22 Kasım 2014 Cumartesi

Yüreğimin Zarif Acısı


Ah şu Kız Kulesi'nin aklı olsa da Galata'ya varsa.
Öyle ya İstanbullu bir aşk bizim yaşadığımız;
Sakalları şiirle karışık, kitap kokan, rüzgarla konuşan adam...
Boynumda şal uçurtma olmuş, ayaklarımı yerden keser,
İlk şiirler söylenmeden yıllardır içimde büyür sevdan ile keder.
Gülümseyen hayaline bakıyorum penceremde;
Yıldızlara bulandım, sesinle huzurlu sözler bu gece.
Ses vermek için sana çırpınır bir haldeyim.
Bana sevdiğin kitaplarda altı çizili cümleler hediye et.
Ayrılık sözleri yakışmaz İstanbullu aşka,
Yüreğimin zarif acısı, seni bana getirdi dizelerle Cemal Süreya.
Demek ben Kız Kulesi, sen Galata; memnun oldum tanıştığıma.
İkimiz bi' masal yazacak olursak; sen de ben de çok yakışırız o masala. 
Biliniz, bekliyorum bayım... 
Bizim masalımızın başlayacağı o günü, 
Masalımızı başlatacağımız o günü bekliyorum; sabır ve dua ile.
Çünkü biz sevdiklerimizin üstünü her gece dua ile örteriz.
Sahi var mısınız bayım, benimle bir masal yazmaya?
İyi ki Geldiniz !
Yüreğimin zarif acısı.
Şimdi bu şehir, adınızın incesiyle gülümsüyor kuşlara,
Basıp geçtiğiniz yollar, dokunduğunuz duvarlar…
Her yer şarkı söylüyor.
Kimyası değişiyor gökteki yıldızların. 
Parlıyor aklımdaki kuyruklu uçurtmalar.
Şimdi her evin gölgesinde bir avuç su kalbim.
Yüzünü yıkıyor göçüp gitmiş babalar.
Ağzını uzatıp yudumluyor, terlemiş şen çocuklar. 
İyi ki geldiniz bak!
Şimdi bu şehir çocuk, 
Bu şehir baba, 

28 Ekim 2014 Salı

"Ne Okuyorum?"dan Kayıp Toprak

“Sersemletici güzellikte bir aile hikâyesi…”
Evet okuyanların genel yorumunu bu cümlede toplarsak sanırım yanılmış olmayız. Hollanda ve Belçika’da En İyi İlk Kitap Ödülü alan Türk Yazar Murat Işık, “Kayıp Toprak’’ adlı kitabında gerçekten sıcacık bir aile öyküsünü yansıtmış. Okuduğum her kitabı yazamasam da fırsat buldukça elimdeki kitapları sizlerle fikir olarak paylaşmaya devam ediyorum.
Kayıp Toprak adlı kitabı yine çok alakasız bir şekilde buldum. Kitapyurdu’nda aslında bir programı anlatan bilimsel bir kitap ararken reklamda çarptı gözüme. Yazarın adı bana çok tanıdık, hatta birebir aynı isimle tanıdığım farklı bir insan. “Acaba mı?” dedim ve şöyle bir araştırayım dedim bambaşka bişeyle karşılaştım. Hayat gerçekten serpiştirilmiş tavafuklardan ibaretmiş.
Yazarı araştırırken kitabın konusu dikkatimi çekti. Küçük bir çocuğun baş karakter oluşu da etkiledi doğrusu. Ben de bir de bunu okuyayım dedim.
2011 yılından beri 2050, St. Petersburg’ta Yasak Aşk, Günde Bir Doz Motivasyon gibi kitaplarla ses getiren Koton Kitap, ilk kez bir Türk yazarın romanını yayımlamanın heyecanını yaşıyor. Kitap daha çok yeni sayılır basım olarak. Hollanda ve Belçika’da “En İyi İlk Kitap Ödülü”nü alan Türk yazar Murat Işık’ın Kayıp Toprak isimli romanı Türkiye’de de okuruyla buluştu… Hayatın getirdiği bütün olumsuzluklara ve zorluklara rağmen bir arada kalmayı başaran bir ailenin sıcak hikâyesinin anlatıldığı kitap akıcı ve yalın anlatımıyla dikkat çekiyor.
1977 İzmir doğumlu olan Türk asıllı Hollandalı hukukçu Murat Işık’ın ilk romanı Kayıp Toprak (Verloren Grond) sonunda Koton Kitap etiketiyle Türk okurlarıyla da buluştu. Kısa süre içinde 7 baskı yapan romanı ile Belçika’da De Bronzen Uil ödülüne (Hollanda ve Belçika’nın en iyi ilk roman ödülü) layık görülen yazar Murat Işık romanında, çok yalın bir dille epik bir aile hikâyesi anlatıyor.
2008 yılında yazılmaya başlanan ve 4 yılda tamamlanan Kayıp Toprak, 2012 yılında Hollanda’da yayımlandı. Yazar Murat Işık’ın kısmen kendi aile tarihinden esinlenerek yazdığı Kayıp Toprak kısaca, Alevi Zaza köyü Sofyan’da başlayıp Ege’nin incisi İzmir’de son bulan, kimi kaderin savurduğu, kimi de kendi aldığı kararların darmadağın ettiği Uslu ailesinin destansı hikâyesi olarak betimlenebilir. Ayrıca hikâyenin belkemiği olan baba-oğul ilişkisi, dostluk, kayıplar, hayatta kalma mücadelesi ve umutla beslenmiş sürükleyici bir roman özelliği taşıyor. Kitabın yayın hakları Türkiye’de Koton Kitap’tan başka İsveç’te 2244 Publishers’a satıldı.
Kitabın kısa hikâyesi şöyle: Bir aile dramının anlatıldığı romanın kahramanı 13 yaşındaki Mehmet. Olaylar 60’lı yıllarda Muş çevresinde geçiyor. Kitap Mehmet’in yaylada dünyaya gelmesiyle başlar. Mehmet Uslu, Muş’un eskiden Ermeni köyü olan, daha sonra yoğun olarak Zazaların yaşadığı Sofyan’da Birinci Dünya Savaşı’nda bütün ailesini kaybetmiş yumuşak başlı, masal anlatıcısı, hayat dolu babası Selim, sivri dilli, baskın karakterli annesi Aşme, ağabeyi Yusuf ve kız kardeşi Elida ile yoksul, kendi halinde bir hayat sürmektedir. Babanın başına gelen vahim bir kaza ailenin yaşamını altüst eder. Uslu ailesinin hayatı bu önemli olaydan sonra tamamen değişir. Baba Selim artık iş yapamaz hale gelmiştir; doğduğu köy olan Hemgin’de babasından kalan toprağını işlemek için ailece oraya göç etmeyi tek çare olarak görür. Uslu ailesinin Hemgin’e gelişi muhtar dahil herkesi rahatsız eder, burada huzur bulmaktan ziyade hayatta kalma mücadelesi içine girerler. 1966 Varto depremi çevredeki bütün köyler gibi Hemgin’de de taş taş üstünde bırakmaz. Uslu ailesi ikinci önemli darbeyi de burada alır.
Kitap okumayı ve öyküler yazmayı çocukluğundan beri çok seven Murat Işık, ilk başta kısa öyküler yazmaya başladığını ve bazı öyküleri Hollanda dergilerinde yayımlanıp iki öyküsü de ödül alınca hep kafasında olan ilk romanını yazmaya başladığını söylemiş ve “Kitabımın Türk okuruyla buluşması en büyük hayalimdi. O yüzden çok heyecanlı, mutlu ve gururluyu,” demiş.
Hollanda edebiyat çevrelerinde büyük yankı uyandıran kitaba dört yıldız veren günlük gazete De Volkskrant, “Bir aile hikâyesi, sersemletici güzellikte” diye yazmış. Başta da dediğimiz gibi bu cümle tam anlamıyla bir özet içeriyor. Ayrıca kitabın piyasaya çıkmasıyla birlikte çeşitli gazete ve dergilerde, televizyon kanallarında yazarla yapılmış söyleşiler yayınlanmış. Bazı eleştirmenler ise Murat Işık’ın Hollanda edebiyatına yeni bir soluk getirdiğini söylüyor.
Kayıp Toprak, Ekim ayından itibaren bütün kitabevlerinde yerini aldı. 25 TL’ye satışa sunulan (alınan yere göre fiyatı da değişiklik gösteriyor), 360 sayfalık bu kitabı okumaktan büyük keyif alacaksınız.

26 Ekim 2014 Pazar

Ah'lar Ağacı


Yağmurlu bir İstanbul akşamıydı gözlerinin gözlerime değişi
Ve kardeşimi son görüşüm o yağmurun altında çocuk masumluğuyla dönerken.
Şimdi yollar uzun yollar aramızda dert.
Olsun.
Sonbahar yaprakları dökmekle mükellefti çocukluğumuz.
Evet şimdi gidiyorum.
Biliyorum ki bu yağmur ardımda bıraktıklarımın gözyaşı,
Bir de gözyaşlarım belli olmasın diye yağan üzerime.
Mutsuz yollar geçtim, saatler geçtikçe değişti tabelalar; 
Geçen her kilometrede katlandı mutsuzluğum.
Gidiyorum ama ne zaman çağırsan gelirim;
Hoşçakal lazım değil bu gidişe.
Şimdi uzarken yollar, değişirken tabelalar her saat başında,
Bir yaprak daha sallar gönül rüzgarım Ah'lar Ağacında.
Bilirim yağmur değmemiştir saçlarına,
Sonbahar rüzgarları savurmamıştır onları hiç.
Ben şimdi böyle kırk ikindi yağmurlarını beklerken
Seninle ıslanmak isterdim sağanaklarda.
Bilirim kuşlar kadar nazenin bir kalbin vardır senin;
Gökyüzü kadar ferah bir dinginlik yüzünde.
Hiç şiir yazılmamış hüzünlü gözlerinden alır güneş parlaklığını,
Dua eden çocuksu ellerin kimseye değmemiştir bilirim.
Ve derin bir "Ah" çekip altını çizdiğin şiirler değer bazen kalbine.
Uzun upuzun bir hikaye düşlersin, benim gibi, bilirim.
Sonra sen gelirsin aklıma;
Sonbahar yaprakları düşer Ah'lar Ağacıdan avuçlarıma,
Suskunluklar savurup coğrafyama
İçime dinginlik veren hülyalarımı düşünürüm.
Bilirim bulunduğun her şehir
Sen geçtiğin için dünyanın en kutlu beldesidir.
Ve ne zaman kesişir yollarımız bilemem.
Bildiğim bir şey varsa bayım;
Dualarım gün olur da kabul olursa,
Bu şehrin tarih kokan sokaklarının birinde
Seninle karşılaşmayı dilerim...

http://www.youtube.com/watch?v=jkhFHjFf-Jg

Dipsiz not: Hicri Yılbaşınızı kutlarım, gönlünüzce bi sene olur inşallah sevgili okur. Sağlıcakla...

6 Ekim 2014 Pazartesi

Ağlama Kardeşim: Batan Güneş Elbet Doğacak !

Bir de Filistin Meselesi var ya aklımızın odalarında,
Düşünmekten ağrır aklımın dişi.
Her köşesi bölük pörçük edilmiş şu yalan dünyada,
Kimlere kalmış adalet işi?
Ey kardeşim yüreğindir atan yüreğimde,
Senin gözyaşının acısıdır taşıdığım vücudumun her hücresinde.
Kansızların eline kalmış şu üç günlük dünyada,
Kimlere kalmış adalet işi?
Bir ana ağlar evladının soğuk yüzüne;
Baylar parça parça edilen insan eti o yeryüzünde!
Gelirken bize sorulmayan kuruşluk dünyaya,
Kimlere kalmış adalet işi?
Gelirken sormamış Hüda aciz insana dileğini,
En iyisiyle yaratmış tüm düzeni;
İnsan denen acizliğinden utanmadan atmış o düzene elini,
Kimlere kalmış adalet işi?
Yargılar olmuş kendi yaratmışçasına dini meshebi.
Sağı solu yetmemiş birde katmış kavgaya aleviyi sünniyi.
Kim seçmiş de gelmiş dünyaya dinini meshebini?
Kimlere kalmış adalet işi?
Müslüman bilmez olmuş kardeşinin derdini,
Düşman ilan etmiş kendine önceleri dost bildiğini;
Sonra sırf bir inat uğruna yakmış tüm gemileri.
Kimlere kalmış adalet işi?
İnsanlar ölüyor diri diri ve film gibi izliyor diğerleri tüm olanı biteni,
Yanarken Filistin kapatmış kapısını evinin Müslüman dahi.
Ölen can kardeşken görmemek tüm bu eziyeti,
Kimlere kalmış adalet işi?
Çalıkuşu neylesin de yazsın içindekileri?
Kırbaçtan geçirse düzene girmez kelimeleri,
Yüreğinde taşıdığı Filistinli bir ananın feryadı.
Sorarım Ey Müslüman kimlere kalmış adalet işi?
Nasıl bi dönemden geçmiş bu ülke; tarihinde hep karanlık dar sokaklar?
Filistinse bir yaradır yüreğimde; olduğu yerde sessizce durur kanar.
Ey benim can kardeşim unutma;
Hak şerleri hayr eyler, zannetme ki gayr eyler.
Nefes alan her canlı nasıl yaşıyorsa senin de yaşamak hakkındır bu topraklarda.

http://www.youtube.com/watch?v=0kQOVCWyyUI

Dipsiz not: Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden, Buyrut'un toprağından, Bosna'nın bayrağından, Gazze'nin gözyaşından, Türkmenistan'ın alnından öpüyorum. Geniş sofraların kurulduğu, birlik ve beraberliğin unutulmadığı, evinizden- gönlünüzden huzurun eksik olmadığı, bol neşeli, şeker tadında, gönlünüzce bir bayram dilerim tüm sevdiklerinizle. Tüm İslam Aleminin Kurban Bayramı mübarek olsun.

6 Eylül 2014 Cumartesi

Ve Bir Mevsimdir Eylül Başlı Başına

 Sokak bomboş ve olabildiğine karanlıktı... Etrafta yaprak hışırtısı ve topuk sesimden başka yaşam belirtisi duyulmuyordu... Hissediyordum... Geliyordu... Usulca yanaştı, yanağımı okşadı, saçlarımı savurdu... Ardından koluma girdi ve beraber yürümeye başladık... Evet, âşık olmuştum... Adı; Rüzgâr’dı.
Yine bir Eylül rüzgârı… Ben iyi tanırım bu rüzgârı esişinden; bu sonbaharın gelişi…
Merhaba Eylül. Merhaba sonbahar. Merhaba ceketlerim, ince hırkalarım. Merhaba huzur bulduğum yağmurlar. Islak sokaklar mevsimi başladı yine tüm güzelliğiyle.
Bambaşka bir sabaha açmıştım gözlerimi ya bu sabah ya da öyle bişeylerdi, bilmiyorum. Eylül bende başka sanki. Yine İstanbul Hanımefendisi gibi arz-ı endam ederken yeryüzüne kirpiklerime takıldı gözyaşları ve saçlarıma dolaştı rüzgârı…
Şimdi mevsim Eylül! Ancak bir mevsimin gücü yeter çünkü olanlara. Eylül başlı başına bir mevsim; Eylül Mevsimi! Tabi Eylül Mevsimi Sezen Aksu getirir, ya da bana öyle gelir; bilmiyorum… 
Bi' kitap yazsaydım adını Eylül Mevsimi koyar Eylül’ü anlatırdım. Bi' efsanedir aslında Eylül de… Soğuk kış akşamları nefesinizi görebildiğiniz kadar gerçek aynı zamanda. Ne ironik bir durum… Bu ironi biz ölene kadar devam eder; bu ironi, yetmiş yaşında bir kelebek düşlemek gibi, ömrünü o kelebeğe bağlamak gibi… Eylül biraz hüzün, biraz da ölüm gibi…
Buralarda hava birkaç gündür bozdu artık. Kocaman gri bulutların istilasına uğradık. Tam da sonbahara adım atarken kışın soğukluğunu hissediyoruz. Artık akşamları ince pike yetmiyor. Eylül, en sarı hâliyle usul usul kapımı tıklatıp, bir misafir tedirginliğiyle konuk oluyor satırlarıma. Buğulu camın önüne çektiği masasında en duygusal şiirlerini yazıyor. Yeni sözcükler keşfediyor satır aralarında.
An itibari ile Eylül mevsim! Koskoca 12 ay bıraktık geride geçen Eylül’den beri. Eylül de biz de birer yıl yaşlandık tabi. Ne çok şey gördük bu yıl… Yıkımlar, gidişler, dönmeyişler, vedalar, katliamlar, yürek burkulmaları, yürek sızıları… Şimdi Eylülde doğayla yavaş yavaş sararmanın vakti; vakit içimizde biriken ya da birikmiş tüm zehirleri atma vakti, vakit bir akşam vakti bahçede, balkonda, çardakta son günlerimizi yaşarken bir bardak çay ile eylüle teslim olma vakti…
Yazın güneşinden kamaşmış hayalleri daha gerçekçi görünüyor gözüne. Yaz hayallerimiz rafa kaldırıldı. Fotoğraflarda yaşıyoruz denizi, güneşi, kumu, pikniği, eğlenceyi. Şimdi ateş önü sohbetleri zamanı artık. Onun da tadı ayrı tabi ama yine de yaz gibi hayaller kurdurmuyor ki insana.
Göçmen kuşlar güneye yönelmişken, yağmur tadında bir müzik açıyor. İşte yeni bir mevsime başlarken günlerimiz yine hızlıca akıveriyor uzaklarda.
Korkuyorum…
Korkma. Korktukça yollar azalmıyor. Korktukça insanlar kavuşmuyor birbirine. Gözünün gördüğüne değil okuduğun iki satırda yahut dinlediğin bir şarkıda aklına gelene aittir gönlün. Ve bu durum yıllar geçse de değişmez. Sanki asırlardan geri sayıyorum seni. En sakin, en manidar, en kimsesiz sesimle adını çağırıyorum. Adın tüm anlamlarından sıyrılıyor sonra… Ah adın… Adın bir duaya yaraşacak kadar temiz, piyanodan dökülen en bulunmaz ezgi, dolunayın geceye kattığı ışık kadar berrak adın…
Bir cümleyi bitirmek değil istediğim bazen nokta ile virgül ile yeniden yeniden yazmak istiyorum adını kâğıda. Ne kadar tekrar etsem yetmiyor. Öyle ki ne kadar çok kelime söylesem seni anlatırken o derece adının saflığını kirletiyor mürekkep.
Güneş yüzüne değerse diye kalbim kırılıyor, ah bir ses aşina olsa kulağına… Dizlerimiz yara bere içinde, düşlere düşüp düşüp çıkıyoruz. Şimdi ben gidiyorum; ama ne zaman çağırırsan gelirim, nereye çağırırsan gelirim… Hem uzakta olmak yüz yüze gelememek değildir ya, biliyorum ki ben seni arıyorsam sen de beni arıyorsun… Korkmuyorum aramaktan yorulursam diye, “çünkü yeniden buluşacağımızı biliyorum ilahi bir ebediyette…”
Tesadüflerin gücüne inanırım, kelimelerin gücüne inandığım gibi. Filmlerden etkilenmek gibi, kitaplardan, insanlardan, şehirlerden, ilkyazdan, yollardan etkilenmek gibi bir huyum vardır. Bazen öyle bir an olur ki hayatta, belki dünyayı değil ama senin dünyanı değiştirir.
Sana yazmadığım zamanlarda kelimelerle arama yıllar giriyor.  İnce bir yolun sonunda yalnız kalıyorum. Her şeye alışılırdı, kelimelerden uzak kalmaya, ait olduğum şehirden ayrı olmaya, ege sahillerinde geceyi sabah edememeye bile alışılırdı, bilseydim ki gözümü kapattığımda seninle aynı rüyayı göreceğim. Bilseydim ki göl evinin önündeki iskelede boylu boyunca uzanıp sesinden en güzel bölümleri dinleyeceğim, en sevdiğim kitaplardan…
Bu sonbahar zamanlarında en çok istediğim şey kahvemi yudumlayıp böyle renkli ve pufidik bir koltukta birkaç sayfa kitap okumak hem de en sürükleyicisinden... Pencereden gelen esinti, okumakta olduğum kitabın sayfalarını hafiften kıpırdatınca, başımı kaldırıp dedim: "Şükür Rabbim, bu huzurlu an için"
Sonra sıcak ve mis kokulu yemekler yapmak, mis gibi tarhana örneğin, ya da fırından yeni çıkmış kek, kahvemin yanında. Belki biraz örgü örsem diyorum en renklilerini yanıma alıp. İyiden iyiye kış moduna giriyorum artık. Kışı da güzel ve umutla karşılamak lazım tabi ki bize küsmesin diye. Küstüğü zamanlarda en kötü tarafını bize dönüp olabildiğince yalnız bırakıyor insanı ve üşütüyor üşütebildiği kadar. Onu güzel şiirlerle, yumuşak battaniyelerle, kalın çoraplarla karşılamak gerekiyor, kendisine uygun bir törenle…Zaten bir ölüm vefalı bir de sonbahar.
Bir de nedense kışın özlemlerim de artıyor soğukların artması gibi. Daha çok hasret kalıyorum memleketime, aileme, arkadaşlarıma. Kalın pofuduk battaniyemi özlüyorum. Raflar dolusu kitaplarımı ve yumuşak dokulu olanları bir de en resimli olanlarını. Zaten hikâyeler okumak da çok istiyorum bu sıralar. Fransızcamı ilerletmek için minik hikâyeler buldum onlara başlayacağım yakında. Kışlık kıyafetlerimi de özlemişim aslında. Çaktırmadan beni izliyorlar gibi geliyor. Örme hırkalarım atkılarım daha bir yumuş yumuş geldiler bugün gözüme. Sahi sonbahar iyi ki var.
Hayatın nereye gideceğini bilmemek çok huzurlu değil mi? Hangi yola döneceğini, hangi okula gideceğini bilmemekten, hangi insana senden bir şey vereceğini bilmemekten bahsetmiyorum. Ama ben mesela babamı dinlemeseydim, eğer Konya’ya gitmeseydim, orda bişeyler için çaba sarf etmeseydim, otobüsü kaçırsaydım, gelmeden birkaç gün önce yaşadığım ruh haline yenilip kararımı değiştirseydim hayatım nasıl olurdu? Hangi şehirde olurdum, hangi insanları tanırdım? Bunu bilmiyorum. Bir şey bilmemek ne derece huzurlu olur diye sorsalar, pek düşünmezdim bile. Ne saçma soru derdim. Meğer gün gibi aydınlıkmış…
Islak sokaklar mevsimidir Eylül. Islak sokaklar mevsiminde ıslanmış yüzler hep yere bakar, müziğe ve bir bardak çaya sığınır insan… Bu mevsimde vitrinleri az sulu rakı gibidir bu şehrin, her adımın yalnızlığa uzanır. Yalnızlık… Olsun o da güzel; nasıl olsa her yolun sonu çıkmıyor mu yalnızlığa, yalnız insanlar sokağına?
Kahveler dert yüklenir bu mevsim, çayları daha bir demli.
Geçen sene Eylül farklı bi' şehir getirmişti bana; bu sene Eylül yarı İstanbul, yarı Konya… “Bu iki sene iki farklı şehir getiren Eylül seneye başka ülkeler getirir mi acep?” diyorum kendi kendime.
Kimbilir gelecek Eylül nelere gebe?
Ve ben sonbahardan bir kadın, kalbim eylülden; saçlarımda sararan yapraklar ve çisil çisil yağmurlar, gözlerinde dumanlar ve uzaklar… Ben şimdiki Eylülü yaşamayı seçiyorum şimdilik, benim için Eylül yılbaşı sanki her şeyi akışına bırakmaya söz veriyorum bir kez daha, kendime bunu sık sık yaparım.
Tüm bunlar arasında kahvem bitiyor ve hesabı ödeyip çıkıyorum. Yol beni bekliyor bıraktığım yerde. Yağmuru da bıraktığım yerden alıp bıraktığım yerden başlatıyorum yeniden müziğimi... 
Unutmayın; yollar bitmez, şarkılar bitmez, yağmur bitmez, akıldakiler bitmez… Şimdi Eylülün tadını çıkarmak mesele malum önümüz kış, habercidir Eylül, kışın habercisi. Oturakları, sokakları, ağaçları karlar örtmeden tadını çıkartmak gerek. Çabuk geçer Eylül ve bu mevsim, sonra bir bakmışsınız her yer "kar" olmuş.
Ben Kız Kulesi olurum, sen Galata. İkimiz bi' masal yazacak olursak, bil ki sen de ben de çok yakışırız o masala. Biliniz, bekliyorum bayım... Bizim masalımızın başlayacağı o günü, masalımızı başlatacağımız o günü bekliyorum; sabır ve dua ile...
Keyifli Eylüller herkese, mutlu Eylüller... Sağlıcakla Eylülcüler… Mutlu kalasuz !


26 Ağustos 2014 Salı

Karadeniz'in Diğer Yarısı: Batum


 Hopa’yla Batum komşu şehirler. Aklıma geldi Pazar günü, kalktık uzun zamandır aklımızda olan planımızı gerçekleştirdik en sevdiklerimle; baktık ki gerçek olacağı yok hadi dedik, yakınlığından dolayı ve vakit azlığından günübirlik gidiverdik. :) Vaktiniz olduğunda gidin gezin. Pişman olmazsınız.
Karadeniz'in doğu kıyısında bulunan ve Sovyetler'in etkisinden halen tamamen kurtulamamış, yavaş yavaş toparlanıp yeniden yapılanmakta olan şehri görmek için oldukça heyecanlıyız. Burası kumarın serbest olması ve Karadenizli Türkler tarafından çokça tercih edilmesi nedeni ile Laz Vegas diye de anılıyor. Gürcistan Türklerden vize talep etmiyor, hatta sınır kapısından 15 TL'ye seyahat formu alarak pasaportsuz sadece kimlikle geçiş de mümkün. Tabi Batum'da otelde kalınacaksa kayıt işlemi için pasaport mutlaka gerekli bunu unutmamakta fayda var.
Batum'da havaalanı bulunduğu için İstanbul'dan direk uçuşla Batum'a ulaşmak mümkün. Ancak Hopa’da bulunduğumuzdan ve Batum hemen Hopa-Sarp sınırında bulunduğundan otobüsle Batum'a geçmeye karar veriyoruz. Ayrıca Trabzon'da otogardan büyük firmalar dahil birçok otobüs firması Hopa'ya Sarp sınır kapısına kadar gidiyor, Batum ise Sarp sınır kapısının hemen öbür yanı. Elbette kendi özel aracınızla geçmeniz de mümkün; tek şart arabanız için de 1 kişilik ücret(15 TL) daha vermeniz.
Sınır kapısına geldiğimizde de orada ineceğimizi, sınırı kendimiz geçtikten sonra başka ulaşım aracı ile devam etmemiz gerektiğini söylüyorlar. Otogarda Batum'a gitmeyi vaat eden firmalara inanmayın, onlar sınırı geçseler bile yaya geçmek daha uzun süre aldığı için yaya geçen yolcuları diğer tarafta beklemiyorlar.
Unutmadan Batum Hopa arası 38 km Hopa Sarp arası 18km Sarp Batum arası da 20km olarak bölünebilir. Sarp sınır kapısına vardığınızda 15TL'ye bir belge alıyorsunuz buna yurtdışı çıkış mührü vuruyorlar ve 10 dk içinde yürüyerek Gürcistan tarafına geçmiş oluyorsunuz. Daha önceden yürüyerek sınırdan geçmediyseniz ilginç bir tecrübe bir kaç yüz metre yürüdüğünüzde dil alfabe para birimi herşey bin anda değişiyor.
Sınır kapılarında sabahlara kadar beklemeler dünde kalmış. Gürcü pasaport kontrol noktasında hiçbir zorluk yaşamadık. İlk kez bu sınır kapısından geçenlerin bilgisayara kayıt işlemleri biraz uzuyor. Onun haricinde her şey yolunda gitti. Eğer yaya geçiyorsanız sıra beklemezsiniz her iki tarafta da işlemleriniz 5dk sürüyor ve 10dk içinde diğer tarafa geçmiş oluyorsunuz. Araba ile geçiyorsanız biraz sıra oluyor.
Gürcistan tarafına geçtiğinizde iki aslında üç opsiyonunuz var Batum'a gitmek için. Sınır kapısının diğer tarafında Batum şehir merkezine giden otobüs, dolmuş ve taksiler bulunuyor. Minibüse binebilirsiniz fiyatı 1Lari. Gürcistan para birimi Lari isim olarak da değer olarak da bizim paraya çok yakın. 9 Lari 10TL ediyor bizim paradan biraz daha değerli. Minibüsün dışında daha hızlı olmasını istiyorsanız taksiler var 20Lari veya Türk tarafından geçen bir arabaya otostop çekip Batum’a gidebilirsiniz. Biz minibüsle gittik ve yaklaşık yarım saat içinde Batum'daydık. Burada ayrıca birkaç döviz bürosu da bulunuyor ancak fiyatlar şehir merkezine göre biraz pahalı. Unutmadan Hopa’dan Batum’a geçmek, Batum'a kesinlikle Batum bileti almaktan daha karlı.
Yol Hopa’dan(merkezden) 40-45 dakika. Ama eğer otobüs Trabzon’dan harekete başlamışsa Trabzon-Hopa arası bütün ilçelerde dolmuş gibi durup yolcu alıp-yolcu indirdiği için, yol 3-3,5 saate uzuyabiliyor. Neyse ki yol boyunca bir tarafımızda Karadenizi, bir tarafımızda yemyeşil doğayı izlerken zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Yani içiniz rahat olsun yolda sıkılmıyorsunuz. Ha “belki” derseniz yine de çantanızda bi kitap bulundurmanızı tavsiye edebiliriz sanırım. 
Batum ile Türkiye saat dilimi arasında 1 saat fark var, üstüne Türkiye kış saati uygulamasına geçince aradaki fark 2 saat çıkıyor. Varır varmaz enerjimiz yerine gelsin diyeönce bi kahve diyoruz ve önümüze gelen ilk cafeye giriyoruz.

Biz belirttiğimiz gibi yakınlığından dolayı ve vakit azlığından günübirlik gidiverdik. Gidip birkaç günlük bi kaçamak yapmak isteyenler için hemen bi konaklama paragrafı açalım: 


Batum'da Radisson ve Sheraton gibi çok sayıda büyük otellerin yanında çok sayıda küçük ve düşük bütçeli otel de bulunuyor. Duyumlarımıza göre tavsiye isterseniz; eski şehir bölgesinin içinde kalan Hotel O. Gallogre isimli otel iyimiş diye duyduk. Otelin yeri, temizliği ve verilen hizmet dikkate alındığında fiyat oldukça uygunmuş (3 gece çift kişilik oda kahvaltı dahil 450 Lari).

Kahvenin ardından planımız 19. yüzyılda inşa edilmiş şehrin en büyük ve ünlü Virgin Mary Katedralini gezmek. Bu kilisenin taşlarının yapıldığı malzeme nedeni ile her mevsime göre renginin değiştiği söyleniyor.


  
Kiliseyi gezdikten sonra rotamızı Dünya'nın 2. en büyüğü olan Batum botanik bahçesine çeviriyoruz. Şehrin 15 km dışında bulunan ve taksi ile 20 Lari'ye ulaşmak mümkün olan bahçenin 2 kapısı bulunuyor. 1880 yılında 111 hektarlık alana kurulan botanik bahçede bir kapıdan girilip diğerinden çıkıldığında Kafkasya, Uzak Asya, Yeni Zelanda, Güney Amerika, Himalayalar, Meksika ve Avustralya gibi bir çok coğrafyanın bitkileri görülebiliyor. Gezdiğimiz mevsim nedeni ile hiç çiçek yok, çeşit gül içerdiği ifade edilen gül bahçesinden eser yok (ya da biz bulamıyoruz). Parkın bence en önemli özelliği yamaca kurulmuş olması ve aşağıya bakıldığında muhteşem bir Karadeniz manzarası görülmesi. Güneşli ve temiz havada parkta yürümek çok iyi geliyor.


Botanik bahçeden sonra kahvaltıdan beri bir şey yiyemediğimiz için ilk işimiz bir taksiye atlayıp şehir merkezinden birkaç kilometre uzakta olan Megrul Lazuri  isimli restorana gitmek oluyor. Gürcü usulu bir iki çeşit dana etli yemek, sulguni peynirli mantar, cevizli patlıcan, sulguni peynirinin kullanıldığı sıcak peynirli bir çeşit ara sıcak, rus salatası (Olivier salad olarak geçiyor) ve adı haçapuri olan yöresel bir çeşit pideden sipariş ediyoruz. Yemekler çok lezzetli. Yöresel yemekler konusunda bu restoranı kesinlikle tavsiye ederiz.
  
 Bu arada Megrul Lazuri ile şehir merkezi arası taksi ile 10 Lari aklınızda bulunsun. Taksinin bu kadar ucuz olmasının nedeni benzinin fiyatı (2.3 TL). Taksi yol üstünde bir benzinciye girip 5 Lari'ye 2 litre benzin alıp yola devam ediyor. Taksiler ile ilgili eklemek istediğim diğer nokta ise neredeyse hepsinin eski model Mercedes olması ve garip bir şekilde hepsinin ön camlarının mutlaka kırık olması.

Megrul Lazuri dönüşü yolda yeni yapılmış ve bembeyaz ışıklarla donatılmış bir bina dikkatimizi çekiyor. Binanın opera binası olduğunu öğreniyoruz. Eski şehir bölgesinde inip sokakları gezmeye başlıyoruz. Evlerin bir kısmı yenilenmiş, bir kısmı ise inanılmaz derecede eski, ancak gece sarı ışıkların altında hepsi oldukça güzel görünüyor. Sahile inene kadar az katlı binaların yer aldığı arnavut kaldırımlı sokaklarda geziyoruz. Burada saatli kule ve Venedik'teki San Marco meydanına benzeyen aynı zamanda şehrin etkinlik meydanı olan Piazza meydanı yer alıyor. 

Batum yalnızca Acara Özerk Cumhuriyeti'nin değil, fakirliğin içinden yükselen gösterişli zengin binaları ile tezatlıkların da başkenti diyebilirim. Ancak Avrupa ve Amerika'dan şehre akan destek fonları ile şehrin 5 yıl içinde tamamen farklı bir surete kavuşacağı kesin. Taksi şoförlerinden biri ile sohbet ederken şehrin 10 sene içinde 40 yıllık gelişme gösterdiğini söylemişti, sanırım bu hız düşünülürse 5 yıl içinde Avrupa şehirlerinden bir farkı kalmaz. Bu nedenle gerçek Batum'u görmek isteyenlere hemen gitmelerini tavsiye ederim.

Batum genelde açıkhava mekanları ile ünlü bir yer. Bir diğer ünlü meydan ise elinde altın postu tutan Medea heykel'nin bulunduğu Hera Meydanı. Altın Post efsanesi Yunan mitolojisine dayanır, zenginliği ve iktidarı simgeleyen postun adıdır ve efsane içinde savaş, aşk ve ihaneti barındırmaktadır. Heykel aynı zamanda yüksekliği sayesinde şehirde gezenler için bir nevi yer tayin etme aracı oluyor.   

             
Sonra havanın güzelliğinin tadını daha fazla çıkarmak için Batum Bulvarı'na gidiyoruz. 5 kilometrelik plajın üzerinde çok sayıda tesis bulunuyor, yazın buraların cıvıl cıvıl olacağını hayal etmek hiç de zor değil. Ayrıca plajın hemen yanında çok güzel bir yürüme yolu  yer alıyor, plajı boydan boya kaplayan heykeller ise çok ayrı bir hava katmış. Velhasıl gezmekten, yüzmekten plajda zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz.







Hera Meydanı'nın hemen önünde plaja paralel olarak Batum'un en ünlü ve geniş caddesi olan (üzerinde mağaza ve kafeleri barındıran) Rustavelli Caddesi yer alıyor. Caddenin üzerinde sahil tarafında Sovyetler'den kalma ghetto tarzı birbirinin aynısı binalar, bunların arkasında ise son derece tezat bir görüntü sergileyen Radisson Blu oteli ve diğer yeni yüksek binaların inşaatları yer alıyor. 
Radisson'un hemen önündeki Miracle Park içinde yer alan Alphabet Tower, Dönme Dolap, Ali-Nino Heykeli ile ünlü. 130 metre yüksekliğinde üzerinde Gürcü alfabesi bulunan Alphabet Tower bütün ihtişamı ile dikiliyor. Binanın tepesinde güzel manzaralı bir restoran var.

 Dev gibi bir dönme dolap mevcut ve binmenizi tavsiye ediyoruz.. Denizin hemen yanında heykeltıraş Tamara Kvesitadze'nin eseri olan Azeri genç Ali ve Gürcü kızı  Nino arasındaki aşkı anlatan heykel yer alıyor. Metalden yapılmış 7 metre yüksekliğindeki heykeller her 10 dakikada bir hareket ederek birbirleri ile iç içe geçiyor. Batum Bulvarı'nda yer alan diğer heykeller de genelde aşk temalı ve çok romantik bir atmosfer yaratıyor.
   
Akşam yemeği için Rustavelli caddesi üzerinde bulunan White Restaurant'a geçiyoruz. Burası laz yemekleri servis edilen ve laz sahibi nedeni ile tamamen ters olarak inşa edilmiş bir restoran. İnternette burası ters restoran olarak geçiyor ve daha önce Türkiye'de basında bu şekilde yer almış. Dış mekanda bol bol fotoğraf çektirip içeri geçiyoruz. Herkesin restoranın mimarisini görmesini tavsiye ederim ancak yemekler konusunda aynısını söyleyemeyeceğim.

Şehir de hayat hiç durmuyor adeta. Gece ile gündüzün hiç bir farkı yok. Hatta insanları için vardiyeli işçi örneğini verirsek sanırım yanlış olmaz. 






Dönüşümüz gelişimize göre çok daha hızlı oluyor. Neyse Sarp'tan tekrar yürüyerek Türk tarafına geçtik fazla vaktimiz kalmadığı için Batum'dan bindiğimiz minibüsü beklemeden taksiyle Hopa'ya geldik. Biraz karışık gidiş gelişimiz ama kesinlikle tavsiye ederim. Batum çok ucuz ve güzel bir yer. 
Böylelikle kulaklığımızda Resul Dindar eşliğinde Batum'u geride bırakıyoruz. Sağlıcakla.


25 Ağustos 2014 Pazartesi

"Ne Okuyorum?"dan Beyoğlu'nun En Güzel Abisi


İstediğim kadar işim gücüm olsun, vaktim dar olsun, bir kitabı sayfa sayısına bağlı olarak en fazla 5 gün içerisinde bitiriyorsam, o kitap benim için güzel bir kitaptır. Gelelim Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'ne, bu kitapta da bizi tanıdık karakterler; Başkomser Nevzat, Ali ve Zeynep komiserler karşılıyor. Mekan Tarlabaşı, Tarlabaşı'nda bir ceset; Engin, Engin'i öldürmüş olma ihtimali bulunan ve suçu birbirlerine atan cinayet zanlıları.
Beyoğlunun en güzel abisidir bizce Ahmet Ümit Abimiz; yine şahane bir kitap kaleme almış. Adına da “Beyoğlunun En Güzel Abisi” demiş. Ahmet Ümit'in, Komiser Nevzat maceralarının yeni halkası “Beyoğlu'nun En Güzel Abisi” raflarda. Yazar, romanında, Tarlabaşı’ndan hareketle Türkiye’nin yakın geçmişi ve bugününde bir yolculuğa çıkarıyor okurları.
Gelelim Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'ne, bu kitapta da bizi tanıdık karakterler; Başkomser Nevzat, Ali ve Zeynep komiserler karşılıyor. Mekan Tarlabaşı, Tarlabaşı'nda bir ceset; Engin, Engin'i öldürmüş olma ihtimali bulunan ve suçu birbirlerine atan cinayet zanlıları.
Ahmet Ümit'in son kitabı Beyoğlu'nun En Güzel Abisini pazar akşamüzeri aldım, pazartesi sabahtan öğlene kadar okudum, bugün yani salı günü devam ettim ve saat 14.13 iken 412 sayfalık bu kitap bitti. Demek ki kitap benim için hakikaten güzelmiş. Nedir kitabı beğenme kriterim? Sanırım öncelikli olarak kitabın anlatım biçimi ve dili beni etkiliyor.
Her Ahmet Ümit kitabında olduğu gibi katili ararken, romanın alt metninden bir şeyler öğreniyoruz. Alt metinde bu seferki konumuz Tarlabaşı'nın tarihi. Bu kitaptan önce orada ne yaşandığını, üzülerek söylemeliyim ki, bilmiyordum. İstanbul'u pek bilmem ama Tarlabaşı'nın nasıl kötü bir semt olduğunu hep duyardım. Tarlabaşı'nın neden bu durumda olduğunu Ahmet Ümit sayesinde öğrenmiş oldum. Ve Gezi Parkı'nın bence romana işlenmesi gayet güzel olmuş, olayların ne tarafında olursak olalım, orada müthiş bir kenetlenmenin yaşandığını ve uygulanan yanlış politikalarla polisin halka nasıl düşmanmış gibi gösterildiğini maalesef şahit olduk. Ahmet Ümit'te bunları romanının alt metninde kullanmış. Açıkçası beni hiç rahatsız etmedi. Farklı görüşleri okumak ufku genişletir ne de olsa.
Aynı zamanda 6-7 Eylül olaylarına değinmiş olması beni mutlu da etti. Özellikle o günlere tutulan bi ışık gibi gösterebileğimiz için çok hoş olmuş. Türklerle Rumların o günlerdeki dostluklarının da anlatılması hoş tablolar canlandırdı gözümde. Aynı zamanda içimde de bi burukluk oluşturmadı desem yalan olur. Rumlara yapılan o muamele gözümde canlanınca üzüldüm açıkçası. Allah affetsin.
Genelde Ahmet Ümit okuyanların çoğu, katili çok kolay tahmin ettiğini belirtir ve bu yüzden kitaptan zevk almadığını söyler. Ben böyle düşünenlerden değilim. Katili ararken öğrendiklerim benim için de yeterli. Belki de bu yüzden seviyorumdur Ahmet Ümit'i.
Ahmet Ümit okumaya, daha doğrusu, Ahmet Ümit'in içinde Başkomser Nevzat olan kitaplarını okumaya yazım sırasıyla başlamak gerekir diye düşünüyorum. Bence bir Kavim'i okumadan İstanbul Hatırası'nı okumak kesinlikle kitaptan alınacak zevki düşürecektir. Başkomser Nevzat kitapları yayınlanma sırasıyla şu şekildedir; Şeytan Ayrıntıda Gizlidir - Kavim - İstanbul Hatırası - Sultanı Öldürmek - Beyoğlu'nun En Güzel Abisi. Bir de henüz okumadığım üç adet çizgi romanı mevcuttur; Çiçekçinin Ölümü, Tapınak Fahişeleri ve Davulcu Davut'u kim öldürdü.
 Yazımı özetlemek gerekirse; Ahmet Ümit ve romanın baş karakteri Nevzat'ı çok sevdiğimden Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'ni okurken oldukça keyif aldım ve Ahmet Ümit'e başlangıç kitabı olarak değil de, daha önce Ahmet Ümit okumuş olanlar için mutlaka önereceğim bir kitap.
Altı Çizilesi
“Tanrı’dan rol çalmak… Birini öldürmenin anlamı budur.”
“Aşk dünyanın en iyi mazeretiydi.”
“Sessizlik, soğuktan daha keskin, adeta katılaşmış bir sessizlik karşılardı beni. Oysa biliyordum, eşyaların suskunluğuna gizlenmişti fısıltılar. Fırsatını bulur bulmaz kulaklarıma dolmaya başlayacaktı, ölülerinizin asla yok olmayan kederi.”
“Bütün mesele uyanıklıkla uyku arasındaki o süreyi kısaltmaktaydı.”
“Bir acı sinsice sokulur gibi oldu kalbime, boğazımda o tanıdık düğümlenme… Genç bir ölünün kara gözleri umutsuzca yanıp söndü belleğimde.”
“Vefasızlıktan değil, vakit yokluğundan.”
“Şeytanlar cirit atar kumarbazların zihninde.”
“Cinayetlerin eğitici bi tarafı olsa da ölüm her zaman trajikti.”
“Genç arkadaşlarımızı daha iyi yetiştirmek için polis akademisine mutlaka bir vicdan ya da empati dersi konulması gerekiyordu.”
“Bir kez daha anlamıştık ki bir ülkede otoriter bir yönetim varsa ilk kaybeden polis teşkilatı olurdu.”
“Şiddeti kullanarak ideal bir toplum yaratamazsın.”
"İnsan yaşadığı yere benzer" demişti bir şair. Hukukumuz da yaşadığımız yerler gibiydi, eskimiş, işlevini yitirmiş, çürümeye terk edilmiş, yıkılmak üzere...
“Bu ülkede canlı cansız her şey satılık. Paran varsa her şeyi satın alabilirsin, elbette en başta da insanları. Doktorları, hakimleri, savcıları, polisleri... Bu ülkenin sorunu ahlaksızlık, şeref yoksunluğu, onur kaybı...”
“ Kaybetmiş insanları, kazananlardan daha yakın bulurum kendime.”

Kitabın tanıtımından:
Yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet... Tarlabaşının arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedi. Öldürülmüş erkeklerin en yakışıklısı, belki de en kötüsü. Karanlık sırların ortaya çıkardığı utanç verici bir gerçek. Gururlarının kurbanı olmuş erkekler, onların hayatlarını yaşamak zorunda olan kadınlar. Bu cinayetler yatağında, bu kötülükler bahçesinde, bu insan eti satılan can pazarında masumiyetini korumaya çalışan bir adam. Bir zamanlar İstanbulun en gözde yeri olan Beyoğlunun hazin hikâyesi.
Karanlık... Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın çığlıkları, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana avrat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke...
Nereye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, habire sıkıyor. "Kadınlar," diyor bir ses zihninin derinliklerinden... "Kadınlar, onlarla oynayamazsın... Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun." Hayatına giren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer birer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün... Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. "Kadınlar," diyor o ses yine, "Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder."
Son olarak kitaptan aklımda önemle yer eden bir cümle ve yine kitaptan bir şarkıyla bitirelim:
“Hayat, yaşadıklarımızdan çok hayal ettiklerimiz değil mi zaten?”