9 Mart 2020 Pazartesi

Deli' Makamı

 
Sevdiğim şarkılar, mutlu olduğum havalar, saçlarıma taktığım çiçekler… Hepsi birer birer yıldızlar gibi kayıp gitti hayatımdan. Şarkılar yine var, ama yok sanki eski anlamlaştırıldıkları; güzel havalar yine geliyor ama esmiyor eskisi gibi rüzgâr ve papatyalar zaten durmazdılar ki saçlarımda akıp giderdiler… Ben de kendimi böyle kandırmayı seçtim işte. Zaten ben toplamadım çiçekleri, ben sevmedim baharları, hiç ezberlemedim içimden geçenleri haykıran şarkıları…. 
Gördün mü yazmak için yazdım ve söylemiş olmak için söyledim tüm bunları. Oysa uzaklardan gelecek bir parça düşe muhtaçtı gönlüm. Sadece okudum; kitaplar dizdim kalbimin tüm raflarına. Sadece bir satırında kendimden bir bulabilmek için kim olduğumu anlayabilmek için. İnsandık hepimiz, hepimiz hiçtik.
Şu aralar gemiler geçiyor yüreğimden, üstelik bir tütüyor bacaları, bir çalıyor düdükleri ve nasıl dönüyor dümenleri; adeta bir sevda türküsüne durmuşlar, karışmışlar birbirlerine. Bir ıslık tutturmuş yüreğimin ağaçları yol gösteriyor gemilere. Denizim nasıl dalgalı nasıl karışık görseniz, belki de içinde kaybolur var olan şeyler. Ama yine de bahardan mıdır bilmem bir tatlı esinti var devamlı saçlarımda. Bulutlarda hep kuzular oynuyor sanki. Şimdi çimlere uzanmalık günler de gelir; bir güzel güneşin içinde rüzgâra karşı uzanırsın yeşilin içine, hani sen yeşil olursun yeşil sen devamında gökyüzünde oynaşır bulutlar çocuklar misali. Yüreği çocuk olmalı insanın sahi en çok. Ve yüreği çocuk insana denk gelmeli yüreği çocuk insanlar. Denk gelmeliler ki üzülmesin kuşlar, birer su buharı olmaktan kurtulsun bulutlar. Değiştim sanki içimde bir şeyler öldü. 
Ürkek bir kuştu yüreğim yetmez gibi şimdi bir de ağrılardan bir dağ gelip oturmuştur ömrüme. Kendimle konuşmalarım hep aynıydı, içimdeki benlerle uzayan amansız ve kararsız tartışmalarım hep aynı noktada kilitleniyordu. Öyle inanmıştım ki küstürmemeliydim masal kuşlarını, tek umudum onlara bağlıydı artık çünkü onlar getirecekti güneşi, karanlık göğüme… 
İçimdekilerden biri hiç susmadan tekrarlıyordu bir takım tekerlemeyi, sahi neydi? “Su durur, ay unutur, bakışsız kalır deniz, mavisi solar mehtapsız kalır aşıklar” Ne kadar haklıydı kendi içindeki kafiyesinde. Bir deliye yakışmayacak kadar haklıydı, belki de bu tüketiyordu beni. Ben aklımın odalarında “tükenme” diye haykırdıkça azalan sesim karşısında asla susmadan, sesi her duvarlara çarptığında artan bir leyla asla susmuyordu köşesinde. Artık kendime söz geçiremeyişimdi belki de benim en büyük yanılsamam, en büyük sınavım. Zaman geçiyordu, çıngıraklı bir yılan gibi beynimde daha derine ilerlerken leyla, umut hiçe hiç kalacak kadar tüketiyordu kendini. Ne hazin ne trajedik sondu benimkisi, kendi içimdeki benler öldürecekti beni. Göğsümün kafesi bir hapishane dört duvardan farksızdı artık onlar için, çarpa çarpa kırıyordu boynunu serçeler. İçimde yıllar yılı büyüttüğüm kimsesiz serçeler… Artık onlar bile sahip çıkmıyorlardı köşesinde hicvini bekleyen çalıkuşuna. Giderek ritmini yitiriyordu solumdaki kan gülü, kuruyordu orada… Öylece… Her gün birer birer yok oluyordu sanki aklımdaki meleklerle canlılığımın her hücresi. 
Ki olmaz… Olmaz böyle dağılmak. Bak leyla, sevgilinin saçları rüzgârda dağılır örneğin, bir çocuk uzaktan sana gülümser bulutlar dağılır örneğin. Yok. Bu benim bildiğim gibi dağılmak değil, bu başka… Kırılmak… Ağrımak… Bu daha çok sızlamak… Can çekişmek belki de aynı bedende. Başka. 
Dünya adaletsiz çocuk… Dünya zorba… Derdin varsa git denize anlat, kedilere bulutlara anlat. Pencere pervazında çiçeklere anlat. İnsana dert anlatılır mı hiç? Umut gibi belki eşitleniriz bir gün aşkla. Deme şimdi bu nasıl reçete, bu yazının matematiği kendi içinde böyle. Sen ve diğerleri gibi, en çok da “biz” gibi işte. Kopuk kopuk, yarıca hecele… Bu kekeme, yarım yamalak, toz ve duman şarkıyı iyi belle; öyle durdum ki sana, demirim pas içinde. İçime susmaktan, derinde besmelem, yosun içinde. Besmelem ki; dağılan… Kırılan… Ağrıyan… Sancıyan… Bak leyla buna “âmin” de. Kalk! Kurtar beni bu içinde bıraktığınız yangından. Konuş benimle. Diğerlerinin zaten alıştım sessizliğine; huysuz, umut, gökçe. Hepsi küsmüş köşesinde… Huysuz sinirlenmiyor artık hiçbir şeye; umut şakımıyor camlarda, bahar dallarında; gökçenin aklı takılmıyor kuşlara, denizlere, göklere gitmek istemiyor uzaklara. Ama sen leyla, sen ki benim bu hayattaki en büyük seferim! Nedir bu kahrolası sessizliğin? Neden çıkıp oturmayışın karşıma? 
Hadi durma! Alın göğüme bıraktığınız yağmurları, alın bu satırları! Ah yetmiyor… Yetmiyor hiçbir sözcük iyileştirmeye içimdeki derin uçurumu… Nasıl ki karardı bu kadar hava? Bu ne menem fırtına böyle içimde?
Kırılırım lakin çabuk unuturum; bir avuç sevgiye açıverir güllerim. Oysa ki beni en çok sen tanırsın, içimdeki fırtınaları en iyi sen bilirsin leyla. Oturup bir deli’ makamında yazarken tüm bunları sana içimden terk etme beni yalnızlığımla. Ben ki en çok sana anlatırım derdimi, içime sustuğum her kelimem en çok sen de yankı bulur. Ah benim hiç doğmamış, ömrümce benimin kıvrımlarında taşıdığım ikizim, en deli yanım; senin susmadığın her gün, ölmediğimin ispatıdır.
Sessizlikte en çok delirir insanlar, bir de yalnızlıkta. Oysa benim en sesli halim belki de sessizliğim ve en kalabalık anım tek yalnızlığım. Şimdi bile… Ne sessizce bakıp geçiyor insanlar yüzüme, oysa kalbim göğüs kafesimi yırtıp yerinden çıkmak üzere.
Şimdi mi bir hayali yeniden kurmak için söz sırası ellerimizde? Ama ellerin senin Andre… Yok… Ellerin gibisi yok… Kıpırda, kalk gidelim yollara ki sen bu hayatta en çok yoldan nefret etmişsindir bu kadar severken! Yürüdükçe sancıyan, ağrıyan hatta belki kırılan bir yolu geçeceğiz birlikte. Ve hiç vazgeçmeden baharın yeşilini akıtacağım, incinmiş bilek gibi bakan gözlerine. Değil bu leyla… Solmanın sırası hiç değil! Küsüp de susmanın, düşüp de kalmanın, yıldız saymanın… Durma! Adı illa ki umut olan bir çağa tay gibi koşmak gerektir; un ufak olsa da sol yanımız, sevdayla…
Tuz ve nar aşkına!
Tükenme!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder