Yaşamak yürek ister; belki de bu yüzden dünyaya gelenlerin
çok azı yaşar. Çoğunluğu yalnızca yaşadığı günü kurtarır, var olmakla yetinir
ve kendi varlığı altında ezildikçe ezilir. Değiştiremeyeceği gerçekleri olduğu
gibi kabul etmek ve bu değişmezlikten kendine yeni bir yaşam sevinci yaratmak
da yürek ister; değiştirebileceğini değiştirmeye çalışmak da. Sanıldığı gibi
insanı korkutan; dünya, zorluklar, yaşam koşulları ya da başkaları değildir.
İnsan en çok kendisinden korkar; kendi duygularından, kendi güçsüzlüklerinden,
kendi zaaflarından, kendi acılarından, kendi coşkularından ürker.
Yaşama her dokunuşunda, duygularının alevlenip kendisini
yakacağından çekinir. Onun için kaçar yaşamdan, aşktan kaçar, öfkeden,
hareketten, sevinçten, kendisinden kaçar. Korku yüzünden yaşanamamış bir yaşamı
ellerinde taşımaktan yorularak, kendisine uydurduğu bin bir türlü mazeretle
yaşama arkasını dönmeye, gizlenmeye uğraşıp, gizliden gizliye yok olmaya
çabalar.
Korku kendine acımayı getirir; kendini zavallılaştırmaya
başlar yaşamdan korktukça. Yaşamla yüz yüze gelmektense ağır ağır erimeyi
tercih eder. Korktukça azalır gücü; korkuyla yaralanan bedeni artık en küçük
bir dokunuşta acıyla inler. Her acıda korkusu biraz daha artar ve girdap gibi
çeker içine güçsüzlük onu. Kendi korkusuna kalkıp kader der sonra, korkuyu
değiştirilmez bir gerçek, alnına yazılmış bir yazgı olarak görür.
Yeni bir aşkın düşüncesi bile titretir onu. Kalabalıktan
korktuğu kadar yalnızlıktan da korkar. Hayatın hiçbir haline dayanamaz
durumlara gelir. Sırtında yaşayamadığı hayatı, önünde yaşanacak günleriyle,
kendi geçmişiyle geleceği arasında sıkışır kalır artık.
Kendi duygularıyla kuşatılır; döndüğü her yanda bir düşman
gibi kendi duyguları çıkar karşısına. Şu yana dönse orada bir mutluluk vardır
ama o mutluluğu değil mutluluğun arkasında gölgesi sezilen acıyı görür. Bu yana
döndüğünde bir isyanın şevki vardır ama o isyanın çekiciliğini değil o isyan
için ödenecek bedelin ağırlığının fark eder. Beri yanında bir aşk bekler onu
ama o aşkın arkasından gelebilecek terk edilme ihtimaline diker gözlerini. Her
kıpırtıyla örselenebileceğinden çekindiği için kıpırdayamaz bile yerinden;
yaşama yaklaşabilmek için bir tek adım bile atmaya yetmez cesareti.
Ona sevinci gösterseniz; “ya sonra” diye sorar! Aşkı
gösterseniz, gene ayni sorudur onun aklini kurcalayan; “ya sonra”! Öfke, coşku,
dostluk, başkaldırı, direnme hep aynı soruyu sürükler peşinden; “ya
sonra”. Bilinmeyen bir “ya sonra” için bilinenlerin hepsini ıskalamayı
kabullenir. Ama ne garip, duygularından, yaşanacakların sonrasından korkanlar,
acıdan sakınanlar çeker en büyük acıyı. Yaşanmamış bütün duyguları zehirli
sarmaşıklar gibi boy atıp ruhlarına dolanır. “Sonrası umurumda bile değil”
deyip yaşamla kucak kucağa gelenlerden çok daha fazla yarayı yaşayamadıkları
için alırlar. Yakınıp dururlar; çektikleri acılardan söz ederler.
Acıyı da çekerler gerçekten ama acıdan korktukları için
bunca acıyı çektiklerini görmezler bir türlü. Yaşamanın cesaret istediğini fark
edemezler. Onun için çok az insan yaşar; çoğunluk yalnızca gününü kurtarır.
Yaşanmamış günlerin altında inleyen çaresiz bir köle gibi yitik bir hayatı
taşır güçsüz omuzlarında.
Kendi gerçeklerimiz, kendi duygularımızdır bizi böylesine
ürküten; çatal diliyle tıslayan bir yılan görmüş tavşan gibi kendi kendimizi
hareketsiz bırakan. Ve ne kadar çok korkarsanız, korkunuz o kadar artar. Ne
kadar yaşarsanız, cesaretiniz o ölçüde bilenir. Yaşayamıyorsanız eğer, bu
başkalarından dolayı değildir. Sizi güçsüzleştiren, sizi çaresizleştiren, sizi
isyanlardan alıkoyan, değiştiremeyeceklerinizi kabul etmenize engel olan,
değiştirebileceklerinizin üstüne gitmenize izin vermeyen, sizi yaşatmayan,
sizin kendi korkularınızdır.
Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını
bilmiyor.
Sanıyoruz ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz,
bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.
Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan
şikayetçi?
Çevremizde kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim
parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da
bulamıyordur.
Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım.
Hatta insanların eş ruhlarının oldu
ğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan
bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak
ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız
olmadığına da eminim… İşte bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla
yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi
kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz…
Aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir...
Gerçekte hız çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı
geçiyor ki, ne işe, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne
kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu
yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük.
Sevmeye bile vaktimiz yok bizim.
Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz.
Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor.
İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar
bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek
yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte!
Bence doğanın kara bir laneti. Biz ondan uzaklaştıkça, o da
bizden bütün zamanları çalıyor.
Milan Kundera “yavaşlık” adlı kitabında; “yavaşlık hep
aldatır,hızlılık ise unutturur” diyor. Telefon hızlılık mesela,
konuşulanları,söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep
hatırlatır. Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok.
Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip
ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık.
Aceleye ne gerek var?
Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü
hızlı ya da yavaş…
Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da. Ama
ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda…
Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun,
bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın
devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen
çok az.
Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “Yahu bu
ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?” Öte yanda iyilik isteyenler,
insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları
birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah
çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. kendisi
kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün,
vız geliyor.
Yine benden bu kadar, şimdilik sağlıcakla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder