Bir kalemim vardı yalnızlığımda sarılabileceğim. Sonra bende oturdum yazdım içimden ne geldiyse onu yazdım. Yazdıklarımdan hiç pişman olmadım. Elime kalemi aldığımda ya yalnızlığın en ücra köşesindeydim yada yalnızlığa gireceğim sokağın başında. Gerçi öyle ya ben hep yalnızdım.
Beş yaşındayken şairlerin ne iş yaptıklarını iyice anlamıştım: Hokus pokus. Yıllar sonra bugün de iyi şairlerin birer sözcük illüzyonisti olduklarına dair fikrim değişmedi. Yazar ve şairlerin aslında ne denli yalnız insanlar olduklarını ve bu hokus pokus işini en çok kendilerini eğlendirerek, yalnızlıklarının acısını azaltmak için düzenlediklerini anlamamsa daha yıllar alacaktı.

İnsan hep dik duracağım derken kendin kapatıyor dışarıdan gelebilecek tüm darbelere karşı. Bir tek gönlünü katmıyor araya. Zaten onu da kat kat sandıklara saklayıp sesini duymaz oluyor. İnsan dediğin yorulur akla gelebilecek her şeyden aslında. Ama sadece bedensel yorgunluklarıdır görebildiği. Uyuyunca geçecektir bilir ve uyur. Uyandığında ise hiç bir şey kalmamış zanneder. Zannetmek...

Ne zaman kırılsam birilerine sukût nakışlı hırkalar giyiyorum. Kıvrılıp da içimin denizlerine; "boş ver nasılsa öleceğiz" diyorum. Sen bilmezsin; ben denizi kalbimde taşırım, gözlerimde. İçim denizdir benim. Gittiğim yere benimle gelir. Fırtınası bundan benliğimin. Birine sevdalanmak, O’nu alıp yüreğinin bir köşesine saklamak ve gittiğin tüm yollar boyunca yanında taşımaktır aslında. Ben de denize sevdalıyım işte, bir onu taşırım şu gönlümde. Yağmur, dolu, kar , fırtına, rüzgar, gök gürültüsü, şimşek vahşi dalgalar kısacası Karadeniz. Seviyor muyum; sonuna kadar. Benim gönümde Karadeniz'den bir parça deniz vardır ki hiç durulmaz dalgası; içinde hem mavisi hem karası. Bundandır maviye sevdam. Şimdiye kadar bir başkası girmeyi başaramadıysa hiç o denizin içine, o dalgalarda kimse kayık yüzdürmeyi başaramamışsa benim mi bunun suçu? Bana düşen yorgunluğuma direnmektir. Belki çok can aldı, belki canımdan can çaldı, belki çok canımı yaktı, belki benden son alacağı da ben olacağım ama olsun; o Karadeniz beni hiç utandırmadı. Hao yeter da bana.

Ben aslında yalnızlığı da severim; ben yalnızlığı sevmem değil, ben yalnızlıktan korkarım. Korka korka severim ben yalnızlığı, yalnızlığımı... İki korkum vardır şu dünyada ki biri karanlıktır diğeri yalnızlık. İkisi arkadaştır birbirine, yoldaştır, kardeştir. Sevmem dedim çünkü insanların beni çözmesinden korktum, kapalı kapılarımı açmalarından, kilitli sandıklarımı bulmalarından en çok da bin bir güçlükle kurduğum buzdan kalelerimi yıkmalarından korktum. Zıtlıklar abidesidir içim benim. Günün geceye kavuştuğu o sakin saatleri de severim, şehrin bize kaldığına inandığım o lacivert saatleri. Karanlık değildir çünkü onlar, onlar ki karanlığa çöküş vakitleridir. O saatler şehrin kaçış saatleridir.

Seçimini zekice yapmak yarılamaktır zafere giden yolu; diğer yarısı kayıtsızlıkla fethedilir.Bir yanda istediğin her şeyi söyleyebilirsin, öte yanda mecbur değilsin. Ben bir şekilde ikisini de yapmayı becerdim. Bu yüzden benimle bir sorununuz varsa; ''size aittir''...

Kahveyi seven bendim sanki, çayı seven yalnızlığım. Ben onu terketmek istesem de o beni hep bekliyordu aynı köşede ses etmeden. Birden bir kez daha anladım: yalnızdım, tek başımaydım. İnkar etmenin anlamı yoktu.Ve ben hala hiç dinlenmeden koşuyordum sonsuzluğa sanki. İçimde boğazıma düğüm olan bir his var, ne olduğunu bilmediğim.
Hüngür hüngür ağlamayı istiyorum sanki. Garip
tanımadığım şeyler dolaşıyor içimde; içimde benim dahi tanımadığım, yanımdan
geçip giden insanlar var. Ben yoruldum... Yorgunum.... Beynim yorgun, gönlüm
yorgun... Aklımda o ılık rüzgârın tadı... Belki de bahardandır yorgunluğum; öyle ya artık
takvimlerde bahar geldi, takvimler döndü dolaştı yine 1 martı, yine baharı
getirdi...
Ve birinin nasıl çay demlediğini merak ediyorsan bayım, durum gerçekten
vahim o zaman; sen onu derinden seviyorsun. Sağlıcakla...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder