14 Mart 2014 Cuma

Ansızın

 
Kollarını iyice açarsan yalnız kalmazsın... İnandığın gibi yaşarsan köle olmazsın... Kalbini sıcak tutarsan, yanmazsın... Bir sözüm olsun diledim, kalbin kulağıyla duyulacak ancak ve yankılanacak yarınların kıyılarında. Deniz çok uzaktaydı ve dokunuyordu yalnızlık. Tanışmak kaderdir, arkadaşlık seçim. Aşık olmak ise tamamen tevafuk Şimdi biri dinlese beni susuşlarımda. Kitaplar güzel tabiki ama insanlar için aynı şeyi düşünmüyorum. İnsan pek vefalı bir varlık değil. Birine altı çizili kitabınızı vermek, ona yaralarınızı emanet etmektir bir bakıma. Aslında kitaplardan daha okunulasıdır insanlar. Bazı insanlar şifadır bazı insanlara; bazı insanlar ömrümüze merhem; tıpkı yağmurlar gibi. Benim neden okuyacak kimse yok peki? Bu güz; içindeki güneşi, içindeki sıcağı ara. Güze gülsün yüzün yüreğindeki ışıkla. Oku beni, okundukça görürüm mevsimleri!
Bazen içimizdeki şehrin sokaklarında dolaşırken içimizin yeri de göğü de kaçtıklarımızı anlatır, hatırlatır bize. İçimizdeki evin çatı katına sığınırız bazen. Ordan izleriz içimizdeki kalabalığı. İçimde yazmak istediğim şeyler sayfaları bulur sanki. Ama yazmaya başlayınca neyi yazacağımı bilmiyorum. Yazmak istiyorum sayfalarca, kırık ama kelimelerimin kanadı dizilemiyorlar bir türlü kağıda. Betimlemelerim beyhude laf-u güzaf olmuşlar uzaktan bakıyorlar gözlerime, nizama sokamıyorum onları. Ben bile beni dinlemiyor artık.
Şehrimin sokakları kalabalık, benim bile tanımadığım tiplemeler var içeride. Koşarak uzaklaşıyorum bazı sokaklarından içimin. Kaçmak lazım biraz hayattan. Daha büyük kaçışlara hazırlanmak için. Geçti ömrüm iklimden iklime. Yorgunum, kahvem çamur gibi. Batmaya da razıyım, artık beni anla. Yeter ki sen beni hiç yazamayacağım bir romanın kollarına atma.Soğuyan bir bardak çaydır zaten benim ömrüm. Acılar ifade edilmez... Bak mesela; beynimin içindeki kelimeler ağrıyor. Oldu mu? Olmadı.. Olmuyor işte anlatamıyorum içimdeki şehirde yaşanan arbedeyi. Tepeden baktığımda her şey dört dörtlüktü. Her şey yolundaymış gibi görünüyordu ve herkes görünene aldanmaya hazırdı. Çünkü görünene aldanmak ,hayatı dayanılır kılmanın ilk şartıydı. İnsan çok yalnızken, bir tane daha kendinden doğuruyordu içinde, "korkma" desin diye.
Şimdi olabildiğince bir gürültü hakim yüreğime kulağıma yükselen; ki ben artık duyamıyorum bu gürültüden yüreğimin sesini. Sahi duyabilecek olsam ne derdi? Şimdi yüzüme vuran güneş, saçlarımı öpen o tatlı rüzgar; hepsi sessiz bi kıyametin karnında kayboldular. Bulamadığım her şey gibi sarı çekmecelere kapatılmış sanki bir çok şey. Tutamıyoruz zamanı akıp giderken. Şimdi bir el gerek belkide yeniden saklanan her şeyi yerinden çıkartmaya. 
Mevsimlerin en merhametlisidir ya kış… Sarınmanın, sarmalanmanın, sıcak çayların, dumanı tüten bacaların, derin sohbetlerin mevsimi… Battaniye altında film seyredip, reklam arasında kestane pişirmenin… Mevsimlerin en dinginidir kış… Şehri beyaz bir örtüyle örten uzun bir sessizlik gibi… Yıllar geçiyor, zaman eriyor ama içimiz kışın beyaz karanlığını yırtıp renklerle buluşuyor… Kibritçi Kız satacağı kibritleri yakıp hayalleriyle ısınmıştır ya hani, bu soğuk mevsimi ısıtacak yeni düşler, yeni fikirler, yeni insanlar...
Temmuzun ortasında yağan yağmur gibi tutsan ya şimdi ellerimi ansızın bahar, müzik çalarda devamlı çalan bi şarkı olsan şimdi kulaklarımda. İçimdeki şehrin tüm kalabalığından çıkıp gelecek olsan şimdi. Belki o zaman duyardım yeniden kalbimin sesini. Gönlümün demhanesine buyur etsem seni. Dönüp sırtımı kalabalıklara. Evim bildim seni, geçmişim ve geleceğim. Oralarda bir yerdeyken sen ve en güzel ihtimalken, bir şey gelmiyor elimden...
Kendin bulursun gerçeği aradığında; ya sen bulamıyorsan? O zaman onun senin bulmasını beklemen gerekir ki ya bir ömür bulamazsa? 
Her şey tersine dönüyor. Alabildiğince dönüyor etrafımda. Hiç kıpırdamayan yalnızlığım... Başımla birlikte her yer öylesine dönüyor ki; ben sen dahil dönmeyen her şeye kızıyorum. Bu gece bir başka. Sanki köşeyi döndüğümde görecekmişim gibi seni, yada ölecekmişim gibi. Ölesiye ürperiyorum... Rüzgarda yankılanıyor adın ve ansızın suretin beliyor karanlıkta. Tuhaf...
Dünyadasın ve bunun çaresi yok. Düşündüm de insan ömrü dediğin sayfalık hikaye ,onu da olur olmaz şeylerle karalamak yanlış.Her şeye gülüp geçmek lazım . Onun için sende gül ama yalancıktan değil. Geçmişi ,eskiden olanları ,kalbinin sızısını, sevdiğin insanı falan her şeyi boş vererek gülmelisin. Gül hadi ,güzel yüzüne gülmek yaraşır hemen şimdi . Bak, bak ben nasıl gülüyorum dünya umurumda değil. Sağlıcakla...

9 Mart 2014 Pazar

Düşünen Son Dinazor


 Kelimelerimin kanatları kırık, ne kadar uğraşsam da yüksekten uçamazlar. Asfalyalarım atmış durumda, tepemde cinler halay çekiyor ve bu halayın başını da siz çekiyorsunuz, saygılarımı sunmama ramak kaldı.
Bugün gökyüzü bir tuhaf; giymiş yine gri hırkasını tepeden bakıyor insanlara. Dolu dolu gözleri, rimelleri ha aktı ha akacak. Neyi var neyi yoksa sığdırmış gözlerine; dolmuş dolmuş taşmayı bekliyor. Ansızın bi sızı gibi yüreğe düşmeyi bekliyor. Gökyüzü bile hasta olmuş malum karışık bir mevsimdeyiz bu ara. Dışarıda montla gezen insanlarda var, tişörtle gezenlerde. Gökyüzünün de kafası karışık baksanıza; hasta olmuş zavallım. Mavisini yitirmiş, öksürürken boğazına kaçmış yıldızlar.
Deniz ve gök; yeryüzünün asla kavuşamayacak iki aşığı, birbirlerinin hiç geçmeyen yansıması. Mavilerinin bile alıyorlar birbirlerinden. Sahi ne tuhaftır deniz, bir insan gibi. Gündüz tüm sevincini, neşesini mavisinde gösterir de kederini, hüznünü gecenin siyahına gizler, hırçınlığını, öfkesini grisinde atar. Canlıdır deniz.
Gece geçer, yâr geçmez. Şimdi beynimin bir köşesinden geçen vapurlar hiç bitmiyor. Evet, demiştim ya vapurlar geçiyor beynimden. Ah İstanbul'um... Neden yapamıyorum ben denizden ayrı söyle? Oturayım yanına, kafamı dizlerine dayayayım; rüzgarınla okşa saçlarımı, kirpiklerime düşen damlalarınla anlat bana... Beşiktaş'a gidip sahilde bir banka otursam, bir bıçak fırlatsam boğazın sularına, İstanbul'un boğazını kesmiş sayılır mıyım? Ya da ey gökyüzü seni alıp boğaza atsam İstanbul'un boğazına takılır mısın ki? Öksürür mü İstanbul? Peki kış böyle devam ederse İstanbul'un boğazları şişer mi?
Her neyse...
Bu şiirimsiyi sana ilaç olsun diye yazdım. Günde 3 kere yemekten sonra aç karna oku. Hiçbir halta yaramıyor...
Bir de terkedilmişliklerim  var benim, hadi biraz da onlardan bahsedelim: Sevilmemiş, üzülmüş, unutulmuş, ağlatılmış; liklerim, lüklerim, luklarım ve lıklarım. Bir sürüler, kumbaramın içinde. Bir deniz kenarında bulduğun mutluluğu, bir tren istasyonunda uğurlarsın sonra. İçten içe kızarsın ona. Gelmeyeceğini bilirim bilmesine de yine de beklerim. Yol bana, sevda kime?
Rüzgar eser, tuz kokar, martı sesi ısırır kulaklarımı, İstanbul öper yanaklarımı; kız kulesi saplanır böğrüme. Sonra uyanırım, çay suyunu koyar, fırından sıcacık simit alır gelirim; kahvaltıya seni beklerim. Ama gelmeyeceğini bilirim.
Benim mizacım böyle...
Anlamıyorum intihar edenleri, ya da etmeyi düşünenleri; yaşamadan ölmeyi nasıl kendinize yedirebiliyorsunuz ki? Ölmek kolay mı bu kadar yada pes etmek. Bu Pes oynarken daha ilk dakikalarda yediğin 4 golden sonra ikinci yarıyı beklemeden yenilgiyi kabul edip oyunu kapatmaya benziyor. Yada sohbetin başında sıkıldığında sonunu beklemeden çayını hızlı hızlı yudumlayıp biran evvel masadan kalkıp gitmeyi bekleyen kadını.
Sen hiç yalnızlıktan ölen birisini gördün mü? Göremezsin. Yalnızlık ölümcül değildir çünkü. Yalnızlığı dayanılmaz ve çekilmez kılan da budur zaten. Bazen sanki bir gün herkes gidecek, bir ben kalacakmışım gibi geliyor; ama insanlar bunu bilmiyor. Belki de bu yüzden korkularım. 
Gökyüzü bugün bir mavi, bir gri; o da bilmiyor ne ettiğini. Denizini görüyorum ama kesin hırçın, dalgalı, öfkeli kesin; görmüyorum ama hissediyorum içime koyduğu o parçasından hissediyorum ben Karadenizi. Bütün duygularını içime tıkıştırmış saklıyorum sanki. 
Seyahat yalnızlığın harcı, çoğulluktan kaçış, tekilliğe sığınış. Söylenen her söze inat, suskun kalınan her geceye bir yenisini ekleyerek yaşamak. Hiçbir düşünceye kapılmadan öylece yürümek ve yolların sonunun geleceğini bilmemek insanı mutlu eder mi?
Öyle ya sen bilmezsin; beni tanımazsın sen. Bi kapalı kutu var yüreğimde; henüz anahtarını kimseye vermediğim, kimsenin açamayacağı. Kimse yerini dahi bulamadı. Ben o kutuyu hep sakladım. Hep kaçırdım. Karanlıktan korkarım ben. Bu yüzden içime hiç bakmadan sakladım onu. Yerini biliyorum desem; yalan olur. Ve ben yalan söylemeyi sevmem.
Ayrı gezegene çıkmak istersen uzay boşluğunda asılı kaldım bu ara. Hep aynı şarkı var kulaklığımda; garip bir his uyandıran yüreğimde. Hüzün dolu şarkılar da mutlu edebilir mi? Kafamdaki trenlerden korkar oldum; ben ki o raylarda korkusuzca koşan ip atlayan hala o küçük kız çocuğu, denizine sırtını vermiş saçlarını rüzgarına bırakmış kararlı genç kız... Bir acemi tomurcuk, yüreğim daha çocuk... Yağmurlarda ıslanmak istiyorum doyasıya, sırılsıklam...
Gökyüzü ağlasa da denizine ben de eşlik etsem... Yüreğimdeki denizin gökyüzünü bulamamışsam daha ben miyim suçlusu?



5 Mart 2014 Çarşamba

Ayrı Gezegene Çıkmak İsterken Uzay Boşluğunda Asılı Kalan Birinci Tekil

 Vapurlar geçiyor beynimden. Dolabın en naftalinli yerinde unutulmuş bir hırkanın hüznü var bu gece. Cevabını hiç kimsenin merak etmediği bir bilmece gibi işte... Vapurlar geçiyor beynimden. Koca bir çekiç beni yer yüzüne çakıyor, doğduğum günden beri mezarıma çakılıyorum.
Şarkıcısını bir türlü anımsayamadığın bir şarkı olup aklına takılıyorum. Dilinin ucundayım. Elinde avucunda.Bindokuzyüzyetmiş kokan bir sandığın dibindeyim, bir dokunsan yüzüm yetmiş yerinden pare...
Bu ne karanlık bir gece. Gökyüzü öksürürken boğazına kaçmış yıldızlar.
Üstümde tuhaf, sis gibi bir endişe var. Tarif edemiyorum tam olarak ama endişe olsa gerek. En azından içinde endişe barındırdığından eminim. Ve nedensizce kasılıyorum, kaskatıyım sanki, ölmüşüm de bedenim katılaşmaya başlamış gibi. Konuşamıyorum, suskunum, konuşamadıkça daha sıkıcı bir hal alıyorum. Yazabiliyorum bak ama konuşamıyorum işte. Konu ne kadar ilginç olursa olsun aklıma konuyla ilgili en ufak bir kelime bile gelmiyor. Zar zor kurabildiğim cümlelerin başıyla sonu 2 farklı konuya ait. Yüklemlerim yarım yamalak, çekim eklerimde ünlü uyuşmazlıkları var. Çoraplarım beyaz kedi tüyü, onlar güzel. Ama işte damarlarım yoğun, nöronlarım serotoninsiz, sırtımdan aşağı doğru omurga kemiği üzerinden neşter kesiği istiyorum. Kendimi kendimden çıkartabilsem ara sıra...
Otomatik pilotuma boyun eğdim, olur da düşersem suçu ona atacağım. Böyle de sorumluluktan uzak biriyim bu ara. Doğru olmaya çalışmaktan kaçındıkça doğru olmaya çalışmamı gerektirecek ironik durumların içine atıyorum kendimi. Yokuş aşağı yalpur yulpur koşarken kendime çelme takıyor, sonra da düşmemeye çalışıyorum. Evet, tam omurga üzerinden kesin, belime kadar. Gerisi çekince gelir. Yorgunum hafiften, ağrıyorum. Ne olur sabah tüm müdahalelere rağmen uyandırılamasam? Ve evet ben sadece bir gecede dünyanın en iyi insanından bile nefret edebilme özelliğine sahip bir insanım.
Yüreğinin götürdüğü yerde kırılıyorsun; aklının götürdüğü yerde yanılıyorsun. Yüreğin aklına, aklın yüreğine uymadığı zamansa darılıyorsun. Sonra ne akıl kalıyor insanda ne de yürek; işin içinden çıkamıyorsun.Ne beklediğini bilerek ama beklemeden yaşayacaksın. En çok beklediğinin, gelse bile bir gün; hiç bir zaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini bilerek. Keşke bir yolu olsa da anlatabilsem içimdekileri, anlatması zor sevinçlerimi, kederlerimi. Biri kocaman dinlese beni susmama izin vermeden. Yorgun susmuşluklarım var benim sadece. İstesem de yorgunum gitmelerin tümüne.
Akşam çöküyor şehre, benim olmayan bu şehre de akşam çöküyor; akşamın ve şehrin bu sessizliğine inat nispet edercesine içimden, ta gönlümden yükselen çayımın buğusundan başka bir de anlayamadığım bir müzik var ki iki gözüm sorma gitsin.
Aşk dediğin çelişkiler cumhuriyeti. Saatlerce konuştuğun değil birlikte sustuğun insana aşık olurken, birlikte susmaktan korktuğun kişiye zaten aşıksındır. Yanında saçmalayabileceğin yada çocuklaşabileceğin insan istersin, halbuki yanında değil birlikte saçmalayacağın yada birlikte çocuklaşacağın insandır gönül tahtına oturan her zaman. Aşk kadına yakışır, sevmek adama. Ve bir kadın sevdiği adamın içindeki fırtınaları görür. Kısaca bunlar karışık mevzuatlar. Mısır piramitleri misali içinden çıkılamayacak mevduatlar, boş veriniz.
Yalnızlık doldurmuş dünyayı. Oysa sevmek güzel şey, ümitli şey, umutlu şey. Fakat malum yaşam telaşı; herkes birilerine bi'şeyleri hatırlatmakla olasıya meşgul şu hayatta. İçimizde kitaplar birikiyor, tiyatro oyunları gösteriliyor, şarkılar söyleniyor; bizse okuduğumuz kitaplarda, aslında kendimize rastladığımızı sandığımız yerlerin altını çiziyoruz.. Fosforlu bir sevinçle..
Ben?! Anlatmıştım ya daha önce de... Hani şu gecenin yarısı radyoda duyup da adını bir türlü bulamadığınız bir şarkıyım bazen. Siyah beyaz temelde aynı anda tüm renkler içinde. Ya da sokakta amaçsızca gülerek yanınızdan geçen bir insancık. Susarak oturan bir insan da olabilir. Suratı asık bir kişi de tabii ki. Aylak adam gibi mesela. Ben. Defalarca izleyebileceğiniz ama hiç vakit ayıramadığınız bir film. Sabah uyanıp aynada gördüğünüz o korkunç ifade. Sözlerini anlamadığınız halde defalarca dinlediğiniz bir şarkı. Sözlerini anlamadığınız halde defalarca ettiğiniz bir dua. Sözlerini anlamadığınız halde defalarca kaçtığınız bir aşk. Ben. Akşam oldu hüzünlendim ben yine şarkısındaki özne. Yine bu yıl ada sensiz şarkısındaki gizli özne. Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul'un şarkısındaki aşık. Bir de huysuz ve tatlı, gülüşüne ömrümü sığdırabileceğim adama aşık. Ben. F5 tuşu. Hani mesaj gelir diye belki. Ya da sağ tık > yenile. Bazen Ctrl + C. Bazen Ctrl + V. Temelinde; 00100100100100... Ben. Sıkıldım. Utandım. Üzüldüm. Aşık oldum. Aşık ettim. Terk edildim. Terk ettim. Ağladım. Güldüm. Yıkıldım. Ayağa kalktım. Göklere uçtum. Geri düştüm. Ben. Sustum. Konuştum. Dinledim. Bıraktım. Getirdim. Götürdüm. Sevdim. Kaçırdım. Takıldım. Arandım. Ben. Sen. O. Biz. Siz. Onlar. Ve hiç bir şey aslında daha bir sürü şey. Peki niye? Biliyor musun sen? Bende bilmiyorum özünde. Geldiği gibi artık yaşıyorum sadece.
Birde ellerim üşür. Her ne kadar yüreğim sıcak olsa da. Gönlüm dünyanın sıcaklığından dem vursa da. Soğuk bir dünyada olduğuma tanıktır ellerim. Seni saklayacağım inan. Yazdıklarımda, çizdiklerimde. Şarkılarımda, sözlerimde.
Eğer yağmur gülümsetmeye başlamışsa aşk bir nefes kadar yakınında farkedilmeyi beklemekte demektir. Belki de yağmur bu defa henüz farketmesen de aşkı getirmiştir, kim bilir.. Yağmurlar aşk getirir.
Ve en son, her şey geçtikten sonra elimizde şarkılar, kitaplar ve bir bardak demli çayımız kalır. Şimdi otur biraz konuşalım iki gözüm. Muhabbetin içinden kuşlar geçsin. Zeki Müren olsun, yağmur olsun, uzaklar olsun ve birde kitap kokuları olsun. Yeterince tanımıyorsak belki.. İnsanları pencereden izlemeyi severim. Yalnızlığım içime dokundu. Bir insanı gerçekten sevmek mümkün mü?

1 Mart 2014 Cumartesi

Şüpheli Şarkının Şairi Mabedim




 Bir kalemim vardı yalnızlığımda sarılabileceğim. Sonra bende oturdum yazdım içimden ne geldiyse onu yazdım. Yazdıklarımdan hiç pişman olmadım. Elime kalemi aldığımda ya yalnızlığın en ücra köşesindeydim yada yalnızlığa gireceğim sokağın başında. Gerçi öyle ya ben hep yalnızdım.
Beş yaşındayken şairlerin ne iş yaptıklarını iyice anlamıştım: Hokus pokus. Yıllar sonra bugün de iyi şairlerin birer sözcük illüzyonisti olduklarına dair fikrim değişmedi. Yazar ve şairlerin aslında ne denli yalnız insanlar olduklarını ve bu hokus pokus işini en çok kendilerini eğlendirerek, yalnızlıklarının acısını azaltmak için düzenlediklerini anlamamsa daha yıllar alacaktı.
Yoruluyor insan bazen. Yorulmak elbette sadece bedenen yapılan bir eylem değildir. Ben hiç yorulmam. Öyle ya zaten ben hiç uyumam. Bedensel yorgunluklarım yoktur benim. Oysa insan yorulur bazen. Bende yorulurum, yoruldum...
İnsan hep dik duracağım derken kendin kapatıyor dışarıdan gelebilecek tüm darbelere karşı. Bir tek gönlünü katmıyor araya. Zaten onu da kat kat sandıklara saklayıp sesini duymaz oluyor. İnsan dediğin yorulur akla gelebilecek her şeyden aslında. Ama sadece bedensel yorgunluklarıdır görebildiği. Uyuyunca geçecektir bilir ve uyur. Uyandığında ise hiç bir şey kalmamış zanneder. Zannetmek...
Bende zannettim. Evet zannettim ama doğarken dolmuştu vadesi uykumun. Ben... Yoruldum... İnsan yorulur; en ok da yalnızlıktan yorulur. Bazen tüm gürültünün içinde başını koyduğunda tüm hepsini unutabildiği, hiçbiri duymadığı bir omuz ister; kafasını yasladığında tüm kaçtığı gürültünün arasında sadece yaslandığı omzun kalp atışlarını duymak ister.
Ne zaman kırılsam birilerine sukût nakışlı hırkalar giyiyorum. Kıvrılıp da içimin denizlerine; "boş ver nasılsa öleceğiz" diyorum. Sen bilmezsin; ben denizi kalbimde taşırım, gözlerimde. İçim denizdir benim. Gittiğim yere benimle gelir. Fırtınası bundan benliğimin. Birine sevdalanmak, O’nu alıp yüreğinin bir köşesine saklamak ve gittiğin tüm yollar boyunca yanında taşımaktır aslında. Ben de denize sevdalıyım işte, bir onu taşırım şu gönlümde. Yağmur, dolu, kar , fırtına, rüzgar, gök gürültüsü, şimşek vahşi dalgalar kısacası Karadeniz. Seviyor muyum; sonuna kadar.  Benim gönümde Karadeniz'den bir parça deniz vardır ki hiç durulmaz dalgası; içinde hem mavisi hem karası. Bundandır maviye sevdam. Şimdiye kadar bir başkası girmeyi başaramadıysa hiç o denizin içine, o dalgalarda  kimse kayık yüzdürmeyi başaramamışsa benim mi bunun suçu? Bana düşen yorgunluğuma direnmektir.  Belki çok can aldı, belki canımdan can çaldı, belki çok canımı yaktı, belki benden son alacağı da ben olacağım ama olsun; o Karadeniz beni hiç utandırmadı. Hao yeter da bana.
Onu gördüm Karadeniz'i görmüş gibi oldum. Bazen sakindi, bazen deli. Hem sevdim, hem korktum... Güzeldi ama aşk desen değildi. Dinlediğim en güzel müzikti belki ama sözleri eksikti. Yetmedi... Bir mektup sayfasında, en sevdiğin ceketinin kolunun ucunda, bir kahve fincanının kulpunda, bir vapurun korkuluklarında pusuya yatmış parmak izlerine rastladığında anlarsın, gidenler gitmeden kendilerinden bir şeyler bırakmışlardır oraya.  Sahi neydi aynı mahallenin çocuklarının arkadaşlığını serbest ama aşkını imkansız kılan gelenekler?
Ben aslında yalnızlığı da severim; ben yalnızlığı sevmem değil, ben yalnızlıktan korkarım. Korka korka severim ben yalnızlığı, yalnızlığımı... İki korkum vardır şu dünyada ki biri karanlıktır diğeri yalnızlık. İkisi arkadaştır birbirine, yoldaştır, kardeştir. Sevmem dedim çünkü insanların beni çözmesinden korktum, kapalı kapılarımı açmalarından, kilitli sandıklarımı bulmalarından en çok da bin bir güçlükle kurduğum buzdan kalelerimi yıkmalarından korktum. Zıtlıklar abidesidir içim benim. Günün geceye kavuştuğu o sakin saatleri de severim, şehrin bize kaldığına inandığım o lacivert saatleri. Karanlık değildir çünkü onlar, onlar ki karanlığa çöküş vakitleridir. O saatler şehrin kaçış saatleridir.
Şimdi karanlıktan korkan benken önümde duruyor karanlık. Önümde iki yol; birinde ayağıma batan güven kırıkları, diğerinde yıldızlarla dolu ama bastığım tahtanın nasıl olduğunun bilinmemesi... Biri karanlık ayağıma batacak güven kırıklarını bilerek, diğeri yıldızlarla aydınlatılmış evet ama bastığım o tahtanın ne olduğunun bilmeden. Evet aydınlık karanlıktan daha çekici ama ya bastığın o tahta yaş ise, ya kırılır ise? O karanlıkta ayağına batacak güven kırıklarını bilmek, bastığın tahtanın yaş olup olmadığını bilmemekten, bilinmezlikten daha iyi değil mi? Karanlık güven kırıklarıyla dolu bir yol, aydınlık bastığın yerin belli olmadığını bildiğin diğer yol. İşte mesele tam da bu.
Seçimini zekice yapmak yarılamaktır zafere giden yolu; diğer yarısı kayıtsızlıkla fethedilir.Bir yanda istediğin her şeyi söyleyebilirsin, öte yanda mecbur değilsin. Ben bir şekilde ikisini de yapmayı becerdim. Bu yüzden benimle bir sorununuz varsa; ''size aittir''...
Sonra bende gittim çay demledim; tüm yorgunluğumu, yorulmuşluğumu kapının eşiğinde bırakarak içeri girdim. İçimdeki seslere karşı kulaklarıma sıkı sıkıya tıkadım yalnızlığımı. Çünkü insanların ulaşmalarını istemediğim "ben"i duymaması, görmemesi gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Beni içimin ücra köşelerine hapsedip yeniden bilinen bene büründüm. İçimdeki beni kuytu da bıraktığımda kafamda yerel Hopa oyun havaları çalıyordu. Ben de her şeyden kaçışım olarak sığındım yine bir demlik çaya ve yalnızlığım muhabbetkâr oldu yine bana karşı bana. Beni tek terketmeyen, bırakıp gitmeyen oydu; tüm bana rağmen benliğimi yıllardır bile bir kez olsun bırakmayan bir oydu. Zaten sıkmadan uzun uzun anlatmasını bilen yegâne geveze denizdir. Madem deniz yoktu sığınabileceğim bende çay sığınmıştım. Benim gibi insanların çaya neden sığındıklarını diğerlerinin anlamasının olanağı bile yoktu. Kahve terkedendi, çay bekleyen. Ve benim yine ikisine birden alışılagelmemiş bir bağımlılığım vardı. 
Kahveyi seven bendim sanki, çayı seven yalnızlığım. Ben onu terketmek istesem de o beni hep bekliyordu aynı köşede ses etmeden. Birden bir kez daha anladım: yalnızdım, tek başımaydım. İnkar etmenin anlamı yoktu.Ve ben hala hiç dinlenmeden koşuyordum sonsuzluğa sanki. İçimde boğazıma düğüm olan bir his var, ne olduğunu bilmediğim. 
Hüngür hüngür ağlamayı istiyorum sanki. Garip tanımadığım şeyler dolaşıyor içimde; içimde benim dahi tanımadığım, yanımdan geçip giden insanlar var. Ben yoruldum... Yorgunum.... Beynim yorgun, gönlüm yorgun... Aklımda o ılık rüzgârın tadı... Belki de bahardandır yorgunluğum; öyle ya artık takvimlerde bahar geldi, takvimler döndü dolaştı yine 1 martı, yine baharı getirdi... 
Ve birinin nasıl çay demlediğini merak ediyorsan bayım, durum gerçekten vahim o zaman; sen onu derinden seviyorsun. Sağlıcakla...