14 Eylül 2013 Cumartesi

Görücü Usulü Aşk

 
Artık hiçbir şeyin değişmesine imkân yok. Lüzum da yok. Bazı mevsimler bir günde gelir... Her ömrün bir eylülü vardır. Elbet aşksız da döner dünya, sadece daha yavaş geçer zaman. Sen yine oralardan beni özle, ben buralardan hissederim. Bıraksan da elimi, sevgin bana yeter. Sen, denizsin; farkında değilsin. Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla.
Ne güzel üşümek eylül sabahlarında ve sevmek seni, çocukça, doyası.  Sakalları şiirle karışık kitap kokan, rüzgarla konuşan adam.. Canı cehenneme sözlerin, notalar daha iyi anlatıyor. Bazı müzikler, sizi daha önce hiç bulunmadığınız yerlere götürür. Sonbahar geldi, üşüyeceksin.Ama sonbahar sevme zamanı; seveceksin..
Kimseye kırgın değilim fakat içimi derin bir acılık kaplıyor. Küfür etmediğim, hakeden insanların olmadığı anlamına gelmez. Eğer kafan dağınıksa ne yazabiliyorsun ne çizebiliyorsun, anca kalemle yeni oyunlar icat et.  Çok zor, yürek yanarken nasip deyip susmak .
Hayallerimi çizebiliyorum, yazabiliyorum ya o bana yetiyor. "Yeryüzünün öğretmeni" olabilmek için, "gökyüzünün öğrencisi" olmak lazım. Derler ki aşıklar doğarken ikiye ayrılan bir ruhtur. Ve bu iki parça her zaman birbirini bulmaya çalışır. Hani o yüreğinizde olup kimsenin bilmediğini sandığınız bir şey var ya; heh işte onu Allah biliyor, üzülmeyin. 
Ezelden yazılmış bir hayat bu. Her hayat gibi evveli… Oysa ahiri bana özgü. Her satırı vakfedilmiş. Al bu hayat senin denilmiş, yaşa yaşayabilirsen, ben yürümüşüm bana sunulan hayatın satırlarına…
Çocukluğumda takılmış gözlerim siyah-beyaz filmlerdeki aşklara…
Aşk rüyaları kurmuşumda bahtıma görücü usulü bir tanışıklık düşmüş. Nasibim demişim ve akmış içime, karışmış nehirlerime sevda…
Kalbime satırlar yağıyor… Satırlar yüreğimi yıkamaya başlayınca, hayatımı taşıyan varlığım ne yapar? Sormuştum da bilememiştim… Ta ki içimi yıkayan satırlar kalbimdeki hayat dokunana kadar…. Ezelden yazılmış bir hayat bu. Herkese aşikâr oysa yaşayanı ben… Bir sevda bir hayat nasıl bedel yazar? Aşkın kabahati yok… Aşk dokunur kalbe, nedensiz değildir. Sevgili bilmese de…
Bir fincan kahvede hatır izin kalır sevgili…
Aşk: Nöronların uyanıp beyni uyarması sonucu selebral kortexin frontal lobundaki miyelin kaplı aksanlara ulaşmasıdır. Bunca yolu geçiyor işte gözlerin. Sonrada yüreğimde 9.5 şiddetinde depreme yol açıyor. Tabi bunları her zamanki gibi bir kalem, bir kağıt, bir bardak çay ve bir Allah biliyor.
Canım sıkıldıkça çay içiyorum. Çok içiyorum. Bazen ara veriyorum tekrar içiyorum. Çay.. Gözlerin gibi. Bilmem, gözlerin böyle bir bardak demli çay gibiydi. Sıcacık, taze, canlı…
Konu açılmışken: gelecektin, gelmez oldun. Çay demledim sıcacık; ellerini, yüzünü, yüreğini, tüm soğuk yanlarını al da gel, içelim. Bir gün gel, çay içelim. Salacakta. Kız kulesine karşı. Hikaye bile anlatırım sana. Tüm bildiklerinden başka. Şansımız varsa yağmur da yağar, Zeki Müren de çalar… Yürürüz… Bir yol, bir yağmur, bir şarkı; yürürüz…
Sonra ben hikayeme başlarım, sen dinlersin… Ben anlatırım:
Bir zamanlar güzel bir kız yaşarmış. Saçlarını rüzgar okşar tararmış. İpekten ince kirpikleri, gülermiş hep bebekler gibi .
 Bir zamanlar güzel bir kız yaşarmış. Pamuk gibi beyaz elleri, sepetinde kır çiçekleri, Saçlarını rüzgar okşar tararmış. Şapkası kırmızı, gözleri mavi, üstünden düşmezmiş mor bir entari. Şapkası kırmızı, gözleri mavi, yokmuş bir benzeri yokmuş emsali. 
Bir zamanlar güzel bir kız yasarmış. Bir zalimi görmüş ona aldanmış. İpekten ince kirpikleri, gülermiş hep bebekler gibi; bir zamanlar güzel bir kız yasarmış. Pamuk gibi beyaz elleri, sepetinde kir çiçekleri, gözyaşıyla solmuş mazide kalmış.
Kaybolmuş şapkası gözleri nemli, yollarda eskimiş mor entarisi. Gel zaman git zaman kalbinde sızı, zalimin sevdası mahvetmiş kızı. Kaybolmuş şapkası gözleri nemli, Denizler ağlarmış o günden beri .

Ve belki başka hikayeler, başka şarkılar, başka yollar, başka yağmurlar… 

1 Eylül 2013 Pazar

Yine Mevsimim Eylül

 

Sokak bomboş ve olabildiğine karanlıktı.. Etrafta yaprak hışırtısı ve topuk sesimden başka yaşam belirtisi duyulmuyordu.. Hissediyordum.. Geliyordu.. Usulca yanaştı, yanağımı okşadı, saçlarımı savurdu.. Ardından koluma girdi ve beraber yürümeye başladık.. Evet aşık olmuştum.. Adı; Rüzgar'dı.
Yine bir Eylül rüzgarı… Bambaşka bir sabaha açmıştım gözlerimi ya bu sabah ya da öyle bişeylerdi, bilmiyorum. Eylül bende başka sanki. Yine İstanbul Hanımefendisi gibi arz-ı endam ederken yeryüzüne kirpiklerime takıldı gözyaşları ve saçlarıma dolaştı rüzgarı…
Islak sokaklar mevsimi başladı yine tüm güzelliğiyle. An itibari ile Eylül mevsim! Koskoca 12 ay bıraktık geride geçen Eylül’den beri. Eylül de biz de birer yıl yaşlandık tabi. Ne çok şey gördük bu yıl… Yıkımlar, gidişler, dönmeyişler, vedalar, katliamlar, yürek burkulmaları, yürek sızıları… Şimdi Eylülde doğayla yavaş yavaş sararmanın vakti; vakit içimizde biriken yada birikmiş tüm zehirleri atma vakti, vakit bir akşam vakti bahçede, balkonda, çardakda son günlerimizi yaşarken bir bardak çay ile eylüle teslim olma vakti…
Bugün yeni bir mevsime uyandık hep birlikte; ama bir eksik, belki bir fazla, belki özlemle, belki sevinçle sevdayla… İnsan yıllar, aylar geçtikçe hep sanki daha korkarak atıyor adımlarını, şimdi yine bir Eylül rüzgarı savuracak bizi dünyanın farklı köşelerine. Farklı oksijenleri tükettireceğiz belki de beynimize. Bir sabah gözlerimi başka bir şehirde açacağım kimsesiz, tüm sevdiklerim geride. Hümeyra gibi “öyle uzakki yerim uzakları aşıyor, bütün özlediklerim benden ayrı yaşıyor” diyeceğim belki, belki “bir kördüğüm ki içim çözdükçe dolaşıyor” olacak içim, ah içim, gönlüm kalbim..
Korkuyorum…
Korkma. Korktukça yollar azalmıyor. Korktukça insanlar kavuşmuyor birbirine. Sanki asırlardan geri sayıyorum seni. En sakin, en manidar, en kimsesiz sesimle adını çağırıyorum. Adın tüm anlamlarından sıyrılıyor sonra… Ah adın… Adın bir duaya yaraşacak kadar temiz, piyanodan dökülen en bulunmaz ezgi, dolunayın geceye kattığı ışık kadar berrak adın…
Bir cümleyi bitirmek değil istediğim bazen nokta ile, virgül ile yeniden yeniden yazmak istiyorum adını kağıda. Ne kadar tekrar etsem yetmiyor. Öyle ki ne kadar çok kelime söylesem seni anlatırken o derece adının saflığını kirletiyor mürekkep.
Güneş yüzüne değerse diye kalbim kırılıyor, ah bir ses aşina olsa kulağına… Dizlerimiz yara bere içinde, düşlere düşüp düşüp çıkıyoruz. Uzakta olmak yüz yüze gelememek değildir ya, biliyorum ki ben seni arıyorsam sen de beni arıyorsun… Korkmuyorum aramaktan yorulursam diye, ‘çünkü yeniden buluşacağımızı biliyorum ilahi bir ebediyette…’
Tesadüflerin gücüne inanırım, kelimelerin gücüne inandığım gibi. Filmlerden etkilenmek gibi, kitaplardan, insanlardan, şehirlerden, ilkyazdan, yollardan etkilenmek gibi bir huyum vardır. Bazen öyle bir an olur ki hayatta, belki dünyayı değil ama senin dünyanı değiştirir.
Sana yazmadığım zamanlarda kelimelerle arama yıllar giriyor.  İnce bir yolun sonunda yalnız kalıyorum. Her şeye alışılırdı, kelimelerden uzak kalmaya, ait olduğum şehirden ayrı olmaya, ege sahillerinde geceyi sabah edememeye bile alışılırdı, bilseydim ki gözümü kapattığımda seninle aynı rüyayı göreceğim. Bilseydim ki göl evinin önündeki iskelede boylu boyunca uzanıp sesinden en güzel bölümleri dinleyeceğim, en sevdiğim kitaplardan…
Hayatın nereye gideceğini bilmemek çok huzurlu değil mi? Hangi yola döneceğini, hangi okula gideceğini bilmemekten, hangi insana senden bir şey vereceğini bilmemekten bahsetmiyorum. Ama ben mesela can sıkıntısından o öğrenci derneğine girmeseydim, eğer Malta toplantısına gitmeseydim, okuldan toplantı için bana burs çıkmasaydı, uçağımı kaçırsaydım, gelmeden birkaç gün önce yaşadığım ruh haline yenilip kararımı değiştirmeseydim hayatım nasıl olurdu? Hangi ülkede olurdum, hangi insanları tanırdım? Bunu bilmiyorum. Bir şey bilmemek ne derece huzurlu olur diye sorsalar, pek düşünmezdim bile. Ne saçma soru derdim. Meğer gün gibi aydınlıkmış…
Şimdi mevsim Eylül! Ancak bir mevsimin gücü yeter çünkü olanlara. Eylül başlı başına bir mevsim; Eylül Mevsimi! Tabi Eylül Mevsimi Sezen Aksu getirir, ya da bana öyle gelir; bilmiyorum…Bi kitap yazsaydım adını Eylül Mevsimi koyar Eylül’ü anlatırdım.
Islak sokaklar mevsimidir Eylül. Islak sokaklar mevsiminde ıslanmış yüzler hep yere bakar, müziğe ve bir bardak çaya sığınır insan… Bu mevsimde vitrinleri az sulu rakı gibidir bu şehrin, her adımın yalnızlığa uzanır. Yalnızlık… Olsun o da güzel; nasıl olsa her yolun sonu çıkmıyor mu yalnızlığa, yalnız insanlar sokağına?
Kahveler dert yüklenir bu mevsim, çayları daha bir demli. Twilight gibi bi efsanedir Eylül de… Soğuk kış akşamları nefesinizi görebildiğiniz kadar gerçek aynı zamanda. Ne ironik bir durum…
Bu ironi biz ölene kadar devam eder; bu ironi, yetmiş yaşında bir kelebek düşlemek gibi, ömrünü o kelebeğe bağlamak gibi… Eylül biraz hüzün, biraz da ölüm gibi…
Gözlerimi kapıyorum ve hayal ediyorum; bir sokak, tepemde ince bir yağmur, yüzüme vuran şarkı kulaklığımda ve saçlarımı öpen rüzgar….  Aklımda olanları aklıma getirmiyorum şimdi zira o sahnede düşünülmesi gerekli. Sonra yürüyorum, gücüm yettiğince yavaş yavaş ama derin. Sokak bitmiyor; ben bitiyorum, düşündüklerim bitiyor ama yol ve şarkı bitmiyor. Sonra tekrar kafamı yoruyorum, gücümü topluyorum, bu hava hep böyle kasvetli mi Almanyadaki gibi yada hep İsviçredeki gibi soğuk mu, düşünmeye dalıyorum… Şarkı bitiyor bu defa düşündüklerim bitmeden bir şarkı daha lütfen? Yol bitmiyor ama yol hiç tükenmiyor. Bilmediğim görmediğim sokaklar keşfediyorum. 
Bir sokak köşesinde sıcak bir mekan, asfalyalarımı dinlendirmek için oturup bir çay söylüyorum; bu defa içerden bakıyorum o anda bir yağmur damlası diğerine karışıyor, bir başkası hızla cama vuruyor kendini intihar ediyor, damlalar birbirini kovalıyor, o an aklıma felsefe dersindeki o an geliyor:  felsefe dersindeyiz Felsefeci 'düşünce nedir' onu anlatıyor. Dışarda ise yağmur yağıyor. Benim içime yağan düşünce yağmurundan habersiz anlatıyor işte. Pencerenin kenarında düşünüyorum içimdeki bu karışıklığı. Ki sorular dışardaki yağmur damlaları gibi birbirini kovalıyor. İçimi izler gibi izliyorum bahçedeki öğrencileri. Onlar ben ve korumaya çalıştığım değerlerim; düşünceler yağmur. Nereye gitsem, kaçamıyorum... O anı tekrar yaşıyorum sanki, ben bunları düşünürken bir damla daha intihar ediyor, bir diğeri sevdiğine kavuşuyor, derken tam o anda garson kahvemi getiriyor.
Malum çayın kalabalıkla arası iyi, kahve yalnızlık ister hikayemiz yalnız… Dar geliyor her yer sanki, yeni yerler görmek istiyorum, yeni insanlar tanımak ama bu ülkede değil. Bambaşka ülkeler görmek istiyorum. Garson kahvemi bırakıp giderken damlalar acele ediyor intihar etmek için bense planlarımı gözden geçiriyorum; Manhattan planlarımı derken şehirler sıralanıyor gözlerimde, okulumla gidebilecek olduğum şehirler; Manhattan, Oslo, Paris, Roma, Venedik, Berlin, Hamburg, Newyork ve Londra… Sahi gezer miyim tüm bu şehirleri? Bilmiyorum… Aslına bakarsanız şu sıralar hiçbir şeyi bilmiyorum.
Bu sene Eylül farklı bi şehir getiriyor bana; bu sene Eylül yarı İstanbul, yarı Konya… “Bu sene iki farklı şehir getiren Eylül seneye başka ülkeler getirir mi acep?” diyorum kendi kendime.
Kimbilir gelecek Eylül nelere gebe?
Ben şimdiki Eylülü yaşamayı seçiyorum şimdilik, benim için Eylül yılbaşı sanki, her şeyi akışına bırakmaya söz veriyorum bir kez daha, kendime bunu sık sık yaparım.
Tüm bunlar arasında kahvem bitiyor ve hesabı ödeyip çıkıyorum. Yol beni bekliyor bıraktığım yerde. Yağmuru da bıraktığım yerden alıp bıraktığım yerden başlatıyorum yeniden müziğimi.. Unutmayın; yollar bitmez, şarkılar bitmez, yağmur bitmez, akıldakiler bitmez…Şimdi Eylülün tadını çıkarmak mesele malum önümüz kış, habercidir Eylül, kışın habercisi. Oturakları, sokakları, ağaçları karlar örtmeden tadını çıkartmak gerek. Çabuk geçer Eylül ve bu mevsim, sonra bir bakmışsınız her yer "kar" olmuş.
 Keyifli Eylüller herkese, mutlu Eylüller.. Sağlıcakla Eylülcüler…