27 Aralık 2019 Cuma

Anlaşılmak Denizi


Otobüs yolculuklarında en çok gece farla aydınlanan yolları izlemeyi severim çünkü en çok o zaman anlam kazanır her gün basıp geçtiğimiz yollar. Hayat telaşesinin için karışmış unuttuğumuz benliğimizle yorgun hayatlar yaşamaya çalışıyoruz. Evsiz insanlar gördüm; dahi kolsuz bacaksız, geçim sıkıntısının çarkında sıkışmış babalar biliyorum, akşama ne pişireceğini yokluktan bilmeyen anneler biliyorum; hepsi aynı kederden izler taşıyordu yüzlerinde. İstanbul’da yaşayanların birçoğunun asıktır ya yüzü. Zaten garibanlık nerde olsa belli ederdi kendini.
Üstten bakanlar buna “mutsuzluk” dedi, halbuki gözlerinden yüzlerine yansımış hüzünleri kimse görmedi. Gençliğinin baharında solmuş çiçekler gördüm; ne hayallerle ekilen toprağa, ne çok beklemişlerdi, sabretmişlerdi boy vermek için.  Üstlerine acımasızca basıp geçti birileri. Kalanlarınsa yüreği çürüdü. Ne zordu şu hayat. Bir yanda elit dünyaların mutsuzlukları, ceviz kabuğunu doldurmazken diğer yanda taşlar kadar ağır yükler taşıyanların, ceviz kabuğu kadar yer etmeyişiydi belki de bu kadar kötüleyen bu dünyayı. İnsanın ahı çıkar derdi babam. Sahi yorulur muydu babalar? Ben babamın yorulduğunu hiç görmedim. Yorulduğumda babamı aklıma getirir kalkarım yorulduğum yerden. Ne acımasız koca bir çarkın içinde yaşamaya çalışıyorduk hepimiz. Hızla dönerken aşağıda ne var ki diye kafasını uzatanı hemen de çiğniyordu.
Ömrümün baharı güzü geçmiş yerini kışa bırakmıştı sanki, aniden ve bir hayli soğuk. Ayazda kalmıştım düpedüz. Karlar yağmıştı en çocuksu en bir sevindik sevinçlerimin üzerine, kar her şeyin üzerine örtmüş, uzun bir beyazlıkla birlikte derin bir sessizlik kaplamıştı ömrümü. Korktuğum bu da olmaz olmasın dediğim ne varsa oldu sanki üstümdeki cam kubbe yıkıldı da altında kaldım ben parmağımı oynatsam canım acıyor camlar ta içime batıyordu.
Mütemadiyen susuyordum ve kimselerde fark etmiyordu sessizliğimi zaten. Çok sonra sustum; coşkun dereler gibi, çağıl çağıl ırmaklar gibi sustum. Birden. Bıçak kesiği emsali. Öyle sustum ki, derinde Besmelem yosun içinde. Derin bir çıkmazın koca bir fırtınanın ortasında oradan oraya savruluyordum. Kimsesiz bir yaprak misali. Ve koca bir karadelik gibi gün geçtikçe daha çok büyüyordu içimdeki yalnızlığım. Eskiye dair olan her saniye aklımın çarkında kalmayıp mutluluklarım şu an ki derin mutsuzluğumu daha da çarpıyordu sanki yüzüme. Öyle olurmuş zaten insan yaslandıkça unuturmuş kotu günlerini. Sanki uyumuştum ve durmaksızın kar yağıyordu üzerime, Üşüyordum. Kimsesiz çocuklar gibi Mütemadiyen Üşüyordum ve sanki üzerimi örtecek kimsem yoktu bu hayatta. Sahi ne zor şeydi kimsesizlik. Rabbim kimseyi kimsesiz koymasındı bu hayatta. Böyle zamanlarda hep çocuk esirgeme kurumu gelir aklıma. Oradaki kimsesiz, bir ele muhtaç çocuklar. Oysa ne ağırdı kimsesizlik yükü hem de bir çocuğun omuzlarında. Böyle zamanlarda gider kimsesiz çocuklara kimse olurdum, başını okşardım onların. Ve merhem olurdu sanki onların çocuk elleri yaralarıma. Siz hiç öksüz bir çocuğun başını okşadınız mı?
Öksüz yetim çocukların başını okşarken gözlerinde görürsünüz bu dünyanın en derin kederini. Tarifi olmayan bir minnet duygusu ile bakarlar gözlerinize. Ağlarsanız yaşlarınızı silerler o küçük elleriyle. Hep daha çok ağlayasım gelir. Yetiştirme yurtları bu dünyadaki kimselerimi hatırlatır bana huzur evleri ise kimsesizliğimi. Ne zaman ağlayan bir çocuk görsem oturup onla ağlayasım gelir. Ne zaman bir yetiştirme yurdunun önünden geçsem bu dünyadaki acılarım için Tanrıya şükrederim. Allah acı çekebilme kabiliyetimden razı olsun. Acılarımız bize insan olduğumuzu hatırlatır.
Çevrende olan biten her şeyin farkında olmak çok yorucuymuş. Gerçekleri bir kere gördüğünde, gözün bir kez açıldığında artık geri dönüşün olmuyor, kimseyi aklayamıyorsun içinde. Tüm bildiklerinle baş etmek zorundasın, tüm gördüklerinle baş etmek zorundasın. Çok karışığım. Bir yanım olabildiğince huzursuz ve yorgun. Diğer yanım mucizelere ve düşlerin gerçek olabileceğine halen inanıyor ve heyecanını koruyor. Bu iki yan arasında ben, eziliyorum. Ne kadar konuşursam konuşayım anlaşılamadığımı fark ettim.
Kendimi yeterince ifade edemediğimden yahut kelime eksikliğinden değil, sizin sorumsuzlukla örülü duvarlarınıza çarptığımdan. Detaylara dikkat ettiğim için farkında olmadan yapılanların, söylenen sözlerin bende etkisi öyle büyük ki mesela bir bakıyorum beş dakika önce yere göğe sığdıramazken içim bir anda buz kesmiş. Bir öyküde tek başına savaştığını fark ettiğin zaman vazgeçiyorsun. Dünyayı karşına alırsın da seni yalnız bırakan şeyle savaşamazsın çünkü. Bir şeyleri hissediyorum ama ne olduğu bilmiyorum. Bir yerden kaçıyorum ama nereye olduğu belli değil. Bir şeylerden soğuyorum ama yaşamdan mı insanlardan mı çözebilmiş değilim. Birileri beni üzüyor ama sorsalar isimlerini söyleyemem. Ama hüznüm gündüzlerin üzerine dökülseydi, gece olurdu.
Sisli bir İstanbul sabahıydı; en bir sevdiğimden. Oturdum bir çay içtim; öyle soğuktu ki çok sürmedi buz kesti bardağımda çayım; düşüncelerden değil soğuktandı ya da ben öyle inanmayı seçtim. Hissediyordum kış birden ve fena gelecekti tıpkı benim kışımın aniden bastırdığı gibi. Bugün yaralıyım biraz; bu sabah en kırık yerlerimden uyandım. Geçen yıl bugün kar yağmıştı İstanbul’a; notlarımın arasında öylece karaladığım bir kâğıda rastladım:
 “Bugün çocuğum ben; mutluyum bugün, bugün üşümez hiç ellerim, hastalanmam bugün hiç. İstanbul’a kar yağdığında yavaşlar bu şehir vızıldamaz arabalar ve havlamaz köpekler; bu şehirdeki çocuklar çocuk olur, İstanbul’a kar değdiğinde çocuklar hüküm sürer. O zaman sadeleşir bu şehir kalabalıklar erir gerçek kar taneleriyle; koşma mesela kimse, bugün acı vermez yeni türkünün başka bir şey istemesi; gerçekleştirmediğim bütün hayallerim bugün terk eder beni bugün en çok öğretmen olurum içimde. Çocuk kalmış insanların mesleğidir öğretmenlik kar yağdığında bir anlar sevinir bir de en çok babam. Saçıma yağmur tanesi değmesine dayanamayan babam bugün ses etmez ellerim sızlasa da eve dönmeyişime. Bugün en çok çocuk olurum ben en çok yaptığım ise inat sevinirim kar yağışına, bas bas bağıran kar bizim için düşmandır diyen hocalara, çalışmak zorunda bırakıldığım sektör düzenine inat bugün en çok ben sevinirim toprağa kar değmesine, bugün hiç üşümem.” Sahi ne çok not düştüğüm var böyle aralara. Bazen kendimi öyle bir çıkmazda hissediyorum ki; bu dünyadan tek kurtuluşumun ölmek olması kadar keskin bir gerçeklikteydi bu çaresizlik. Hani koca koca koca yangınlara kafa tutarsın da göğsündeki mumu söndürmeye gücün yetmez ya o hesaptı benimkisi. Kendimi derin bir mutsuzluğun içine hapsedilmiş gibi hissederken beni bu duygudan arındıran yalnız fotoğrafın, ay misali parıldayan gözlerin ve hepsinin üstünde bana bakışın… Sahi ne hoş bana bakışın; kışların içinde yaz gibi anlık. Sanki tüm dünya gözlerinde gibi.
Ne tuhaf şey büyümek demek ki biraz da bu demek büyümek; hayat telaşının içinde kaybolmak. Büyüdükçe öğrendim ağrılarımı söylememeyi. Şimdi ne lazım bir bakalım; biraz hüzün, içe batan sancılar, hafif bir sızı, bir de inceden kırık bir kalp. Her şey tamam zaman sonra ne hoş. Ah dallarından koparılan kır çiçekleri benim de sizden bir farkım yok. Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz. Hani rengârenk çiçekler ekmişsin; bütün bahçe yanmış, sen üşümüşsün. Adımlarım sahte, avuçlarım kara delik. Ve ölümüm, ihtişama boyun eğmiş sadelik! Ne efendiyim ne ağayım ne beyim; arkamdan el sallayacak bir şiirin eşiğindeyim. Yorgunum; gökyüzüne bakınca bile geçmiyor, böyle nasıl desem varım yaşıyorum ama sanki yokum da ne bileyim garip ve yorucu bir gündü, insanlardan yoruldum. Keşke bütün bu hengâmenin ortasından bir çıkış yolu bulabilsem yahut kimseye değmeden gitsem. Hani olur ya insan incelir, öyle ya zaten kırıklar bir dalı yontmak gibidir; hani hani bir küçük gemi yapmak için alırsın bir dalı yontmaya başlarsın ama belirli yerleri gereği kadar yontman gerekir aynı yere üst üste gelen darbeler dalın kopması neden olur ya öyle kırılır insan bence ki ben zavallı ben kırılmayı bile beceremem ama insanlar öyle kırılırmış ki öğrendim.
En çok da bu yoruyor insani; hiçbir kıymeti olmaması gereken insanların, senin üzerine dünyayı kurduğun insanlar için senden daha kıymetli oluşu. Ve mamafih senin bu dünyayı üzerine kurduklarının bu duyguyu senin gözüne şoka şoka kafana vura vura sana öğretmesi tabi ki. Ah dünya; Ahmet Arifin uğruna kül olduğu Leyla Erbil Hanımefendiyi. Mehmet Bey’e yar eden dünya değil misin?