23 Nisan 2013 Salı

Ayrı Gezegene Çıkmak İsterken Uzay Boşluğunda Asılı Kalan İnsan


Üstümde tuhaf, sis gibi bir endişe var. Tarif edemiyorum tam olarak ama endişe olsa gerek. En azından içinde endişe barındırdığından eminim. Ve nedensizce kasılıyorum, kaskatıyım sanki, ölmüşüm de bedenim katılaşmaya başlamış gibi. Konuşamıyorum, suskunum, konuşamadıkça daha sıkıcı bir hal alıyorum. Yazabiliyorum bak ama konuşamıyorum işte. Konu ne kadar ilginç olursa olsun aklıma konuyla ilgili en ufak bir kelime bile gelmiyor. Zar zor kurabildiğim cümlelerin başıyla sonu 2 farklı konuya ait. Yüklemlerim yarım yamalak, çekim eklerimda ünlü uyuşmazlıkları var. Çoraplarım beyaz kedi tüyü, onlar güzel. Ama işte damarlarım yoğun, nöronlarım serotoninsiz, sırtımdan aşağı doğru omurga kemiği üzerinden neşter kesiği istiyorum. Kendimi kendimden çıkartabilsem ara sıra... Otomatik pilotuma boyun eğdim, olur da düşersem suçu ona atacağım. Böyle de sorumluluktan uzak biriyim bu ara. Doğru olmaya çalışmaktan kaçındıkça doğru olmaya çalışmamı gerektirecek ironik durumların içine atıyorum kendimi. Yokuş aşağı yalpur yulpur koşarken kendime çelme takıyor, sonra da düşmemeye çalışıyorum. Evet, tam omurga üzerinden kesin, çatala kadar. Gerisi çekince gelir. Yorgunum hafiften, ağrıyorum. Ne olur sabah tüm müdahalelere rağmen uyandırılamasam?
Yüreğinin götürdüğü yerde kırılıyorsun; aklının götürdüğü yerde yanılıyorsun. Yüreğin aklına, aklın yüreğine uymadığı zamansa darılıyorsun. Sonra ne akıl kalıyor insanda ne de yürek; işin içinden çıkamıyorsun.Ne beklediğini bilerek ama beklemeden yaşayacaksın. En çok beklediğinin, gelse bile bir gün; hiç bir zaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini bilerek. Keşke bi yolu olsa da anlatabilsem içimdekileri, anlatması zor sevinçlerimi, kederlerimi. Biri kocaman dinlese beni susmama izin vermeden. Yorgun susmuşluklarım var benim sadece. İstesemde yorgunum gitmelerin tümüne.
Yeterince tanımıyorsak belki.. İnsanları pencereden izlemeyi severim. Yalnızlığım içime dokundu. Bir insanı gerçekten sevmek mümkün mü?
Gönlüm dilime kırgın, dilim gönlüme.. Gönlüm duygularını anlatmadığı için kızarken dilime, dilim anlatamayacağı şeyleri düşündüğü için kızıyor gönlüme.Aşk kadına yakışır, sevmek adama. Birde ellerim üşür. Her ne kadar yüreğim sıcak olsa da. Gönlüm dünyanın sıcaklığından dem vursa da. Soğuk bir dünyada olduğuma tanıktır ellerim. Seni saklayacağım inan. Yazdıklarımda, çizdiklerimde. Şarkılarımda, sözlerimde.
Akşam çöküyor İstanbuluma; akşamın ve şehrin bu sessizliğine inat nispet edercesine içimden, ta gönlümden yükselen çayımın buğusundan başka bir de anlayamadığım bir müzik varki iki gözüm sorma gitsin.
Aşk dediğin çelişkiler cumhuriyeti. Saatlerce konuştuğun değil birlikte sustuğun insana aşık olurken, birlikte susmaktan korktuğun kişiye zaten aşıksındır. Yanında saçmalayabileceğin yada çocuklaşabileceğin insan istersin, halbuki yanında değil birlikte saçmalayacağın yada birlikte çocuklaşacağın insandır gönül tahtına oturan her zaman. Kısaca bunlar karışık mevzuatlar.
Odanın içinde, varlığına yıllardır aşina olduğun bir eşya gibi sessizce kaybolarak seni izlemek ve başının üzerinden sonsuzluğa akıp giden düş bulutlarında şekillenen her sözü, yüreğimde senin için büyüttüğüm şiire mısra yapıp eklemekti seni sevmek. Yalnızlık doldurmuş dünyayı. Oysa sevmek güzel şey, ümitli şey, umutlu şey. Fakat malum yaşam telaşı; herkes birilerine bi'şeyleri hatırlatmakla olasıya meşgul şu hayatta.
Üniversite sınavına girecek öğrencinin aşık olmaya falan hakkı yoktur arkadaşım. Gitsin dersine çalışsın o. Sınavda integralın türevle aşkını soruyorlar bize Leyla ile Mecnununkini değil. Hayır okul dersleri, sınavları, YGS- LYS yetmemiş gitmiş bi de aşkı çıkarmış. Vallahi bravo büyük başarı.
Zaten sınav demişken unutmadan sen bi edebiyat severi tutar sayısalcı yaparsan sadece dışı sayısalcı olur; içindeki edebiyatı da edebiyatçıyı da öldüremezsin. Sonra da tutar matematikten değil matematiği bulan adamdan nefret eder. Oysa biz Divan Edebiyatı yada Halk Edebiyatıyla çok mutlu olabilirdik. Yahut ünlü düşmesi veya ünsüz türemesiyle mutlu bi beraberliğimiz de olabilirdi. Halbuki mevzu ne türev, ne integraldi; sevemedim gitti şu trigonometriyi.
Ve en son, herşey geçtikten sonra elimizde şarkılar, kitaplar ve bir bardak demli çayımız kalır. Şimdi otur biraz konuşalım iki gözüm. Muhabbetin içinden kuşlar geçsin. Zeki Müren olsun, yağmur olsun, uzaklar olsun ve birde kitap kokuları olsun.
İçimizde kitaplar birikiyor, tiyatro oyunları gösteriliyor, şarkılar söyleniyor; bizse okuduğumuz kitaplarda, aslında kendimize rastladığımızı sandığımız yerlerin altını çiziyoruz.. Fosforlu bir sevinçle..
Umutsuzluk ve hüzün ne zaman arkadaş olup gelse ziyaretime, bir ayetin sureti geçti aklımdan ve hep yeniden umut fısıldadı yüreğime: “Ümitsizliğe kapılanlardan olma..”
Sen de çayı çok seversin ben gibi, yağmuru da ben sen gibi. Yağmur yüreklim, sensiz çay ısıtmıyor içimi. Bilmiyorsun ki...Gelecektin gelmez oldun. Sen çayı seversin iki gözüm, çay demledim sıcacık; ellerini, yüzünü, yüreğini al da gel içelim..
Ne güzel şey hatırlamak seni, yazmak sana dair, sonra sırtüstü yatıp seni düşünmek. "Hayırlısı" demek gönül rahatlığıdır iki gözüm; başımıza gelen her şeye selam olsun.




Dağınık Hayatımız


Dağınıklık hücrelerimizin her birine işlemiş. Hayatımız dağınık. Neyin nerde olduğu belli değil. Neyi nereye koyacağımızı bilmiyoruz, bilemiyoruz. İyi mi peki bu? Tabi ki hayır. Bu yüzden dengesiz yaşıyoruz. Evet her insanın hayatında çukurlar ve tepeler varolmalı. Ama bizler dengesizliğimizden o çukurları "en"lerde yaşıyoruz. Birden en zirveye ulaşıp sonra aynı hızla en dibe en sert biçimde çöküyoruz. Oysa denge çok önemli bir kurum. Gerçi daha ilkokulda öğretmenlerimiz mevzunun gidişatının farkına varmış bizi uyarmışlardı "dengesiz" diyerek. Ama anlayamadık işte. Sonra ne oldu? Olanlar oldu tabi. Biz  anlamadan, denge kurulu olmayan hayatlarımız raydan çıktı. Hep enlerde yaşadık hüzünleri.
Peki nedir bu dengesizliğin sebebi? Kesin birilerini yanlış bir yerlere koyduk hayatlarımızda, ondan. Sonra da yok "sınavlarım düşük, sınıfta kalacağım bu gidişle, hiçbir şeye konsantre olamıyorum, tadım yok..." Olmaz tabi ! Akılda o kadar lüzümsüz şeyler yumağı...
 Dağınık yaşıyoruz: Önümüze kim gelirse ona sarılıyor, hemen ona bürünüyoruz tiril tiril. Sonra o bizi çıkardığında onu da bir köşeye atıyoruz; dağınıklık bir kişi daha, yer açın. "Az insan, çok huzur" dememişler boşuna; yaşasın İnsansız İnsan Cumhuriyeti !
Tek başımıza alamadığımız Kararlar Kurulu Komitesi'nin marifetleri hep bunlar. İlle de o kurulda ikinci bir başkan olacak ne yaparsan destekleyen. Olmazsa olmaz, sonra ikilemde kalırsın vallahi. Bir de Kararsızlık Komitesi var tabi. Bir türlü karar verilemez; ne yiyeceğine, ne giyeceğine... Arkadaş eninde sonunda eskiyecek ne gerek var bu kadar düşünmeye? İnsan seçerken de bu kadar düşünsek "hayatıma" alsam mı, almasam mı diye bu kadar dağınık olmazdı hayat çatımızın altındaki manzara.
Halbuki en kötü kararlardan beterdi kararsızlık bizler farkında olmasakta. Sen niyetlen hele, Allah açar kapını elbette. Ama yok muhterem insan hariç her konuda yaşıyoruz biz bunu. İnsan seçme alma konusunda hepimiz dolabında bir ton giysisi olduğu halde hala "giyecek bir şeyim yok" diyenler gibiyiz. Tamam değişiklik iyidir elbet, ama ben köklü değişiklikten yanayım; anladın?
Peki ama neden böyle insanlar? Korkuyorlar da ondan. Yanlızlıktan, yalnız kalmaktan korkuyorlar. Benim de en büyük korkum yalnızlık. Bundan sebep yoldan geçeni tutup  alıyoruz "gel hayatıma gir" diye. Sonrasında hayat düzeni? Hak getire. Oysa bilmiyoruz ki hep yalnızlık var sonunda. Şarkının dediği gibi yalızlık ömür boyu. Yalnızlık doldurmuş dünyayı. Oysa sevmek güzel şey, ümitli şey, umutlu şey. Fakat malum yaşam telaşı; herkes birilerine bi'şeyleri hatırlatmakla olasıya meşgul şu hayatta.
Kimi seversek sevelim, kimi istersek isteyelim hep istenmiyoruz tarafından .Hepimizin hayatında tarafından sevilmediği insanlar var ve biz inadına gibi hep onları seviyoruz. Gerçek şu ki hayalimizdeki insanın hayalindeki insan değiliz. O kadar ! Bu yüzden, onun yerini doldurmak için, kalabalıklaşmak istiyoruz. O insan yığınının içinde nasıl  da kaybolduğumuzu, nasıl da yalnız kaldığımızı hiçbir zaman göremiyoruz. Bu kadar dağınıklık içinde ayağımızla önümüze gelen eşya parçalarını kenarlara ite ite ilerliyoruz işte. Ve sonunda o kadar çok insana maruz kalıyoruz ki hayat çatımızın altındaki her odada binlercesi etrafa yayılmış öylece toplanmayı bekliyor. Üşendiğimizden toplamıyoruz, onlarla yaşamaya alışıyoruz öylesine onun yerine.
Sonrasında bir bakıyoruz yıllar geçmiş ve aklımızın odaları dopdoluyken tıka basa; kalbimizin odaları boş kalmış. Dolularda terketmiş bizi bir bir, her biri ardında bir yara bırakarak. Yara bere içinde kalmış ömrümüz. Ömrümüz; bizim yakasız kolsuz hırkamız.
Sonra, her şey bittikten sonra; bütün sevinçlerimiz bittikten, o insanlar bizim için herhangi biri olduktan sonra; bir bakmışız en büyük korkumuzla başbaşayız: işte önümüzde olabildiğine yalnızlık ! (Allah saklasın.)
Aşk denilen illet, ilacı olmayan bir meret. Zaten hep dağıtmaya sebep. Boğulup kaldığımız kışın karlı günlerine; tatlı bir rüzgârlı, güneşli, mavili, yeşilli baharı getiren de yine o ne hikmetse. Boşa dememiş şair; "ey aşk sensin nelere kâdir."
Bahar demişken birisi gitsin şu Nisan'a bahar olduğunu hatırlatsın, unutmuş bahar olduğunu. Zaten bahar da gelmeyi unutmuş anlaşılan. Gidip alıp getirelim. Tıklatalım kapısını "baktık geleceğin yok seni almaya geldik" diyelim. Ömrümüze bahar gelsin biraz. Ah bizim dağınık ömrümüz; kimi nereye koyacağımızı bilemediğimiz ömrümüz..
Oysa bizler küçükken annelerimiz güdümlü lazer terliği ile koruduğu misafir odalarıyla öğretmeye çalışmışlardı bize düzeni, tertibi, derli toplu olmayı. Rahat rahat giremediğimiz o odalarla girmişti hayatımıza düzen. Sonra annemin her defasında düzelsin diye başıma kaktığı "dağınıksın" kelimesi en güzel sinyaldi. Sahi ne düzenliydik biz annelerimizin eteklerindeyken... Ne olduysa büyüyünce oldu. Biz alamadık anneden kalma düzeni.
Şükür şimdi sonradan kazanılmış bir titizliğe sahibim annemden kafama vura vura; dolabımdaki bütün gömleklerim bile aynı yöne bakıyor. :)
Geç olmadan düzen gerek. Tabi sözüm senle benden, bizden dışarı; biz düzenimizi kurmuş, farkındalığı bulmuş insanlarız iki gözüm. Biz; çayı severiz, kitapları severiz, çikolatayı severiz, titizliği düzeni severiz, baharı severiz.. Biz mutlu olacağız eninde sonunda. Bugünümüzü, sıradaki söyleyeceğimiz şarkıyı, oynanmak için sırası gelecek oyunu hayata, kitaplara, çaya, halenda öğrenmekte olduğumuz Kadıköy sokaklarına adadık. Hemde hiç tereddüt etmeden. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun, hayatı düzenli çocuklar yetişsin. Tebessümle, düzenle, sağlıcakla... :)

http://www.youtube.com/watch?v=DrL_Gdh5scQ

22 Nisan 2013 Pazartesi

Hayatımız Sınav !


  
Hayatımız bu kutucukların içine mi bağlı?
Evet. İstesek de istemesek de evet. Neden ama? Bana cevap yok. SBS, YGS, LYS, KPSS, ALES, TUS, vizeler, finaller...(Bitmez!) çoklar işte, o kadar çoklar ki ‘Hayatımız Sınav!” başlığı cuk diye oturdu. Hayatımızın önüne geçen bir sınavlar zinciri var. Kendimizden daha önemli bir sınav sisteminin içinde yaşıyoruz sanki. Peki, sınavlar olmalı, kabul ediyoruz fakat bu kadar mı çok? Kaçımız memnunuz bu sistemden. Bir ara işi iyice abartmışlardı. Şimdi siz de hatırlayacaksınız. öyle çok uzaklarda değil.Yazının devamında: 4. sınıftan itibaren geçmişteki OS şimdiki SBS’nin yerine 6 aşamalı; 4, 5, 6, 7, 8. sınıflarda girilen SBS’ler zinciri’nden oluşacak bir puanlama sistemi oluşturmuşlardı… Adeta 10 yaşından itibaren çocuklar dershanelere gidecek ve bu olay 30 yaşına kadar -okuduğu bölümle alakalı daha da ilerlemesi- sürecekti. Neyse ki bu kalktı. Madem öyle niye getirilmişti? Getirilirken bu sistemin dezavantajları düşünülmemiş miydi? Düşünülmüşse niye sistemi getirip getirdikten sonra tekrar eski sisteme döndüler?
Şimdi burada çok ince bir ayrıntıya değindim. Demek istediğim sistem aslında değişebilir. Önce ne oldu? Ortada olan bir sistemi getiriyorlar. Sonra halkın tepkisi, öğrencinin tepkisi, nasıl karşılandığı, toplumdaki yankısına göre ya kaldırıyorlar ya da öyle bırakıyorlar. Ben bunu anladım. Eğitim bu kadar basit mi diye kendime soru sormaktan alıkoyamıyorum. Diğer sınavlar içinde bu geçerli mi? Diğer sınavlarda acaba önce getirildi, sonra pek bir tepki yaratmadı ya da az tepki mi yarattı? Sonra bi süre devam etsin dediler tabii… Ve sonra öyle kaldı. Küçük değişiklerle toplum kanıksadı. EVET! sonra ne oldu işte yukarıda saydığım bu gibi uygulamalar yüzünden hayatımızı sınav sorularından ibaret yapan ömrümüzün yarısını çalan sınavlar zinciri oluştu. Artık sonunda "S" olan her türlü kısaltmaya düşman gözüyle bakacağım çünkü 'Sınav' kelimesini görmekten bıktım.
 Sağım, solum, önüm, arkam kısaca her yerim sınav. Ne yazık ki bu sınavları iyi derecelerle vermek bile insan için iyi bir gelecek garantisi olmuyor. Çünkü hep bir sonraki sınavı düşünmemiz gerekiyor. Kendimi unuttum "sınav sınav" diye diye. Düşün yahu arkadaşım gelip "cuma günü ne yapıyoruz" demese doğum günümü hatırlamayacağım insafsız. Kendi doğum günümü unuttum; ben ki doğum günlerine önem veren bir kişilik.
Bir de anlık psikoloji var tabi. Arkadaş benim kariyerimle mesleğim uyuşmazsa ne olacak? Eş seçmekten daha zor meslek seçmek. Hiç olmazsa eşinden anlaşamadığında boşanabiliyorsun ama mesleğinden boşanamıyorsunki.
Bir kısır döngüdür gidiyor hayatımızda. Sürekli bir sınava hazırlanmak, o sınavın beklerken stresi yaşamak, alınan sonuca göre sevinçli ya da hüzünlü olmak. Resmen sınavlara göre yaşar olduk. Nefes alamaz hale geldik. Maalesef ülkemizde 25 yaşına gelene kadar genç kuşağın yaşamı böyle. 25'ten sonrada insanın yaşamında sınavlar tabi ki bitmiyor ama en azından kağıt üzerinde olmuyor.
Tüm bunlardan sonra gerçekten büyüklere hak veriyorum. 'Hayatın kendisi başlı başına bir sınavmış.'
Hayatımız bir sınavdan ibaret. Hem de öyle bir sınav ki bu ölene dek süren, hatalarının bedelini peşin peşin ödeten.
Klasik bir laf vardır ya hani, hayat bir sınavdır derler. İnsanlar doğuyor doğar doğmaz başlıyor sınavlar. Zaten doğmak başlı başına bir sınav bence. Sonra yavaş yavaş hayatı tanımaya başlıyorsunuz. 7 yaşına geldiğinizde okul hayatına ilk adımınızı atıyorsunuz. Buraya kadar işin kolay yani, asıl olayımız bundan sonra başlıyor. Okuma-yazmayı öğrenmekle başlıyor her şey. Bazen düşünüyorum da, hiç okuma-yazma öğrenmesek acaba daha mı iyi olurdu?
Bizler sınanmaya anne karnındayken başlıyoruz. Önce doktorlar sınıyor; sağlıklı mı değil mi, kız mı erkek mi diye. Doğunca ebe sınıyor, ağlıyor mu ağlamıyor mu, sarılık var mı yok mu diye. Biraz büyüyünce konu komşu, sınıyor; anneni mi babanı mı daha çok seviyorsun diye. Sonra arkadaş çevremiz başlar sınamaya, beni mi yoksa onu mu daha çok seviyorsun diye. Okula gidince öğretmenler başlıyor elbet bizi sınamaya; hem de onlarca dersten ve testten. Tabi onlar da yapmak zorunda çünkü hepsi birer elçi, bi öğretmen adayı olarak söylüyorum bunu. Arkadaşlar, dostlar, aile, çevremiz bu böyle sürer gider kısaca.
Sırada bekleyenler var! Dershaneler, özel kurslar ve üniversiteler…
İşte tam da burada, mim koyalım yazıya:
Hayallerimiz düşlerimiz vardır. Geleceğe dair. Kimimiz şunu kimimiz bunu olmak isteriz. Gireriz bu gençliğimizi katleden sınava da. Aylarca hazırlanırız; gece gündüz demeden. Neler çekeriz o dönemde.. Uykusuz geceler, dağınık saçlar, stres; ot gibi yaşarız adeta. Yani “ot gibi” diyorum ama otun yaşamında bile arada bi rüzgar esiyor ekşin oluyor bizde o da yok. Şansımız varsa, kaydoluruz hayalimizdeki okula.Yoksa, oynarız bir spor toto, bir milyon kişi arasında hangi okul çıkarsa bahtımıza. Severek ya da sevmeyerek bitiririz okulu da. Ama bitmedi daha, yok öyle yağma…
Devlet bey amca der ki; “diplomayı aldın ama kusura bakma öyle hemen iş yok sana. Zira ben acizim iş alanı kurmakta. Şimdi sen yazıl bir dershaneye daha. Hazırlan bakalım KPSS sınavına. Senin gibileri de altetmelisin.” Sende çaresiz, tamam dersin.
Ailenin yaşamından kısıp yatırdığı parayla hazırlanıp girersin o sınava da. İyi kötü geçersin bunu da. Ama sabah gazeteleri açtığında okuduğun acı haberle  yıkılıp kalırsın olduğun yere: O da ne? Sınav soruları çalınıp, el altından verilmiş hak etmeyenlere. Kimbilir belki de yıllardır bu böyle.
Peki çare? Uğruna gençliğini harcadığın sınavlar iptal edilecek birkaç insancıkın hilesiyle. Cezası ise göstermelik birkaç tutuklama ve sonunda salıverme delil yetersiz diye.
İş aslanın midesinde, tam alacakken çakallar bindi ensene. Haydi bakalım, yeniden hayat üniversitesine…
Sınanmaya devam.
Eğer hala gücün varsa, ruh sağlığın bozulmadıysa. Şanslısın vallahi.
Bazen düşünüyorum da, en basit işe insan sınavla alınıyorsa; devlet yönetmek bu kadar mı kolay? Asıl bunlar alınalı sınava. Ne dersiniz sevgili okurlar, haksız mıyım ama?
Pek kıymetli Hocam Sayın Aksu'yla yapmıştın vakt-i zamanın birinde bu konulu muhabbeti, o zamanlar söylemişti de inanamamıştım. Adam "ben hayatımda 100 tane sınava girdiysem topu topu 3 tanesini kazandım: üniversite sınavı, KPSS bir de eş sınavı, geri kalan 97 sınavın hepsini kaybettim. Peki ne oldu kaybettim de hiç bişey. Bir ben değil herkes böyle. Sizde böyle olacaksınız o yüzden bırakın hayatı akışına. Elinizden geleni yaptıktan sonra hiç önemli değil gerisi. Önemli olan sizlersiniz" diyor. Vallahi haklı. Bende öyle yapacağım artık. En güzeli. Sayın Aksu'dan daha iyi bilecek halim yok ya?
Hayatını yaşayamadıktan sonra tüm bunlar ne fayda? Yine de çok şükür girdiğim 100 bin sınavdan sonra bir iş bulmuş olmanın, az da olsa belli bir para kazanmanın haklı gururunu taşıyarak kendime altın madalya takmak istiyorum ilerde ve artık ölsem de gam yemem! Hayır ölemezsin, ölmek için MSS’ye girmen gerek. Öyle her isteyen ölebilir mi sanıyorsun arkadaşım? Öncelikle Mevta Seçme Sınavı’na girmen gerek.
Sonunda bu hale getirdiler bizi... Ruhuna El-Fatiha!
Bu yılın ikinci sınav grubu LYS'ler ise 16-24 Haziran arasında yapılacak. Umarım her öğrenci hak ettiği puanı alır ve hak ettiği üniversiteye girer. Allah herkesin gönlüne göre versin; F.D.'den Boş Ders şarkısıyla aynı düşüncelerle sesleniyorum sizlere gözlerinizi kapatın dinleyin. :) Haydiyin sağlıcakla, tebessümle. :)



20 Nisan 2013 Cumartesi

En Güzel Yetimdi Nisanda Doğan


   "Müjdecim, kurtarιcιm, efendim, Peygamberim,
Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim."
diyor Üstad Necip Fazıl, hepimiz de can-u gönülden katılıyoruz elbet. Her ne kadar Mevlid Kandili’nde Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed Mustafa(sav)’in doğum gününü ziyadesiyle kutlamış olsak da Miladi yıla göre de Kutlu Doğum Günü 20 Nisan olarak kabul ediliyor ve o tarihin dahil olduğu hafta Kutlu Doğum Haftası olarak büyük bir coşkuyla kutlanıyor.
Bu hafta adalet ve rahmet peygamberinin bir doğum yıl dönümünü daha idrak ediyoruz. Bu yıl bir kez daha insanlığı, ‘Birbirinize kin beslemeyin! Birbirinizi kıskanmayın! Birbirinizden nefret etmeyin! Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle KARDEŞLER olun!’ şeklindeki en soylu çağrıya davet eden Son Peygamber’i anıyor, ona sayısız övgüler dizecek, dua ve selam gönderiyoruz. Bu vesile ile birçok yerde adına okunacak mevlitlerden hislenip gözlerimiz nemleniyordur.
Cenab-ı Allah varlığını ve birliğini insanlara duyurmak için zaman zaman peygamberler göndermiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamberlerin sonuncusudur.
Bütün peygamberler onu müjdeledi, bütün semavi kitaplar ondan söz ettiler. Peygamberimiz inançsızlığın, ahlaksızlığın, zulmün ve cehaletin insanlığı kapladığı bir zamanda, bir hidayet meş’alesi olarak Miladi 571, Rabiülevvel ayının 12. gecesinde Mekke de dünya ya geldi. Bu teşrifiyle bütün kâinat huzur ve mutluluğa kavuştu. Süleyman Çelebi Hazretlerinin dediği gibi:
“Cümle zerrat-ı cihan edup nida
çağrişu ben dediler ki merhaba
merhaba ey alî sultan merhaba
merhaba ey kani irfan merhaba
merhaba ey sırrı Furkan merhaba
merhaba ey derde derman merhaba”

Evet bütün kainat lisan-ı haliyle merhaba hoş geldin, sefalar getirdin ey Allahın Rasulü diyorlardı. O’nun doğuşuyla aleme rahmet ve bereket doldu. Geceler ve gündüzler rengarenk çiçekler açtı. Sözler ve sohbetler O’nun la güzelleşti. O’nun cesaretiyle zulüm ve cehalet, yerini adalet, merhamet ve ilme bıraktı.
Cenab-ı Hak, Peygamberimizin de en büyük mucizesi olan kutsal kitabımız Kur’an da şöyle buyurmaktadır: “ “Deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Demek ki Hz. Muhammed’e uymadan hidayet olmaz. Hz. Muhammed’e uymadan Allah’a sevgi ve kulluk olmaz. Çünkü Hz. Muhammed’e uymak ve O’na ümmet olmak bir kul için büyük bir bahtiyarlık ve büyük bir şereftir. İnsanoğlu, sosyal hayatın da, iş hayatında, ilimde, sanatta, edepte, erkanda ona uymadıkça hüsrandadır felakettedir.
"Huzur duyulur mu" derler. Hiç duyulmaz olur mu? Bugün sabah ezânı kulağıma vurduğunda, tan yeli ağarıp etraftan o karanlık sırayla lacivert ve mavi olarak kalktığında; o an duydum ben huzuru. Evetbu sabah doğan günle geldi yüreğime oturdu. Elbet bu günün güzelliğinden, bu günün ruhundan. Bu sabah ezân her sabahki gibi Efendimiz'i (s.a.v.) hatırlattı bana. Bugün başka, bugün güzel; ama garip bir hüzün var dağda, taşta, bulutta, güneşte, toprakta; şu esen yelde başka bir hüzün var. Yokluğun hüznü ancak ve ancak bu kadar hissedilirdi; kimsesizdi kainat, sanki tüm dünya kimsesizdi.
Peygamberimizin hayatı incelendiğin de onun örnek davranışlarını herkes rahatlıkla görecektir. Peygamberimiz kimsenin ayıbını araştırmaz, kimsenin sözünü kesmez, kimsenin gizli hallerini araştırmaz, kendisini ilgilendirmeyen konularla meşgul olmazdı.
Peygamberimiz zengin- fakir, efendi- köle küçük- büyük ayırımı yapmadan herkesi eşit tutardı. Çocukları sever, ilgilenir, büyükleri sayar, hürmet ederdi. İkram etmeyi çok severdi. Kimseyi eli boş çevirmezdi. Bütün işlerini tam bir düzen içinde yapar, vaktini boşa geçirmezdi.
Dürüstlükten ayrılmaz, söz verdiğinde tutar, emanete asla hıyanetlik yapmaz, şakayla da olsa yalan söylemezdi. Kısaca her şeyi ile örnek bir insandı. Nitekim Cenab-ı Hak bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:
“ Andolsun, Allah’ın Rasulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”
Kutlu Doğum demek; Hz. Peygamberi anmak, daha önemlisi O’nu anlamak ve temsil ettiği değerler bütününü tanımak, Allah tan getirdiği ilahi davetini, sünnetini ve ahlakını anlamak, O’na duyulan engin sevgiyi gönüllere yerleştirmektir. Bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün Müslümanlar O’nun dünya ya gelişini “Mevlid Kandili” olarak kutlamaktadır.
Ülkemizde de Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı işbirliği ile 1989 yılından bu yana “Kutlu Doğum Haftası” olarak kutlanmaktadır.
Kutlu Doğum Haftası’nın, insanlığın, sevgili Peygamberimizi daha iyi tanımalarına vesile olmasını Yüce Allah tan niyaz edertüm İslam aleminin KUTLU DOĞUM HAFTASI mübarek olsun. Haydi sağlıcakla. :) 

16 Nisan 2013 Salı

"Ne Okuyorum?"dan Yedinci Gün


 
Ağustos ayının ortasında bir kültür sanat haberi bütün gazetelerin ve en çok da sosyal medyanın gündemine bomba gibi düştü. Son romanı Suskunlar'ı 2007 yılında, yani 5 yıl önce yayımlayan İhsan Oktay Anar'ın yeni kitabı Yedinci Gün tamamlanmış ve 3 Eylül'de piyasaya sürülecekti.
Türk edebiyatının "fenomen" isimlerinden Anar'ın kitabı olunca bütün gazetelerde, kitap eklerinde Yedinci Gün'den birkaç tadımlık sayfa okurlarının ilgisine sunulmuştu. Arada "eyvah İhsan Oktay Anar twitter'da TT oldu, artık tanınacak, benden başkaları da okuyacak" şeklinde panikleyen hayranları olsa da, yayıncısı okurların büyük ilgisini cevapsız bırakmayıp yayın tarihini 3 Eylül'den 25 Ağustos'a çektiğini açıkladı.
Alışılmış büyüleyici üslubuyla bizi yine fantastik bir geçmiş zaman yolculuğuna çıkaracak İhsan Oktay Anar'ın Yedinci Gün romanı istibdad döneminde başlayıp Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar uzanıyor. Kitabı biraz dikkatle okuduğumuz zaman, Anar'ın birtakım memleket eleştirilerinde bulunduğunu fark etmemek hiç de zor değil. Memleketi yönetenlerden aydınlara, bürokratlardan orduya kadar birçok kurum ve kişi payına düşeni almış. Anar'ın romanında gizlenmiş kimi eleştirileri sizin için seçtik. Anar'ın neyi kastettiği konusunda yorum size kalmış... İhsan Oktay Anar’ın son romanı Yedinci Gün (İletişim Yayınları, 2012) değişik katmanlarda okunabilecek kitaplardan…
İhsan Oktay Anar'ın merakla beklenen son romanı Yedinci Gün, eylül ayında yayımlandı. Romanda Anar, insanoğlunun yaratılışı ve Türk kimliğinin doğuşu gibi konulara değiniyor.
İhsan Oktay Anar, ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası'nın bir yerinde kahramanı Uzun İhsan'a "Dünya bir düştür. Dünya bir masaldır," dedirtir. Anar, ilk romanından bu yana her kitabıyla dünyayı yeni baştan kuruyor; var olan tarihten yeni masallar üretiyor. Aynı Kitab-ül Hiyel'de de söylendiği gibi 'Gerçekleşmiş bir hayal olan dünyayı örnek alıp, onu ve üslubunu taklid ederek yeni hayaller' kuruyor. Anar okurları, onun yeni 'hayal dünyası'nı okumak için son romanı Suskunlar'ın yayınlandığı 2007'den beri bekliyordu. Neyse ki bekleyiş sona eriyor. Yazarın yeni romanı Yedinci Gün, 3 Eylül'de, İletişim Yayınları etiketiyle piyasada olacak. Peki, yeni romanında neler var? Bu kez yüzeydeki ana hikaye -adı verilmese de- 2. Abdülhamid dönemi İstanbulu'nda geçiyor. Her zamanki gibi Anar'a özgü, Osmanlı minyatürlerini andıran çok çeşitli tiplemelerle karşılaştığımız uzun bir turun ardından, asıl kahraman olan İhsan Sait'e yoğunlaşıyoruz. Evet, bu romanın da ana kahramanı İhsan adını taşıyor. Son derece zeki ve kurnaz biri olan İhsan Sait, kısa zamanda talihinin de yardımıyla küçük bir servete sahip olduktan sonra, yolu tesadüfen, sonradan imanı seçen, ancak asıl olarak bilim âşığı bir paşazadeyle kesişiyor. Paşazade'nin bir tür camiyle bir tür radyo istasyonu arası tuhaf mekanını ele geçiren İhsan Sait'in asıl macerası ise gelecekten kendisine gönderilen bir aşk mektubuna iliştirilmiş fotoğraftaki Prenses Döjira adlı gizemli bir kadına âşık olmasıyla başlıyor. Kahramanımız, aşkına kavuşabilmenin tek yolu olan, mektubun ekinde planları bulunan, tuhaf aletin yapımı için zorlu bir maceraya girişiyor. Bu arada yolu sık sık kendisinin oğlu olduğunu iddia eden, kendisininse zerre kadar ilgilenmediği Ali İhsan adlı saf ve temiz bir gençle de kesişiyor. Romanın 1930'larda geçen son bölümünde ise İdris Amil adlı yeni bir karakter daha çıkıyor karşımıza. Evet, gördüğünüz gibi Yedinci Gün'de de yine İhsan Oktay Anar'ın kendine has masal ve söylentivari diliyle biçimlenen, tarihin içinden kopup da gelmiş hem çok tanıdık hem de çok farklı bir İstanbulla ve çok sayıda renkli tiplemeyle karşılaşıyoruz. Ve yine okurlarının aşina olduğu tuhaf icatlardan biri daha var bu romanda. Anar, bu kez havacılığa merak sarıyor ve İhsan Sait'e gelecekteki sevgilisiyle kavuşabilmesi için bir tür zeplin inşa ettiriyor. İhsan Sait'in bir tür zaman yolculuğuna çıkmasına da yardımcı olacak özel bir düzenleme eşliğinde... Romanın görünürdeki hikayesi bu olsa da, bilindiği gibi Anar'ın romanlarında hep 'bir ben vardır bende, benden içeri' misali, birden fazla katman yer alır. Görünen hikayenin ardında saklı duran çok güçlü bir ya da birden fazla hikayenin aktığını ve romanın asıl kimliğini oluşturduğunu görürsünüz. 
Yedinci Gün'ün bütününde de asıl olarak, adından da anlayabileceğiniz gibi, alemlerin ve insanın yaradılış efsanesi anlatılıyor. Şeytana kanan insanın cennetten kovulmasıyla başlayan macerasının dünya tarihi boyunca gelişimini hızla seriyor gözünüzün önüne. Öte yandan üç ana bölümden oluşan romanın Baba, Oğul, Hayalet adları verilen bölüm başlıkları da bir diğer ipucunu veriyor bize. Farklı bir okumayla, kendi bencilce zevklerinin peşine düşmüş baba İhsan Sait'i Osmanlı İmparatorluğu'nun, ilgilenmeyip savaşlarda yok olmasına göz yumduğu oğlu Ali İhsan'ı yıkılmakta olan İmparatorluğun halkının ve kısa bir zaman yolculuğu sonrası 1930'larda karşılaştığımız Osmanlı'nın hayaletini ise yeni oluşturulmaya çalışılan Türk milliyetçiliğinin, İdris Amil'i de merkezdeki tipik Türk insanının yerine koyduğumuzda, karşımıza bambaşka bir hikaye daha çıkıyor. Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte, Osmanlı'dan kalan hayaletten, ideal ve mükemmel bir Türk kimliğinin yaratılma çabasının bir tür parodisini okuyoruz. İhsan Sait'in yani bir diğer okumayla Osmanlı'nın kavuşmaya çalıştığı, gelecekte bekleyen Prenses Döjira'nın neyi simgelediğini ise size bırakıyorum.
Tipik bir Anar anlatımı olarak bu romanda da sayılı, birkaç yan karakter dışında öne çıkan bir kadın karakter yok. Anar, tek bir türle sınırlandırılamayacak yazarlardan. Zamanı çizgiselden çok dairesel algılayan, sonsuzluğa uzanan, sonuç olarak zaman kavramını yeniden yorumlayan bir felsefeye dayalı, özel bir anlatım biçimine sahip. Onun için söylenebilecek en doğru tanım kuşkusuz kendine has düşsel dünyalar kurduğu... 'Bizim Borges'imiz' desem yanlış mı söylerim bilmiyorum ama en azından onun kendisini nasıl tanımladığını biliyorum. 2001 tarihli, nadir verdiği röportajlardan biri olan Cumhuriyet röportajında şöyle diyor; "Ben bir 'joker'im, yani 'şakacı'yım..."
Ben, bir yanıyla tasavvuf parodisi olarak, bir yanıyla da insanlık kültürünün bilim-din sarmalı içinde okudum olayları, her ne hikmetse! Dağılmamak ve dağıtmamak için de sadece bu noktadan birkaç not düşeceğim dedim, çok şey yazdım gibi, oysa sadece birkaç not düştüm. Hepsi bu…
Bahsi kapamadan eklemek istediğim gayet felsefik ve tüm bir insanlık birikiminin özeti diye görebileceğim bir diyalogu da ekleyeyim:
“Eflatun nam bir feylesof, ‘Bu dünya, fikirler aleminin bir taklididir.’ dediğinde, Fars Kralı Dârâ, ‘Nah! Asıl fikirler, bu dünyanın bir taklitidir!’ demişti.”
(Biz daha 18′li yaşlarımızda nam-ı diğer Platon‘un mağara alegorisini kendi aramızda kaynatırken, bir arkadaşım kestirmeden şuna benzer bir şey demişti: Aslında bütün insanlık tarihi “idea” ile “madde” arasındaki önceliğin hangisinde olduğu inancının kapışmasında yatıyor. “İdea”nın maddeden önce geldiği düşüncesi, dini perspektifi; “madde”in ideayı da peşinden getirdiği düşüncesi ise dünyevî bilgiyi ve yansımalarını getiriyor. Tabii, o 18 yaşında böyle bir tümce kurmamıştı ama meali aynen böyleydi. Öyle işte.)
Bazı kitapları okurken, “Yazarı ne çok eğlenmiş yazarken.” diye düşünürüm.
Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hayâllere dönüştüğü bir hikâyedir bu. Sıradan insanların sıra dışılığı, bilinen hikâyelerin düşlere dönüşümü, zaafların asîlleşmesi, erdemlerin ardındaki günâhkârlık tüm içtenliğiyle akacak zihinlere. İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak. İhsan Oktay Anar, bu yeni düşüyle sizleri bir kez daha şaşırtacak. Çizgilerde değil kürelerde gezinecek, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk edeceksiniz. Alışık olmadığınız bu dünyanın kapısından girdiğinizde âşinalık hissedecek, sadeliğin ihtişâmına teslim olmanın rahatlığıyla kendinizi akışta yolculuk ederken bulacaksınız.
Keyifle okunulacak bir kitap daha. Ben severek okuyorum. İyi okumalar. :)

15 Nisan 2013 Pazartesi

Kalp Herkeste Var Mesele Yürekte


Yaşamak yürek ister; belki de bu yüzden dünyaya gelenlerin çok azı yaşar. Çoğunluğu yalnızca yaşadığı günü kurtarır, var olmakla yetinir ve kendi varlığı altında ezildikçe ezilir. Değiştiremeyeceği gerçekleri olduğu gibi kabul etmek ve bu değişmezlikten kendine yeni bir yaşam sevinci yaratmak da yürek ister; değiştirebileceğini değiştirmeye çalışmak da. Sanıldığı gibi insanı korkutan; dünya, zorluklar, yaşam koşulları ya da başkaları değildir. İnsan en çok kendisinden korkar; kendi duygularından, kendi güçsüzlüklerinden, kendi zaaflarından, kendi acılarından, kendi coşkularından ürker.
Yaşama her dokunuşunda, duygularının alevlenip kendisini yakacağından çekinir. Onun için kaçar yaşamdan, aşktan kaçar, öfkeden, hareketten, sevinçten, kendisinden kaçar. Korku yüzünden yaşanamamış bir yaşamı ellerinde taşımaktan yorularak, kendisine uydurduğu bin bir türlü mazeretle yaşama arkasını dönmeye, gizlenmeye uğraşıp, gizliden gizliye yok olmaya çabalar.
Korku kendine acımayı getirir; kendini zavallılaştırmaya başlar yaşamdan korktukça. Yaşamla yüz yüze gelmektense ağır ağır erimeyi tercih eder. Korktukça azalır gücü; korkuyla yaralanan bedeni artık en küçük bir dokunuşta acıyla inler. Her acıda korkusu biraz daha artar ve girdap gibi çeker içine güçsüzlük onu. Kendi korkusuna kalkıp kader der sonra, korkuyu değiştirilmez bir gerçek, alnına yazılmış bir yazgı olarak görür.
Yeni bir aşkın düşüncesi bile titretir onu. Kalabalıktan korktuğu kadar yalnızlıktan da korkar. Hayatın hiçbir haline dayanamaz durumlara gelir. Sırtında yaşayamadığı hayatı, önünde yaşanacak günleriyle, kendi geçmişiyle geleceği arasında sıkışır kalır artık.
Kendi duygularıyla kuşatılır; döndüğü her yanda bir düşman gibi kendi duyguları çıkar karşısına. Şu yana dönse orada bir mutluluk vardır ama o mutluluğu değil mutluluğun arkasında gölgesi sezilen acıyı görür. Bu yana döndüğünde bir isyanın şevki vardır ama o isyanın çekiciliğini değil o isyan için ödenecek bedelin ağırlığının fark eder. Beri yanında bir aşk bekler onu ama o aşkın arkasından gelebilecek terk edilme ihtimaline diker gözlerini. Her kıpırtıyla örselenebileceğinden çekindiği için kıpırdayamaz bile yerinden; yaşama yaklaşabilmek için bir tek adım bile atmaya yetmez cesareti.
Ona sevinci gösterseniz; “ya sonra” diye sorar! Aşkı gösterseniz, gene ayni sorudur onun aklini kurcalayan; “ya sonra”! Öfke, coşku, dostluk, başkaldırı, direnme hep aynı soruyu sürükler peşinden; “ya sonra”. Bilinmeyen bir “ya sonra” için bilinenlerin hepsini ıskalamayı kabullenir. Ama ne garip, duygularından, yaşanacakların sonrasından korkanlar, acıdan sakınanlar çeker en büyük acıyı. Yaşanmamış bütün duyguları zehirli sarmaşıklar gibi boy atıp ruhlarına dolanır. “Sonrası umurumda bile değil” deyip yaşamla kucak kucağa gelenlerden çok daha fazla yarayı yaşayamadıkları için alırlar. Yakınıp dururlar; çektikleri acılardan söz ederler.
Acıyı da çekerler gerçekten ama acıdan korktukları için bunca acıyı çektiklerini görmezler bir türlü. Yaşamanın cesaret istediğini fark edemezler. Onun için çok az insan yaşar; çoğunluk yalnızca gününü kurtarır. Yaşanmamış günlerin altında inleyen çaresiz bir köle gibi yitik bir hayatı taşır güçsüz omuzlarında.
Kendi gerçeklerimiz, kendi duygularımızdır bizi böylesine ürküten; çatal diliyle tıslayan bir yılan görmüş tavşan gibi kendi kendimizi hareketsiz bırakan. Ve ne kadar çok korkarsanız, korkunuz o kadar artar. Ne kadar yaşarsanız, cesaretiniz o ölçüde bilenir. Yaşayamıyorsanız eğer, bu başkalarından dolayı değildir. Sizi güçsüzleştiren, sizi çaresizleştiren, sizi isyanlardan alıkoyan, değiştiremeyeceklerinizi kabul etmenize engel olan, değiştirebileceklerinizin üstüne gitmenize izin vermeyen, sizi yaşatmayan, sizin kendi korkularınızdır.
Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.
Sanıyoruz ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.
Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi?
Çevremizde kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.
Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının oldu
ğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim… İşte bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz…
Aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir...
Gerçekte hız çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük.
Sevmeye bile vaktimiz yok bizim.
Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor.
İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte!
Bence doğanın kara bir laneti. Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor.
Milan Kundera “yavaşlık” adlı kitabında; “yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur” diyor. Telefon hızlılık mesela, konuşulanları,söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır. Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok.
Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık.
Aceleye ne gerek var?
Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş…
Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda…
Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az.
Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?” Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.
Yine benden bu kadar, şimdilik sağlıcakla.

11 Nisan 2013 Perşembe

Işıklar


Biz sevilmeyi beklerken aşkı küstürdük kendimize, yalnızlığa inandırdık kendimizi kalabalıklarda.. Seçtiklerimiz mi bunlar? Seçtiklerimiz evet.

Hani bi yol vardır uzun, yürümek zordur bilirsin ama ucunda gördüğün bir tek ışık küçücük bi umut yeter o yola başlamana. Yolu yarıda bırakmakta yakışmaz bizim gibi insanlara..

Işıklar ve renkleri içimizdekileri anlatır aslında yada ben öyle olduğuna inananlardanım. Nedendir bilmem ama hep bi anlam kattıklarını hissederim yaşayanlara.

Kırmızı ışıkları severdim..
Yada titrek bi mumun ışığını izlerken hep o ışıkları hayal ederdim. Çünkü kırmızı ateşin rengiydi ve ateş yanmak demekti. Neler için yanardı insanlar? Amaçları için, sevdaları için ama en çok da sevdikleri için.

Kırmızı ve rengarenk ışıklar belkide rüya gibi oldukları için güzeldi. İnsanı ne mutlu edeceği bilinmez tabi. Bi şehrin altında ışıklarla mesela. Zaten şehri güzel yapanda şehir yapanda ışıklar değil miydi? Bir şehir bir aşktır. Bir şehir ve bir aşk.. 

Işıklarada bizler anlam yükleriz aslında yada yüklemeliyiz çünkü her insan birbirinden farklı ve her insanın dünyasında her renk farklı anlamlar taşır.

Mesela yeşil ışıklarda ben burdayım diyenlerdendir. Hep yeniden dirilişi, umudu, canlılığı gösterirler aslında.

Yada turuncu ışıklar; pek bilinmezler ama farklılık onlara özgüdür tatlı bi lezzetleri vardır gizli gizli, mutluluk aşılar sanki. 

Yahut mavi ışıklar; mavi hayattır. Hep yeni bi nefes olur. Deniz, gökyüzü gibi uçsuz bucaksız..

Sarı ışıklar en parlak olanlarıdır. Hep göze çarpar yada çarpacak bişeyler bulur. Aslında en çekici olanlarıdır.

Beyaz ışıklar sonsuzdur, hep vardır gizliden pek görünmeselerde varlıkları bilinir.

Ama siyah ışıklar yoktur. Siyah karanlıklar vardır renkli ışıklarla aydınlatılması gereken. İşte o siyah ışıklar bizim hayatlarımız ve hayatlarımız bizim belirlediğimiz ışıklarımızla aydınlanır.

Bizim renklerimiz, bizim hikayelerimiz ve bizim seçtiklerimiz.. 

Biz farkında olmasakta hayat böyle geçip gidiyor işte, bizler haketsekte haksetmesekte..

Özetle mavi güzeldir, maviyi severim; hayatımda da sevdiklerimde de !

Sağlıcakla.