı bir yerlere bağlayan değerler artık göz görmez olduysa gitme vakti gelmiştir.
Hani böyle en anlatılmaz anlarda dolar ya boğazınıza bir sancı, hani en olmadık anlarda br yumruk gibi düşer kalbinizin orta yerine; işte tam o zamanlada insanları ağırlayan dönüm noktaları ve ikilemler sürüklenecek en ağır rüzgarlardır.
Uzun yollar, ah şu tren rayları. Her bir milinde bıraktıklarınız, uzaklaştıklarınız hayatınızdan götürmeye başlamışsa bir daha o raylara bakmak size umut vermez; artık sadece o ince sızı, buruk bir ağrı kalır elde. Oysa ne çok severdim iki tramvayın karşılaştığı yerleri; sanki birbirine çok uzak kalmış iki nsanın kavuşması gibi. Şimdi öyle uzak ki geldiğim yollar, yanlış bir öyküdeyim yeniden yazılmaya ihtiyaç duyan. 
Hüzünlü geceler bilirim; sabahlarına kadar karanlığının her anını yaşlarımla ördüğüm ve her sabaha bitirip inatla üzerime giydiğim.
"Hani erken inerdi karanlık hani yağmur yağardı inceden, okuldan işten dönerken ışıklar yanardı evlerde..." 
Ne güzel bir şarkı, ne özlem dolu. Şimdi uzak bir penceren izliyorum hayatı, içimin ışığı bir kandil misali sönmüş denecek kadar cılız yanarken. İnsanlar sevdiği şeyleri yaparken enerjiyi her daim bulurlar kendilerinde oysa eğer mutsuzsanız sadece yorgunluk hissedersiniz iliklerinize kadar. Öyle yorgunum ki olan olmayan olacak olan ve olmayacak şeylerden. Yıllarca uyumak istiyorum içimden hiçbir şey geçmeden. Ne diyordu Sabahattin Ali; “hayatta  hiçbir şeyin benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor ve artık bundan acı duymuyordum”, ne acı yüklü bir cümle. Bir insanın kendi yaşamını hayallerinden sevdiği şeylerden uzak sürdürmeye çalışma çabası ne korkunç.
Özlediğim şeyler var; hatıraları zamanında nasıl mutluluk verdiyse şimdi öyle canımı yakan. Geçmiş geçmemişse hala orda yaşıyorsunuzdur ve bu durum sizi şimdiki zamandan koparır. Geçmişte bi yerlerde sokaklarda koşuşturan kız çocuğu olarak kaldım ben ve onu hala deli gibi özlerken. İki zaman arasında sıkışıp kalmak iki boyut arasında sıkışıp kalmak gibidir; varsın ama aslında yoksun ne orda ne burda. Seslenirsin kimse duymaz dürtersin kimse görmez, sönmeye yüz tutmuş bir mumun titrek alevidir bu. Ve eğer ipin ucu düştüyse bir daha tutamazsınız çünkü yangın büyürken kül eder her şeyi.
Zamanın bu kadar hızlı geçtiğini fark etmediğim zamanların anıları istila ederken beynimi eğer kalbim camı açıp atmıyorsa kendini sekizinci kattan evet hala yolum var demektir.  Yada belki de ömrümce kulağımı kapattığım kalbimin sesini ilk duyuşlarımı dikkate almaya korkuşumdan. Eğer bitmiyorsa hayat denen koşuşturmanız, zaman denen illeti sırtınızda taşırken kalbiniz sizi terketmiş demektir. Sevmek ateş olurmuş derler ki yanmak yalan zamandan uzakken.
Hapsolmak, hapse girmek değildir. Ne farkımız var hapisteki insanlardan belki onlardan çok esiriz bu sınırlar içinde. Aslolan hepimizin içinde, dolması gerekip, esir olduğu zaman. Dönüş yoluna bakıp binlerce totem yaptım belki de geçen arabalarla, sonuç hiç değişmedi hep esir kaldığım bu hayalet şehir.
Var mıydım gerçekten? Bu muydu gerçek yaşamım? Yahut binlerce paralel evrenden sadece birindeki yansımam mıydı bu oluşum? Koskoca bi yalnızlıktan başka bir şey kalmadığında avcunuzda, evet anlarsınız büyüdüğünüzü, sorumsuzca unutamadığınızda her şeyi o zaman sorgulamayı bırakırsınız. Şimdi öyle uzak ki geldiğim yollar. Ömrünüzce mücadele ettiğiniz şeylerin peşinden gidemediğinizde, dönen bu çarka boyun eğmek zorunda olduğunuzu hissettiğiniz o ilk anda uzaklaşmaya başlarsınız kendinizden ve hiç bitmeyecek bir yağmurun altında yürümeye başlarsınız ve bir daha hiç bahar gelmeyecek gibi acımasız hisler hücum ettiğinde gönlünüze o zaman duymaya başlarsınız kalbinizin sesini ve susturamazsınız bir daha ki belki de zaman kavramını unutan kalbiniz o zaman bir daha hiç susmazcasına çığlıklar atarken siz ve içinizdeki hiç dokunamadığınız sizleri delirtircesine hükmederken, aklınızdan bütün yollar kapanır. Geç oldu yorgunum, saçımda rüzgar ve beni çağıran uzaklar uzaklar. “Bu da nasıl yazı” deme şimdi, onun matematiği böyle kopuk kopuk oluşu. Kalbine mektup yazamıyor insan.