30 Temmuz 2013 Salı

"Ne Okuyorum?"dan Korkma Ben Varım

 
Ruhi Mücerret ve Dublörün Dilemması’ndan sonra ilk işim bu kitaba başlamak oldu. Murat Menteş’in bu iki kitabını henüz okumamış iseniz hem çok şanlı hem de çok şanssızsınız.
Şanslısınız çünkü; hayatınızın ilerleyen günlerinde okuyabileceğiniz muhteşem iki kitap sizi bekliyor; şanssızsınız çünkü; bu kitaplardaki edebiyatı, benzetmeleri, türkçenin gücünü, kelimelerin oyununu henüz göremediniz.
Romanın kurgusu herkesin hoşuna gitmeyebilir. Kurgudansa ben cümlelerin aklımda bıraktığı lezzeti sevdim zaten. Olayı ikinci plana koyup, karakterleri zihnimde canlandırarak ve kitabı kapattıktan sonra etrafımda onları arayacağımı hissederek okudum kitapları. Kahramanlarına verdiği isimlere takılabilir [Müntekim Gıcırbey  vb], tarzınızın dışında hissedebilirsiniz ama eminim siz de yazarın boş zamanlarında ansiklopedi okuduğunu hissedeceksiniz benim gibi. Bir de bölüm başlarında okuyucuya hediye ettiği vecizeleri seveceğinizi umuyorum...
Korkma Ben Varım'a, Uykusuz çizeri Ersin Karabulut'un çizimleriyle katkıda bulunduğunu belirteyim. Hem kapağı çizmiş, hem de romandaki bir bölümü.
Murat Menteş; kesinlikle okunması gereken bir yazar, bence o Türkiye için, özellikle de neredeyse ayda bir kitap yazıp bununla övüneneler için çok güzel bir örnek. Kitaplarını neden uzun dönemlerde çıkardığını zaten okurken anlayacaksınız. Emek var kitaplarında bu o kadar net görünüyor ki.
Kitaptaki kahramanların birkaçının isimlerine bakın..
Fuat Atıf Tufa, Hayati Tehlike, Müntekim Gıcırbey, Atom Bombacıyan, Şebnem Şibumi, Abidin Dandini, Gerçek Tehlike, Neptün Petunya…
Kitabımız birbirine bağlanan beş hayatı konu ediniyor bu dünyadan ahirete göç etmek üzere olan bir mafya liderinin yerini Şahitlik mertebesine yeni ulaşmış olan Hayati Tehlike'ye bırakacağını öğrenen Abidin Dandini bunu hazmedemez ve Hayati Tehlike hakkında sabredip detaylı biraraştırma yaptırdıktan sonra onun hakkında ki en küçük detayları bile öğrenir ve kusursuz bir plan yapar.Bu planın harekete geçirmesi ile birlikte bu  beş hayat birbirine hem tesadüflerin sayesinde hemde Abidin Dandini'nin yaptığı plan sayesinde birbirine  bağlanmış  olur ve geri dönülemez olaylar silsilesi başlar...
Korkma Ben Varım bir kere adı ile sizi kendisine çekiyor ki bence insanların kendilerini güven altında hissetmedikleri zaman karşısındakinden duymayı isteyeceği en güzel cümledir heralde...Kitabın her başlığının altında bulunan yazarlardan yapılan alıntılar bir kere başlı başına okunmaya ve altlarının çizilmesine değer nitelikteler. Ayrıca dediğim gibi karakterlerin isimleri de çok eğlenceli bence ki kitapta çok fazla karakter olduğundan bu isimler aklınızda daha kolay kalabiliyor zira ben bazen kitaplarda ki  karakter isimlerini aklımda tutamayıp unuturum ama Murat Menteş'in iki kitabında da böyle bir sorun ile karşılaşmadım çok mutlu oldum. Ayrıca okuması da çok rahat yazarımızın kalemi çok rahat hiç sıkılımıyorsunuz yani.Bu kadar övdükten sonra okuyun diyeceğimi sanırım tahmin ettiniz. Okuyun pişman olmazsınız.
Arka kapakta da söylendiği gibi;
“Öldürdüğüm insanlarla iyi arkadaş
olacağımızı düşünmüşümdür hep.”
Dublörün Dilemması’nın yazarından komik, hızlı, şoke edici bir roman daha.
Gönül İşleri Bakanlığı’nda basın müşaviri dövüş ustası Fu.
Başkalarının intikamını alarak hayatını kazanan Gıcırbey.
Tarih öğretmeni dilber Şebnem Şibumi.
Padişah yorganları satıcısı Enver Paşa.
Dul gangster Hayati Tehlike.
Mr. Spock, Abdülcabbar, Ruhiye Hanım, papağan Huduni, cin Jajha, Atom Bombacıyan, Uçan Kız, Abidin Dandini, Leyla Kalahari ve diğerleri…
Korkma Ben Varım’ın her sayfası sürprizlerle dolu.
Aşk, dostluk, intikam, yalnızlık ve şiddetin ustaca harmanlandığı roman, olağanüstü bir enerji saçıyor.
“Bu kitap karnaval sırasında başgösteren bir bombardımana benziyor.”
Kitapta altını çizdiğim yerlerden birkaçını paylaşmak istiyorum.
”Bu kitapta anlatılan olayların hepsi gerçektir, fakat hiçbiri henüz cereyan etmemiştir.” Giriş cümlesi.
''Katmerli zakkumalrın üzerine tükürdükten sonra....(EDUARDO MENDOZA)
....katillere özgü kendini beğenmişlikle çekti silahını...(DANİEL PENNAC)
.....ve şarjörü boşaltıncaya kadar ateş etti.(AMELİE NOTHOMB)''
”Aşk insanın sadece psikolojisini ve kimyasını değil; tarihini, müziğini, coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini, beslenme çantasının içindekileri, hayat bilgisini de değiştiriyor.” syf:14
”Ruhuma yayılan esenlik, gönlümü sarmalayan vecd, içimi kaplayan huşu, gözlerimi koruyan aynalı gözlük ve dizlerime inen bermuda şort ile; ense yaparak ıssızlığa mukayyet olan bir korkuluk; kurumaya bırakılmış, kilden bir heykel; ipini koparmış bir kukla gibiydim.” syf:21
”Öylesine kibardılar ki, yüzlerindeki kar maskeleri bir tebessüm kalıbı, ellerindeki otomatik silahlar iyilik perisinin sihirli değneği gibi gözüküyordu gözüme.” syf:35
”İkizini idam eden bir cellat gibi, şeytan görmüş bir keçi yavrusu gibi, kıyametten sağ kurtulmuş bir deli gibi ağlıyordum.” syf:40
”İyi ile kötü, günah ile sevap, helal ile haram, doğru ile yanlış, ümit ile korku, ödül ile ceza, cennet ile cehennem arasındaydık.” syf:42
''Cesaret hem bir soru,hem de bir muammadır.Yalın haliyle bir mana taşımaz.Cesurca bir davranış,ancak metanet,itimam,basiret gibi dayanaklar sayesinde gerçekleşebilir.”  Syf:57'
”Sesi, şekerli ılık süt olup ahizeden lıkır lıkır akıyor kulağıma.” syf:57
”Ebemkuşağı, yani eleğimsağma, yani kavs-i kuzah, yan, alaimisema, yani gökkuşağı!” syf:62
''Herkes kendi kaybettiğini kendi arasın.Bu arayışta diğerleri sadece arayanın neyi kaybettiğini hatırlatabilirler.Bunu nimet bilmeli.Senin noksanını tasvir edenşer,senden birşey gasp etmiş olmaz...Bazı kayıplarımız,bizden başka şeyler de alır götürür.Terk edilince umudunun bir kısmı da yiter mesela.Mağlubiyet,özgüven ve azimden pay kapar.Başarı ve ödül,tevazuyu tırtıklar...''Syf:75
”Cahil için her şey kötü güçler tarafından korunan sırlardır. Alim için sırlar, hayatın manasını pekiştirir.” syf:94
”-Cinayet işlemiyoruz malesef.
 -Ne yapıyorsunuz peki? Tükürüp kaçıyor musunuz?” syf:114
'' Bir bebek doğdu mu,bir baba da doğar.Babalık,bitmeyen bir acemilik.Bir hayat kurtarmak için bir ömür harcarsınız.Öte yandan,baba olmak,tekrarlana tekrarlana görenek haline gelen hataları üstlenmek gibi bir şey..'' Syf:163
”Bir bebek doğdu mu, bir baba da doğar. Babalık, bitmeyen bir acemilik.” syf:163
''Bu gidişle yokluğunun gürültüsünden sağır olacağım'' Syf:297
''Seni unutma fikri bile,sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde.” Syf:298
''Senden kaçıs varsa bile kurtuluş yok..'' Syf:298
Yazacaklarım uzadıkça uzayacak siz en iyisi gidin kitabı alın…
Teşekkürler Murat Menteş.
  

Edebiyat-ı Çay

 
Biz neden çayı şekersiz içeriz bilir misin? Neden süslü, porselen fincanlarda değil de ince belli cam bardakta? Çay kaşığın sesini neden bizden duyamazsın? Yanına neden pasta-kek değil de limon isteriz? Neden lüks, pahalı cafelerde değil de sahil kenarında, salaş çay bahçelerinde otururuz?
Biz çayı şekersiz içeriz. Dostun muhabbeti, gülümsemesi tatlandırır yüreğimizi. İnce belli bardakta içeriz. Sıkıca kavrayıp hissederiz o çayın vereceği hazzı, lezzeti. Sohbetin koyuluğunu bölmesin diye duyulmaz bizden kaşık sesi. Limon isteriz yanına. Açsın diye muhabbet yolu enfeksiyonumuzu, alsın acımızı, içimizdeki o malum derdi. Bir tek semaver isteriz.  Gerek yok cebe-cüzdana, yeter bize gönlümüzün zenginliği.
Çay kullanımının Türkiye’de uzun bir geçmişinin olması, Türklerin kendi çay kültürlerini yaratıp geliştirmelerini sağlamıştır. Çay yalnızca evlerde değil, çayhanelerde, çay bahçelerinde, kıraathane ve kahvehanelerde de içilmiştir. Zamanla, Türkiye’de çay kullanımı giderek kahve kullanımının önüne geçmiştir. Bugün ise, ülkemizde çay, sudan sonra en çok tüketilen içecektir. Bu durum doğal olarak zengin bir çay kültürünün oluşmasına yol açmıştır.
Çay, türkülere, manilere, bilmecelere, tekerlemelere girmiş, şiirlerde, hikâyelerde, romanlarda çaydan söz edilmiş, ressamlar çay kültürünü işleyen resimler yapmışlar, karikatüristler çayla ilgili karikatürler çizmişlerdir.
Kültürümüzde ve edebiyatımızda bambaşka yeri olan çay! Bir bardağına kendimizi koyverdiğimiz, rengine ne adlar, tadına ne oh'lar ithaf ettiğimiz bildiğimiz şu bizim çay...
"Çayın edebiyatı mı olur?" demeyin. Çaysız edebiyat olur mu? Olmaz olur mu! Ama olmaz olsun... Tabi bazılarına göre de “edebiyat karın doyurmaz çay içirir”. O zaman “edebiyatçılar nasıl para kazanıyor edebiyattan?” diye de sorarlar adama.
Bir bardak çay belki de kendini ifade edebilme yöntemidir. Söylemek isteyipte söyleyemediklerini yudumlar insan. Şairin dediği gibi; “biz de "özledim" diyemeyiz, oturur bir çay daha içeriz. Hatta severiz, söyleyemeyiz, bir çay daha içeriz. Utanırız ağlayamayız, bir çay daha içeriz. Başımız ağrır, bir çay daha içeriz. Gönlümüz kırılır bir çay daha içeriz. Üzülürüz, seviniriz vesaire.”
Her zaman “ÇAY”dır bizim yegâne yârenimiz.
Şimdi diyeceksiniz ki; “Çay edebiyatı vardır da neden kahve edebiyatı yoktur? Çaydaki sır nedir?”
Çay kültürümüzde dostluk emaresidir. Dostluk diyince akla muhabbet gelir. Çay geçmişten günümüze en çok tamah edilen ikram türüdür aynı zamanda. Misafirin evimize adım atmasıyla birlikte çay suyu da düşer ocağa. Çay ikram eden bi insandan zarar gelmez. Kötülük yapamaz o. Elleri ayakları titrer. Çay gibi dumanı başından tüter. Nasıl ki başın ağrıdığında çaresi envai çeşit ağrı kesici ise; aklın ağrıdığında, gönlün ağrıdığında yegâne çaresidir çay.
Çay sevdadır.
Bir fincan kahvenin de 40 yıl hatırı vardır, derler. Edebiyata gerek var mı? Onun da edebiyatı var, kahve yalnızların dostudur vs diye. Çayın kahvenin önüne geçme sebeplerinden ilki iki bardaktan fazla içilebilmesi. Çay muhabbettir, dostluk, sevgi, aile, aşk vesairedir. Nihayetinde kahve de çayın samimiyeti bulunmaz bence, rahatlığı ve lezzeti de. Aslında her ikisinin yeri ayrı fakat çay edebiyatı daha gerçekçi, daha bizden. Denildiği gibi; çayın kalabalıkla, muhabbetle, insanlarla arası daha iyidir, kahve yalnızlık ister.
Çay dediğimizin usulü üçtür usta. Çay; üç şeyde yapılır; ateş, semaver, demlik. Üç şeyde ikram edilir; çay tepsisi, çay tabağı, çay bardağı. Çayın birçok dilde karşılığı üç harftir! Bir de çay, ‘üç’ün olduğu yerde içilir! Bir sen, bir seni yaradan, bir de seni seven.
Edebiyatımızda da geniş bir yer bulmuştur kendine çay. Biz inanan çocuklar, efkârlanınca çay içiyoruz. "Çay bulaşıcıdır, efkâr da." Diye açıklıyor Bekir Erdoğan.
Bizim insanımız birdir. Aşağı yukarı hepsi aynı dertten muzdarıbiz. Şairlerimiz, üstatlarımız da bizler gibi. Bundandır çaya yazılan şiirler, çaya atılan türküler, çaya söylenen maniler. Ve bazen çay; Umutsuzlukları yeniden demleyip, umuda varmaktır. Şairin de dediği gibi: "Çay içiyorsanız bitmemiş bir şeyler vardır." Demlenmiş çay gibisi yoktur… Çünkü demlenmiş çay samimiyettir. Hadi tüm sevdiklerimize çay demleyelim…
Edebıyatımızda çaya yüklenen birçok anlam yazılmıştır. Mustafa Duman’ın bir kitabı var mesela; Çay Kitabı. Okumanızı tavsiye ederim. Orda incelikleriyle anlatılmış çay.  Örneğin, Ahmet Yesevî’den günümüze kadar uzanan bir gelenekte çay şifadır. Çayın hazırlandığı suyu ısıtan semaver de şifa ağıtıcı olarak görülür. Yalnızca sohbetlerde değil, mevlitlerde, hamam çıkışlarında insanları rahatlatmak için semaver kaynatılır ve çay verilir.
Semaver bir şifahaneye, dertlilere şifa veren bir manevî çeşmeye benzetilir. Semaver sohbetlerinde üç ana unsur; saki, gazelhan ve muhibbandır. Bu sohbetlerde çaya “küçük derviş” denir. Semaverin ise bağrı ateşte yanar. Musluğundan akan sular ve çaylar, yaşlar, kanlı yaşlardır. Sohbetlerde küçük çay bardakları kullanılır ve sessizliğin bozulmaması için çay kaşığı kullanılmaz, çaylar sert şekerle kıtlama olarak içilir. Sessizlik içinde yudumlanan çay (mey) insanı başka âlemlere taşır. Semaverli çay sohbetlerini çok seven Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi semaver hakkında şöyle der:
“Semaver yar u yaranıyla hazır
Çiçek altında teşrifine nazır
Zaman hoştur, zemin hoştur, mekân hoş
Bu hoş demde hoş olup gel misafir”
Nakşibendî sohbetlerinde semaver kaynarken ilâhîler okunur. Semaver sanki bir darüşşifadır. Ondan verilen çayla ve sohbetin manevî havasıyla insanlar manevî coşkuya kapılır, ruhları ferahlar.
Tekkelerde çay demlemek bir sanattır. Onların adabı da daha başkadır. Şimdi burada girmeyelim o başka bir yazı konusu olur. İlerde inşallah. 
Çay demlenmesi gereken bir varlıktır.Çayıdemi bizim derdimizin miktarı, yüreğimizin sıcaklığıdır. Bir dizede; "Sen bir çay demle sıcacık; ben ellerimi, yüzümü, gönlümü, bütün soğuk kalmış yanlarımı alıp geleyim." diye geçiyor çayın demlenmesinin anlamı. Sallama çay yapılan evlerde mutsuz insanlar yazar diyor bir Üstadım.   Mesela ne diyor Nazan Bekiroğlu; “'Çayın miktarına en uygun su miktarını kestirebildiğin de sen de çay da demlenmişsin demektir."
Ey Allah'ın kulları, tamam çay için, namaz kılın ama isim vererek dua edin. Bilmez misiniz çayın derdi muhabbettir. Eskilerin dediği gibi “Es sohbet-ü bila çay, kes sema-i bila Ay.” Yani “Çaysız sohbet aysız gökyüzü gibidir”. Çay içmek kendinin padişahı olmaktır. Çay'ı israf etmeyiniz, sonra Çay'pılırsınız vallahi. Allah hepinizin ömrüne demlikler dolusu çayı şenlendirecek muhabbetli insanlar nasip etsin.
Ağır ağır ölür; yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, gönlünde incelik barındırmayanlar, hiç çay içmeyenler… Bazı beklenenler vardır hayatın her deminde. Gelince onlar heybesinde şiir olsun. Çay kokusu olsun. Utangaç ama değdiği yeri aydınlatan gözleri olsun. Gerisi boş. Öyle ya gidenleri beklerken yapacak bişey yok; yine özler, yine bekleriz. Çay içer, kitap okur, namaz kılar, dua ederiz. Hem çay içmek sadece ‘çay içmek’ değildir. Mesela içerken düşündüğün gözler vardır. “Benim çay bardağımda senin gözlerin olur.” diyor Sezai Karakoç. Ya da mesela Alper Gencer "İçemediğimiz çayın şiiridir yazdığımız. İçtiğimiz çay ise yazamadığımız şiirin tesellisidir…" sözüyle anlatmış çayda gizlediklerini. Yahut yine çay-göz ilişkisini “Dudak payı çay bardağında bırakılan dudak payı kadar bile uzak kalamam gözlerine...” diye sergiliyor Sunay Akın.
Bu ve bunun gibi birçok dizemizde geçerken duygularımıza tercüman oluyor çay. Mesela aşağıda hemen diziyorum örneklerinden birkaçını; size keyifli okumalar. Sağlıcakla, çaydaninsanlara selam olsun…
“Masada çay bardakları ve ellerin olsun yeter”- Tarık Tufan
“İki çay söylemiştik orda, biri açık, keşke yalnız bunun için sevseydim seni” - Cemal Süreya
 “Ve oturdu mu bir masaya, hakkını verir çay içmenin.” - Cahit Zarifoğlu
”Biz, çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da severiz.” - Oğuz Atay
“Doldur ki nûş edeyim safi şekerli çayı. Her dertlere devadır tebdil eder havayı”- Haydar Efendi
“Haydi iç de çay koyayım.”- (Ah Muhsin Ünlü )
“Ve hala ince belli bardakta içilen çay tüm felsefe, poetika ve kuramların üstündedir. Çay duyguların sıvı halidir.” -Bekir Erdoğan
“Ama bu kente gelirsen unutma beni ara, sana bir çay ve temiz yaralar ısmarlarım.” -Osman Konuk
“Bizim içtiğimiz çay da çaydır. Çarpık dudaklı ezik gözlü allı mavili çaylar. Vadilerden renkli yağmurlar gibi gelir. İçtiğimiz çay.” -Sezai Karakoç
“Çayın rengi ne güzel. Sabah sabah, açık havada! Hava ne kadar güzel! Oğlan çocuk ne kadar güzel! Çay ne kadar güzel!”- Orhan Veli Kanık
“Çay içiyoruz; mutlu bir sessizlik içinde.” -Cevat Çapan
“Günün aydın, akşamın iyi olsun” diyen biri olmalı. Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda. Yoksa, zor değil, hiç zor değil. Demli çayı bardakta karıştırıp, bir başına yudumlamak doyasıya. Ama; “Çaya kaç şeker alırsın?” diye soran bir ses olmalı ya ara sıra…” -Can Yücel
“Biriniz birkaç yıldız taksın gökyüzüne, biriniz çay hazırlasın, biriniz akşam olsun.” -Mevlâna İdris Zengin
“Basit yaşayacaksın basit. Sanki bir gün yaşamın sona erecekmiş gibi basit. Çay, Simit ve Peynirle.”- Nazım Hikmet Ran
“Çekti ayakları kahveye vardı. Açtı tabakasın, sigara sardı. Daldı. Neden sonra garsonu gördü; ‘Çay’ dedi, yutkundu, eğdi başını.” -Abdurrahim Karakoç

 “Ömür bir çay içimi kadar zaten.” -Umay Umay
“Şimdi ölsek; en fazla kahvede çaylar soğur.” - Yılmaz Odabaşı
“Soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm.” - Nevzat Çelik

“Yazsam okusam, okusam yazsam, biri devamlı çay verse bana.” - Ömer Lütfi Mete
Hıncım bana kalsın gayrı sen yalnızlığımı götür. Bana çay demlemeyi öğret; elimi yüzümü yıkamayı, ağzıma rakı koydurma. -Ahmet Oktay
“Çay içiyordu. Sıkılıyordu. Hamamda şarkılar söylüyordu görüntüm. İşbaşı yapıyordu çalıntı zamanlarda.” -Altay Öktem
“Bütün gün kahvede oturdum yedek kulübesinde ve bir kardeşim saf dışı kalsın diye çay söyledim kahveden.” -İbrahim Tenekeci
“Seni çay içerken izlemek, seni çay doldururken, seni demlerken çayı; kimseler inanmasa da düpedüz sevap.” -Alper Gencer
“Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir, Judy Garland gibi çay. Kan gibi çay.” -Sezai Karakoç
“Çaycı getir ilaç kokulu çaydan. Dakika düşelim senelik paydan.” -Necip Fazıl Kısakürek
“Biraz çay soğuklarda. Ne kadar acı şu dünya” - Behçet Necatigil
“Bir bardak demli çay burukluğu gibi kalsın, gecenin ve sabahın tadı yaşasın anılarımızda.” -Ahmet Telli
“Her gülümseyişinde tüm ülkeye çay ısmarlayayım, seninleyken bir yudum çay zenginleştirilmiş uranyum gibi enerji veriyor bana Şebnem.” -Murat Menteş
“Çay henüz her şey bitmedi demektir.” -Cezmi Ersöz
“Çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de. Duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle…” -Turgut Uyar
“Aşkınla demlenmiş sıcak bir çay içmeliyim. Küfürler saçıp etrafa, belalara bulaştırmalıyım ağrılı başımı. Yokluğuna alışmamalıyım.” -Tarık Tufan
“Bir çay yalnızlığı emirgân’dan öteye değdikçe ısındığı yaldızlı bardağın.” -Attila İlhan
“Adın üç kere geçti saçma sapan bir filmde. Yalnız olsam çok ağlardım ama annem bakıyordu. Otoban dolusu gürültüyü sıkıştırıp beynime. ‘Anne’ dedim, ‘hadi çay koy da içelim.’… “ -Ali Lidar

  

29 Temmuz 2013 Pazartesi

İkinci Çoğul Şahısa

Çok sevdiğim bi şiirin düzenlemesini yeniden yaptım pek değiştirmeden. İkinci tekile yazılan şiiri ikinci çoğul yaptım iki yabancı için. Keyifli okumalar.. Sağlıcakla dostlar..

"Sizi seviyordum bayım ve sizin haberiniz yoktu.
Saçlarınızı izliyordum uzaktan;
Kulağınızın arkasına düşüşü ve gözleriniz herkesten başkaydı işte.
Güldüğünüz zaman yukarıya bakardınız;
Yukarı kalkan başınız ve gülen gözleriniz vardı.
Ne güzeldiler..

Siz bilmiyordununuz efendim; ben sizi seviyordum..
Kalbime sığmıyordu aklımdan geçenler;
Duvarlara, vitrin camlarına, kaldırımlara çarpıyordu.
Geri dönüyordu çoğalarak.
Sizin sesinizi duyduğum masalarda erteliyordum her şeyi.
Her şeyi erteleyişim oluyordunuz;
Kalp ağrısı oluyordunuz..

Birlikte soluduğumuz sokak isimleri oluyordu.
Mevsimler değişiyor ve büyüyordum.
Dönemeçler geçiriyor, köprüler göze alıyor,
Ve bazen, tekin olmayan suların üzerinden atlıyorduk.

Cesurduk!
Ufuk çizgisi maviydi, günbatımı hep turuncu,
Ve kırmızıydı bütün karanfiller!

Ben sizi seviyordum âzizim, siz bilmiyordunuz..
Sevinçlerim oluyordunuz ara sıra;
Siz hiç bilmiyordunuz.

Sonra herhangi biri oldunuz;
Bütün sevinçlerim bittikten sonra.
Yağmurlar yağdı serin haziran akşamları, derken birgün uzaktan gördüm sizi.
Saçlarınız bana inat, başınız her şeye meydan okuyarak işte yine aynı!
Kalbimi acıttınız, her zamanki gibi.
Değiştik sanıyordum; ve siz yine bilmiyordunuz.

Şimdi bunları anlatsa size birileri;
Kimbilir..

Yada boşverin siz hiç bilmeyin en iyisi…"

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Bindokuzyüzyetmiş Sandığı

 Beşiktaş'a gidip sahilde bir banka otursam, bir bıçak fırlatsam boğazın sularına İstanbul'un boğazını kesmiş sayılır mıyım? Ya da seni alıp boğaza atsam İstanbul'un boğazına takılır mısın ki? Öksürür mü İstanbul? Peki kış böyle devam ederse İstanbul'un boğazları şişer mi?
Her neyse...
Bu şiirimsiyi sana ilaç olsun diye yazdım. Günde 3 kere yemekten sonra aç karna oku. Hiçbir halta yaramıyor...
Yağmur soslu bir dilim güneş. 4 yanımda dört duvar. Çepeçevre orman her yanlarım, çok büyük. Öyle büyük ki, nerden baksan seni ilk sevdiğim günden  bugüne kadar...
Biraz tozlu bugün ayakkaplarım. Dört yanımda 4 duvar. Tütün havası, kitap kokusu, masada çürümüş bir çiçek ve ben varım. Masa da bir bardak sıcak çay ve ellerin olsa bana bütün bir ömür yeter.
Bir de terkedilmişliklerim  var benim. Sevilmemiş, üzülmüş, unutulmuş, ağlatılmış; liklerim, lüklerim, luklarım ve lıklarım. Bir sürüler, kumbaramın içinde. Gelmeyeceğini bilirim bilmesine de yine de beklerim.
Rüzgar eser, tuz kokar, martı sesi ısırır kulaklarımı, İstanbul öper yanaklarımı; kız kulesi saplanır böğrüme. Sonra uyanırım, çay suyunu koyar, fırından sıcacık simit alır gelirim; kahvaltıya seni beklerim. Ama gelmeyeceğini bilirim.
Benim mizacım böyle...
Vapurlar geçiyor beynimden. Dolabın en naftalinli yerinde unutulmuş bir hırkanın hüznü var bu gece. Cevabını hiç kimsenin merak etmediği bir bilmece gibi işte... Vapurlar geçiyor beynimden. Koca bir çekiç beni yer yüzüne çakıyor, doğduğum günden beri mezarıma çakılıyorum.
Şarkıcısını bir türlü anımsayamadığın bir şarkı olup aklına takılıyorum. Dilinin ucundayım. Elinde avucunda.Bindokuzyüzyetmiş kokan bir sandığın dibindeyim, bir dokunsan yüzüm yetmiş yerinden pare...
Bu ne karanlık bir gece. Gökyüzü öksürürken boğazına kaçmış yıldızlar. Bir arap ülkesinde bileğini kesmiş bir ece, eski bir hançerin pası sızlar. Vatansızlar ateş yakmış bir çölde, içkileri özgürlüğü mayalarken bedende, hilal düşmüş üstlerine, durmamışlar.
Gözleri olmayan çocuklar mutluluk çığlıkları atarken, bir yetişkin benliğini başkasına satarken "höt" demiş çocuklara, duymamışlar. Büyük bir ağaç kan ağlarken tek başına, bir yol kenarında, dallarında insan bedenleri sallanırken; Sormuşlar: Nedir bu ölülerin günahı? Yapraklarına mektup yazmış:
Herkes efendiye uymuş, onlar uymamışlar...
Gülümsemeni sevdim. Simsiyah gözlerini değil, gözlerinle anlattığın masalları sevdim. Tenini değil, kokunu sevdim. Sen pencereden dışarıyı izlerken yağan yağmuru sevdim mesela.Sevdim işte ne bileyim...
Sürekli yanıbaşımda olmana rağmen aslında hiç var olmadığın gerçeğini sevdim.
Varlığına hasretimden yokluğunu sevdim hep.

Herkesin hayatına bir gün bir cemre düşer ve bahar başlar...

Kafamdaki Trenler


 İnsan hayatın getirdiklerini yaşar seçimsiz. Sahi hayat da hiçbir zaman getirmiyor değil istenileni. Aslında mevzu elindekilerle yetinmekte mi?
Anlamıyorum intihar edenleri, ya da etmeyi düşünenleri; yaşamadan ölmeyi nasıl kendinize yedirebiliyorsunuz ki? Ölmek kolay mı bu kadar yada pes etmek. Bu Pes oynarken daha ilk dakikalarda yediğin 4 golden sonra ikinci yarıyı beklemeden yenilgiyi kabul edip oyunu kapatmaya benziyor. Yada sohbetin başında sıkıldığında sonunu beklemeden çayını hızlı hızlı yudumlayıp biran evvel masadan kalkıp gitmeyi bekleyen kadını.
Evet böyledir kadınlar. Adamların söylediklerinin nereye gittiklerini düşünmezler bazen. Hayal et hadi:
Bir adam ve bir kadın bir masada oturuyorlar. Adam çok seviyor kadını. Ve onu oraya içindekileri söylemek için çağırmış. Kadında seviyor adamı ama kızgın bi türlü adamdan beklediği sözleri duyamadığı için.
Adamlar böyledir. Yaşları ne olursa olsun sevdiği kadının karşısında çocuklaşırlar. Ne diyeceklerini unuturlar saçmalarlar. Onlardan hiç beklenmeyecek hareketler yaparlar farkında olmadan. Lafa nasıl gireceklerini bir türlü bilemezler mesela. Sonra aynı anda konuşmaya başlamalar..
Adam belki 1 saat öncesinden gelmiş bekliyor kadını. Ve kadın ufukta beliriyor sonunda. Masaya oturduğunda çaylar geliyor.
Çay henüz her şey bitmedi demektir ondan adamın illa çay demesi.
Adam konuşmaya başlayamıyor bir türlü. Saçmalıyor havadan sudan. Kadının aklından bugün bu işin bitmesi geçiyor. Eğer bugünde olmazsa tren bileti hazır binip gidecek akşamına bu şehirden sevdiği adamı geride bırakıp. Adam saçmalamaya devam ediyor. Aklının her hücresi hadi artık başla diyor ama nafile. Elleri titriyor adamın masanın altında.
Derken 1 saat geçiyor böyle adam söyleyeceklerini söyleyemiyor. Kadın artık üçüncü bardak çayın gelmesiyle yeterliyor kafasında. Sahi bu –yor eki ne tuhaf bir ek. Hep hayatımızın yönünde bizimle oynuyor. Kadın bu bardak bitecek ve artık bu masadan kalkıp gideceğimleri uçuşturuyor kafasında adamın ona bu masada bi bardak çay bir senin ellerin olsun bütün ömrümü geçiririm diyeceğini demek istediğini bilmeden.
Gerisi üç nokta. Siz kurun devamını kafanızda. Sevgisinden saçmalayan bir adam ve beklemekten tükenmiş bir kadın akşama trende olacak. Sizce ne olur bu hikayenin gerisi? Hayatlarınıza uydurup tamamlayın şimdi…
Nedir düşünceniz? Oğuz Atay gibi "Biz çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da severiz..." sözü mü yoksa? Ya da gülen gözler mi karşılıklı?
Tren sesleri mi kulaklarınızdaki?
Bu esnada intihar etmek için denize bakan bir adamın gözlerinden süzülüyor kendine bile itiraf edemediği iki damla yaş. Hayat tuhaf.
Başka bir yerde ellerinde çiçeklerle sevgilisine giden bir adamı terk etmeyi düşünüyor sevgilisi o buluşmada. Sahi insanlar neden terk eder?
Neden bir arada yaşamak zor gelir? Ya da neden hayatımızda tutamayacağımız insanları alırız hayatımıza?
Bu kadar basit midir ki bi anda tüm kurulan hayalleri cam parçacıklarına ayırıp çöpe atmak arkasından kırdığımız uğrunda annemizden azar işiteceğimizi bilirken? İnsanlar tuhaf doğrusu.
Trende, geniş koltuğumda başımı cama yaslamış gecenin içinde, yarı uykulu, karanlıkta belli belirsiz yollara, evlere, ağaçlara bakarken bir an, "hep böyle yolda olabilirim" dedim, durmaksızın yol alabilirim, bir kentten diğerine , bu yollar, yabancı bir dilin, şehrin kelimeleri, insanları, evleri, sokakları arasında, çan sesleri, tramvaylar, oteller, bavullar, havaalanları, otobüsler, trenler, kahve için uğranan kafeler, sırt çantam ve fotoğraf makinamla, böyle yaşayabilirim. O an sanki dünya avucumun içindeydi, sanki dünya kalbimle birlikte atıyordu, ben durunca o da durup bekliyordu, sanki dünyaları sığdırabilirdim kendime, sanki ben sonra küçücüktüm, hatta yoktum da dünya vardı, biz dönüyorduk, ben dönüyordum, en sonra ben eve dönüyordum, insanın uzun bir yolculuktan eve dönmesi de ne güzeldi.
Aslında çok severim ben otobüs yolculuğunu da.. Kulağımda müzik, hızlı geçip giden yol ışıkları, farklı şehirlerin görüntüleri havaları.. Hele gece yolculuğundaki kuş uykuları yok mu, hafif çalan müzik ara ara uyandırır insanı..
Bir tren sesi hayal edin ama siz şimdi. Kimileri için ayrılığın sesi kimileri için kavuşmanın ümidi… Trenler yine de düşünmenin en ideal yeri. Sahi siz hiç trene bindiğiniz mi?

http://www.youtube.com/watch?v=k8Kt6AZS8KQ

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Cemre Düşer ve Bahar Başlar

 
Şimdi yine küçük bir hikâye anlatacağım sizlere; nerden uydurduğumu bilmeden aklımın köşelerinden çıkıp giden. Öyle ya insan hayatın getirdiklerini yaşar.
Birinin gitmesi gerekir bazen. Hiç istemezsin ama bu olmak zorundadır. Yağmur yağar. Bulutlar yüzünü asar ama olacak olan şeyleri değiştirmez hiçbir gözyaşı. Bir deniz kenarında bulduğun mutluluğu, bir tren istasyonunda uğurlarsın sonra. İçten içe kızarsın ona, “Gitme!” dersin. “Gitme, lanet olsun gitme! Uzakları getireyim senin ayaklarına ama sen gitme!”
Bir, iki, iç, dört, beş, altı… Dedim ve başladı oyun, akıllarınızın hayal sahnesinde.
Sahilde, boğazın hemen kenarında denizi izliyordu adam. Yaşaması için gerekli olan umutlarını düşürmüştü cebinden. Uyumaya çalıştığı her gece göz kapaklarından cam kırıkları dökülüyordu. Ne bir işi vardı artık, ne bir arkadaşı, ne de bir umudu. Pamuk şekerin aslında pamuktan yapılmadığını öğrenince bütün hayalleri yıkılan küçük bir çocuk gibi yıkılmıştı dünyası. Küsmüştü her şeye, dalgaları izliyordu. Vapurları, kıyıda âlem yapan sandalları izliyordu. Rüzgâr bile kar etmiyordu artık ona. Ayakları yavaş yavaş denize yaklaşıyor, yanaklarından kendisine itiraf etmek istemediği yaşlar süzülüyordu. Her şeyin bittiğini sandığı noktada her şeyi yeniden başlatan bir ses duymuştu. Ne dediğini anlamamıştı o sesin ama yalnız olduğunu zannederken yalnız olmadığını öğrenen bir kaçak tedirginliği yaşadı. Ama dönüp bakamadı bir an, gözlerindekinden utandı. Ceketinin kolunu bu iş için kullanabileceğine şaşırarak sildi gözlerini, dönüp ona baktı. Bankta oturmuş, sigarası elinde, gülümseyerek adama bakıyordu. “Esas mevzu ölmekte değil, herkes öyle ya da böyle ölecek. Peki, yaşamadan ölmeyi gururuna nasıl yedirebiliyorsun? Atla, peki. Senin bileceğin iş.” dedi ve yavaş adımlarla uzaklaşmaya başladı. Adam afallamıştı, kimdi bu? Ne olup bittiğini anlamasına rağmen neden hiçbir şey yapmadan çekip gitmişti? Neden bu kadar umursamazdı?  Peşinden koştu ve kolundan yakaladı kızı. Kız döndü, gülümsedi ve “Peki, şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu.

- Be-ben… Ben bilm… Sen kimsin?
- Bir akşamlığına melek rolündeydim sanırım.
- Neden hiçbir şey yapmadan bıraktın beni orada? Ya atlasaydım?
- Bu senin kararın, senin hayatın.
- Sen kimsin?
- Ne önemi var? Gel hadi.

Birlikte yürüdüler, yağmur yeni dinmişti, kaldırımlar ıslaktı. Nereye gittiklerini bilmiyordu adam, hiç tanımadığı bir kadının elini tutmuş, onu takip ediyordu. Bir apartmana girdiler. 2 kat boyunca basamakları koşar adım çıkıp bir kapının önünde durdular. Kız evin kapısını açtı, beraber içeri girdiler. Salondaki büyük pencerede ışıltılı şehir maskesini sergiliyordu. İçeride daha önce hiç dinlemediği şarkılar çalıyordu, alçak sesle. Elinde kadehler ve bir şişeyle salona girdi kız. Hiçbir şey konuşmadan içmeye başladılar. Konuşma ihtiyacı hissetmiyordu ikisi de, böyle de anlaşabiliyorlardı. Tam olarak hatırlamıyordu adam ama tahminen birkaç kadeh sonrasıydı. Yüzünü adamın boynuna dayadı kız, gözlerini kapatmış, gülümsüyordu. “Ben…” dedi, gerisini getirmedi cümlenin. Bozulduğu moralini belli etmemek için dudaklarına koyduğu yapay bir gülümsemeyle şişeye uzandı kız, kadehi fırlatıp duvardan hırsını aldı ve kafasına dikti şişeyi. Gereksiz teferruatları aradan kaldırmışlardı, akıllarına eseni yapıyorlardı artık. Çoktan sarhoş olmuşlar, sarhoş olduklarını bütün şehre duyurmak istercesine bağırıp çağırıyorlar ve eğleniyorlardı. Fazla hareket etmekten başı dönen adam kanepeye uzandı. Kız yanına sokuldu, başını adamın omzuna dayadı. Çok kısık bir sesle “Özle…” diye fısıldadı. Duydu ama anlamadı adam, ilk defa bu kadar huzurlu bir uyku çökmüştü gözlerine. Üstelemedi. Onlar orada uyurken salon en az hayatları kadar darmadağındı.
Adam sabah uyandığında yalnızdı. Sehpanın üzerinde küçük bir not yazılıydı:
“Ben gidiyorum. Gitmek zorundayım… Bu benim seçimim değil, gitmemeyi çok isterdim ama yapamam. Sebebi önemli değil, değiştiremeyeceğimiz şeyleri değiştirmek için uğraşmaktır bizi mutsuz eden. Her şeyi yık. Kurtul bütün kalıplardan, hayatını yaşamak istediğin gibi yaşa. Ben bir yerlerden seni görüyor olacağım, sana söylendiği gibi değil, içinden geldiği gibi yaşa. Kendin için, benim için… Seni seviyorum…
Adını bilmediğin kadından, adını bilmediğim adama…
Unutma. Sadece nefes almakla yaşamış sayılmazsın…”
Her gece rüyasında onu görüyor adam. Hayatını değiştiren kadını, adını bile bilmediği, veda bile edemediği kadını görüyor rüyasında. “Hoşça kal” diyememenin kederini içiyor her seferinde, yudum yudum. Bir tren istasyonunda, tren kalkmak üzereyken onu son bir kez öpebildiğini görüyor. Ve gülümseyerek uyanıyor sonra, dudaklarında onun tadıyla başlıyor güne her sabah. O gideli 3 yıl oldu ama hâlâ adamı mutlu etmeyi başarıyor…
Herkesin hayatına bir gün bir cemre düşer ve bahar başlar... Sağlıcakla...

"Ne Okuyorum?"dan Karanlığın Aynasında

BU YAZIYI OKUMAYIN!
Mümkün olsa, bu satırları okuyan gözler şimdilik yazının geri kalanını okumasın isterdim: hem söz edeceğim kitapla aranıza girmemek hem de tabula rasa halinde okumanın yaratacağı şaşkınlık, etkisini yitirmesin diye. İlkçağlarda tragedya seyircileri görmeye gittikleri eser başlamadan önce kahramanı ve konuyu çok iyi bilirlerdi; zaten oyunun başında kahin, tragedya kahramanının başına gelecekler konusunda uyarırdı seyirciyi. Ezbere bildiği masalı tekrar tekrar anlattıran çocuk gibi, gösteriyi yine de heyecanından birşey kaybetmeden seyrederlerdi. Hala süren bir anlatı geleneği olmasına rağmen bugünün seyircisi artık bilinmezlerle uyarılmayı sever.
Murat Gülsoy “Karanlığın Aynasında” adlı son romanında, tam da bunu yapıyor. İlk satırından başlayarak okuru zevkli bir bilinmezler içine sürüklüyor. Roman Ece adında genç bir kadının panik atak şikayetleriyle bir hastanenin acil servisine gelmesiyle başlıyor. Ece’yi muayene eden doktor Orhan daha hastayı görmeden, bu anın onun hayatını değiştireceğini hissediyor. Hasta ile doktorun karşılaşmaları adeta déja vu havasında gerçekleşiyor. Aynı zamanda anlatıcı da olan doktor Orhan “haz ve korku karışımı bir duygunun mayalanmakta olduğunu hissediyordum” diye açıklıyor duygularını ilk kez bakıştığı Ece’yle karşılaştığında. İkisi de aşık olmaya hazır, hatta karşılaşmadan önce sanki aşık olmaya başlamış gibiler.
Ece zor bir çocukluk geçirmiş tiyatro oyuncusudur. Hiç tanımadığı babası, o daha doğmadan ayrılmıştır annesinden. Ece’nin bütün çocukluğu, yaşlı bir kadının bakımını üstlenen annesiyle birlikte, kendilerine ait olmayan bir evde, bir aileden yoksun bir şekilde geçmiştir. Orhan ise doktor babasının izinden giderek doktor olmuş, kendi deyimiyle “vasat bir hekim olduğunun” farkındadır. Babası ve amcası ani bir trafik kazasında öldükten sonra, yengesinin ve ruhsal sorunları olan kuzeni Sarp’ın sorumluluğu bir bakıma ona kalmıştır. Orhan’a göre, aldığı eğitimle iyi bir doktor olunamaz zaten, vasatlığı buradan kaynaklanır, öte yandan şefkatli biri olduğu için hastalarıyla ilgilidir. Dikkatsiz değildir. Korkular içinde acile gelen Ece’yi de bilgisinden çok şefkatiyle sakinleştirir. Henüz tanışmış olmalarına rağmen “hayatımın her küçük parçasını inanılmaz bir ışıkla aydınlatmaya başlamış olan bu kadın” diye söz eder Ece’den ve birkaç kez “Ece’ye bir şey olmasına izin veremezdim” sözlerini yineler. İlk gördüğü andan itibaren sadece aşık olmamış, aynı zamanda koruma isteğiyle sarılmıştır genç kadına.
“Karanlığın Aynasında” hoş bir aşk romanı formatında başlar fakat bir yandan da, bir şeylerin yanlış gittiğini hissettirir. Olaylar Orhan tarafından birinci tekil şahısta anlatılmasına rağmen, diyaloglarda hiç sesi duyulmaz anlatıcının. Doğrudan soru sorulduğunda “cevap vermedim, sadece yutkundum,” “cevabımı beklemeden viskisinin kalanını da bir dikişte bitirdi,” “tepki vermediğimi görünce...” “her zaman olduğu gibi susmayı tercih ettim,” şeklinde olur. Hiç konuşmaz Orhan. Ama ironik şekilde anlatıcıdır. Sesi duyulmaz ama aslında hep onun sesidir duyulan. Garip bir paradoks yaratır Gülsoy böyle yaparak.
Aslında tam da bu paradokstur romanın merkezinde yatan. Bir aşk romanı olarak başlayan roman, Ece’nin kaybolmasıyla yeni boyut kazanır. Şimdi artık Ece’nin verdiği bilgiler üzerinden Orhan’ın onu yeniden bulması gerekir. Yaşadıklarını anlattığı kuzeni Sarp, görünürdeki tek yardımcısıdır. Şizotipal kişilik tanısı konulan Sarp’ın gerçeklik algılama problemi işleri zorlaştıracağına kolaylaştırır. Sarp kendini bir romanın içinde olarak algılar. Bir roman karakteridir, roman kahramanı olmadığı bilincinde olan bir yan karakter olduğunu söyler. Bu durumda romanın kahramanı olarak Orhan’ın Ece’yi araması gerekir. Fakat nerede arayacaktır, asıl soru budur? Telefon denilen şeyin işe yaramadığı, anlamsız mesajlar verdiği, adreslerin birbirlerine karıştığı, cüzdanların ve kimliklerin aynı kişinin cebinde olması gibi olayları çözmeyi zorlaştıran sorunlar doludur. Ece’yi arayacağı bir tek yer kalmıştır artık, Sarp’ın önerisini gerçekleştirmek en akıllıca fikir olarak görünür: Ece’yi romanın içinde aramaya başlar.
Roman bu noktadan sonra farklı bir gerçeklik boyutunun ironisiyle oynamaya başlar. Zaten okuru buna birkaç sahneyle alıştırmıştır önceden. İlk başta Ece’yi sahnede oynarken izlerken, piyesin gerçekliği ile gerçeklik arasında paralellik kurar. Burada katmanlar halinde gerçeklik yattığını hissettirir. Roman kahramanı Ece, sahnede oynayan Emily adlı karakteri canlandıran Ece’den daha mı az gerçektir? Daha sonra rüyasında gördüğü Ece ise bu iki Ece’den bile daha az gerçektir. Aslında bu Ece’lerin hepsi gerçekliğin farklı kademelerinde varlık bulurlar. Yazar böyle yaparak, bir roman kahramanını “daha az gerçek” ya da “daha çok gerçek” olarak algılamanın saçmalığı içine düşürür okuru. Bu noktada “Gerçek denilen şeyin elle tutulur ve gözle görülür olması gerekliliğinden o gün o dakika kuşkuya düşmüştüm. Beynimizde olup bitenleri bile tam anlamıyla kavrayamıyorduk. Kaldı ki gerçeklik...”
Gerçeklik, Murat Gülsoy’un öykü ve romanlarında en çok didiklediği temaların başında gelir. Bu romanında da “hareketlerimizi yönlendiren bir üstvarlığın varlığı” hem Sarp’ın teşhisini koyan doktor tarafından hem de Sarp tarafından dile getirilir. Doktora göre “eğer dinsel eğilimleri varsa bu Tanrı gibi bir varlığa dönüşüyor; kimilerinde uzaylılar, kimilerinde hayaletler, işte Sarp’ta da bir yazar” şeklinde üstvarlık olarak ortaya çıkıyor. Çünkü insan zihni aralarında bağlantı olmayan işaretleri birbirine bağlamakta çok usta. Sarp içinse, gerçeklik belki de fazla acı olduğu için bir romanın içinde olmak daha güvenli ve huzurlu. Ayrıca Sarp bir roman içinde olduğunu hayal etmeyi hiç bir zaman kendi zihninin yeteneği (ya da eksikliği) olarak görmez. “Bir romanın içinde olduğumu fark etmişsem, bu yazar böyle istediği için gerçekleşmiş demektir. Yani bu bir marifet değil. Peki, ama yazarı bilmenin bir yolu var mı? Yok. Mümkün değil. Romanın dışında nasıl bir dünya olduğunu bilmenin bir yolu yok gibi görünüyor. İçinde bulunduğum romanın dünyasına benzediğini varsayabilirim ama bundan asla emin olamam. Bir sürü roman okudum farklı dünyalarda geçen. İnsanların cinsiyetlerinin zaman içinde tersine döndüğü ya da hasta olanların iyileştirilmesinin korkunç bir suç olduğu ya da makinelerin insanlardan daha akıllı olduğu ya da maymunların hükmettiği ya da sadece geometrik şekillerden oluşan iki boyutlu...“
Kurgu içinde kurgu yer aldığında, en çok yazar merak edilir. Sarp da bunu yapıyor akıl yürütmesinde. Orhan sevgilisini bulmak için romanı yeniden canlandırırken, maketlerle kahramanlara yeniden can veriyor. Aynı şekilde romanın yazarı da, Orhan’a ve diğer roman kahramanlarına can veriyor. Bunlar içiçe geçen kurgular şeklinde gerçekliği sorgular hale getiriyor okuru. Nasıl Sarp’ın hastalıklı zihni olaylar arasında olmayan bağlantıları kuruyorsa, roman okuru da motifler arasında benzerlikler kurmaya başlıyor. Aslında bütün anlatı yazarın serbest çağrışımlarından başka birşey değil. Romanın sonlarına doğru bir bölümde bilinçakışı tekniğiyle Gülsoy tam da anlamamızı istediği şeyleri biçem olarak gösteriyor. Bir tek kişinin değil, topluca bir bilinçakışına sokuyor okuru. Serbest çağrışımların romanın oluşumunda oynadığı rolle, roman içinde aynı teknikle Ece’yi arıyor. Bir sözcükten diğerine, bir imgeden diğerine, tüm romanın yazılışı gözümüzde canlanmaya başlıyor. Gülsoy romanın içindeki gezintiyi, yazarın zihni içindeki bir gezintiye dönüştürüyor ve tabii burada aranan herşeyi bulmak mümkün. Ece’yi de, gizli motifleri de, karanlık aynaları da.
Bu noktada artık düşüncemiz bizi neden yazıldığı sorusuyla karşı karşıya getiriyor. Gerçekten, neden yazar Murat Gülsoy? Neden herhangi bir yazar yazma gereği duyar, bunu sormaya başlıyoruz. Sorunun yanıtı romanın başlarında bile kendini ele veriyor. Orhan nasıl sevdiği kadını kendi gerçeklik düzeyinde aradıysa, ve onu bulmak için romanı yeniden kurguladıysa, ve kurgunun içinde onu kendi içinde bulduysa (ya da onun içine girerek bulduysa) aynen yazar da kendi gerçekliğini bulmak için yazıyor. Yazıyor “çünkü romanı anlamak hayatı anlamaktan çok daha kolay.” Ayrıca “Mademki bu bir roman, sonunda her şey çözülecek. Romanların sonunda her şey çözülür.”

“Karanlığın Aynasında” çok zekice yazılmış, ironik, nefis bir roman.

7 Temmuz 2013 Pazar

"Ne Okuyorum?"dan Ruhi Mücerret



Murat Menteş’in merakla beklenen yeni romanı “Ruhi Mücerret”i  okuyangillerdenim. Sizi uyarıyorum; bu romanı toplum içinde okumayın! Aksi takdirde tam 100 yaşındaki “antikahraman kahramanın” maceralarına yüksek sesle güldüğünüz için deli muamelesi görebilirsiniz...
Dublörün Dilemması ve Korkma Ben Varımın yazarı Murat Menteşten doludizgin bir roman daha!
Murat Menteş ismini biz kitap severler Korkma Ben Varım, Dublörün Dilemması ve Garanti Karantina gibi kitaplardan tanıyorlar. Sıradışı kitaplar dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biri olan yazar kendi tarzında yeni bir kitap olan Ruhi Mücerret ile yine okurlarının karşısına çıkıyor.
April yayınevi imzası ile sunulan kitabın ilk olarak kapağı dikkatinizi çekiyor. Rekli ve merak uyandıran kitap kapağına kapılıp kitabı almanız bir oluyor.
Dahası sonra kitabın arka kapağı sizi etkiliyor. Bilmediğiniz isimlerin acayip maceraları varmış hissi uyandıran kapak sizi daha da meraklandırıyor ve okumaya koyuluyorsunuz.
Kitabın içi ise mükemmel sözler saklıyor. Okudukça açılıyor, açıldıkça ben bu cümleyi not edeyim twitter ya da facebook’ta paylaşırım diyorsunuz. Öyle bir kitap işte varın gerisini siz düşünün...
Kitap raflarında değişik kapağını gördüğümde ilgimi çekti Ruhi Mücerret.

Hepimizin evinin konuğu olmuş; siyah beyaz televizyonun karlı ekranı vardı kapakta. Kapağı hareket ettirdikçe önce Orhan Baba'nın görüntüsü, sonra da Amerikan filmlerinden bir sahne beliriyordu ekranda.
Almalıydım bu kitabı. Çok şey vardı kitabın anlatacağı.
Beklentilerim 70'li yıllarla ilgili bir kitap olmasıydı.
İtiraf etmeliyim Ruhi Mücerret beklentilerimin çok üzerine çıkan bir roman oldu. Murat Menteş'i zaten severim; daha da çok sevdim.
Son dönemde yaşadığım olumsuzlukların üzerine çok iyi geldi bu kitap. Keyifle okudum.
Kitaptan sevdiğim cümlelerden :
" Geçmişte yaşanan her şey kısa sürmüş demektir ."
" Uzadıkça kısalan şey nedir? Ölümdür. "
" Merhamet, cömertlik, muhabbet, çalışkanlık, tevazu, sadakat ve cesaret. Bunlaın hepsi karşılıksızdır. İnsanı mebbet tesellisizliğe mahkum eder. Zehirler. Ve tabii ki öldürür.”
" Dünyayı değiştirme kapasitesine sahip kişiler, genellikle hayatta kalma konusunda beceriksizdirler".
" Hayat, satrancın aksine, şah mattan sonra da devam eder."
Romanın kurgusunu, konusunu hiç anlatmıyorum. Ruhi Mücerret, anlatılacak değil; okunacak bir kitap çünkü.
Roman karakterleri içinde en çok 100 yaşındaki İstiklal Gazisi Ruhi Mücerret'i sevdim ben. Murat Menteş okurları bu kitabı kaçırmasınlar derim. Henüz yazarı tanımayanlar için Ruhi Mücerret şahane bir başlangıç olabilir.
Gelelim arka kapaktan kesitlere;
Sıkı tutunun!
İstiklal Harbinin son gazisi, 100 yaşındaki millî kahraman RUHİ MÜCERRET; bir dünya starına nasıl dönüşüyor?
Zaten ecelin menzilindeyken, esrarengiz psikopat MASUM CİCİyi haklayabilecek mi?
Mabet filozofu AVNİ VAVdan daha neler öğrenecek?
NAZLI HİLALe, 70 yaş farka rağmen nasıl açılacak?
Ve son nefesinde kelime-i şahadet getirebilecek mi?
Bir gözü mavi, diğeri kahverengi avare CİVAN KAZANOVA; elden düşme ruhunu, şeytana neden satıyor?
Depremde yitirdiği SERPİL SİLAHLIPERİyi unutmayıp da ne yapacak?
Marifetli afet FUJER FUJİden kaçarken neye yakalanacak?
Kan kanseri yeğeni OZANı hangi parayla tedavi ettirecek?
Alınyazısındaki boşlukları neyle dolduracak?
İntiharın eşiğinde tetikte beklerken, kimvurduya mı gidecek?
Ziyadesiyle kahkaha ve bir nebze gözyaşı içeren bu serüvende
trenler gemilere çarpıyor.
İstiklal Savaşı, 85 yıl sonra devam ediyor.
Şakaklar matkapla deliniyor.
Uçaklar düşüyor.
Kaybedenler şampiyon oluyor.
Ölüler diriliyor.
Serseri kurşunlar uçuşuyor.
Ve reklamlar, müşterileri ele geçiriyor!

"100 yaşından küçükseniz, bu romanı mutlaka okuyun!"

6 Temmuz 2013 Cumartesi

Yol Ayrımı

 
Yol ayrımları sancılıdır. Yol ayrımları seni sen kılar ve insanoğlunun yaradılışındandır ki her daim arkada kalan seçenek bir parça uykundan çalar.
Bazı sabahlar vardır, içinde dünyayı değiştirme hissiyle uyanırsın. Dünyayı değiştirdiğin olmaz pek ama kendi dünyanı değiştirirsin. Yollar dönersin, kitapların, filmlerin, sergilerin, şehirlerin ilhamıyla günleri gece edersin.
Bazı sabahlar vardır, içinizde dünyayı değiştirme hissiyle uyanırsınız. Ben böyle birkaç sabaha uyandım. Dünyayı değiştirdiğim olmadı hiç ama hayatımı siyahken beyaza, beyazken maviye çevirdiğim çok oldu bu sabahların ilhamıyla. Bir sabah âşık uyandım, bir sabah cebimde diplomam ve rüyalarımla başka bir ülkeye taşındım, bir sabah işimi bıraktım, bir sabah hukuk okumuş olmamama aldırmadan avukatlık yapabileceğimi anladım.
İnsan hayatı sade, latif, kırılgan, naif… Anılara tutunup, geçmişe dair uzun cümleler kuruyoruz. Oysa sessizliğin nimeti ile tanıştığımız gün kendimize bir kapı açacağız, korkmak neden? Yol ayrımları sancılıdır. Yol ayrımları seni sen kılar ve insanoğlunun yaradılışındandır ki her daim arkada kalan seçenek bir parça uykundan çalar. Bunu söylüyorum, çünkü kendimi önümdeki zorluğun aslında ne kadar kolay olduğuna inandırmak istiyorum.
Hepi topu maviden kırmızıya dönecek bir sabahtan bahsediyorum.
Hepsi bu.
Yeni bir şehir, yeni insanlar, yeni sabahlar ve yepyeni bambaşka bir ben…
Mevsimler kaldı geride. Aylar, yıllar kaldı… Kurduğun her düşe tam üç sene, tam on iki mevsim şahit oldum. Daha sayısız mevsim sana ilham, yanağında bir buse olmaya, adı konmamış rüyalara ad olmaya geleceğim. Olur da içinde dünyayı değiştirme hissiyle uyanırsan yalnız kalmayasın diye.
Vakit, avazın çıktığınca şarkılar söyleme vakti. Bir kuşa gülümsemek için, sebepsiz bir iyilik yapmak için, kimsenin ihtimal vermediği hayallerini gerçekleştirmek için yarını bekleme!
Yeni başlangıçlar için yarının sabahından daha güzel ne olabilir?
İnsanın yaşamına yön veren kimi yol ayrımları...
Yol ayrımları sancılıdır. İnsanın istedikleri önüne konulduğunda bile geri bakıyor. Geri de bırakmalara bir türlü alışamadığından. Bazen oluyor hayatın boyunca tek bir emel için uğraşıyorsun, çalışıyorsun ona ulaşmana adımlar kala vazgeçiyor ya da vazgeçiriliyorsun. Sonra dönüp geriye bakıyorsun; katetdiğin yola. Ne çok emek vermişsin.. Hepsi bir anda kuş misali uçuyor. Yüreğinin en kuytu köşelerine gizliyorsun kırgınlıklarını...
Kırgınlıkların, kırgınlıklarımız aslında şeffaf birer cam gibiler. Farkında olmadan saniyelerde kırılabilecek hayaller kuruyoruz. Sonra bir anda her şeyden bıkabiliyoruz. Bütün her şeyden vazgeçebiliyoruz.
Ya ol(a)mayışlar, hayal kırıklıkları ve ertelemeler ya da monotonlaşma ya karşı yaşama amacını yeniden belirlemek, hem zihinsel hem de fiziksel açıdan kendini yenilemek, bazı şeyleri bir kenara bırakıp gitmek, yeni başlangıçlara yelken açmak ister insan zaman zaman... Yeni yıl bu duyguları tetikler. Bir de doğum günleri... Sonra başlangıçlar da var tabi…
Hayat belli dönemlerde insanı bulunduğu yerden alır ve yeni bir tercih yapması amacıyla getirip yol ayrımlarında bırakır. Kişi orada hayatını çoğu kez derinden etkileyen bir süreçle baş başa kalır. Orada yaşamına yeni bir yön vermek, önünde uzanan yollardan birinde yürümek zorunda kalır.
Neyi tercih edeceğini bilemeyebilir bazen insan bu yol ayrımlarında… Huzuru mu, heyecanı mı? Sadakati mi, merakımı? Beyin dinginliğini mi, hızlı kalp çarpıntılarını mı? Aşk mı, sevgi mi? Oysa yeni hayat günü gençtir. Heyecanı, merakı ve hızlı kalp atışlarını tetikler.
O sapaklarda bazen amaçlarla araçlar karışabilir. Derin, anlam yüklü olanla yüzeysel olan da öyle... Akla uygun olanla olmayan, duygu yüklü olanla piyasalaşmış olan, saf ve temiz olanla karmaşık ve kirli olan, gerçek olanla yanılsama ve sanal olan da… Velhasıl sapla saman bir birine karışabilir... Yeni hayat heyecanı, gelip geçiciliği olan aleviyle işin “saman” kısmı ile ilgilidir. “Sap”ların hasadı yıl içinde yapılır.
Bir anlamda da seçmediğinin gölgesi ile yürüyeceğin yolun ilk ucudur bu ayrımlardaki ilk adımlar. Yeni yılın ilk günü gibi…
Tebrizli Şems’e göreyse;“Kader, hayatımızın önceden belli olması demek değildir. Bu nedenle; “ne yapalım kaderim böyle” diyerek boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatına hâkimsin, ne de hayat karşısında çaresizsin…” (Tebrizli Şems’in 40 kuralından biri)
Bence işte bu noktada yaş (ve sağlık), eğitim, geçmiş deneyimler ve kişilik özellikleri devreye girerek önem kazanmakta…
Yaş (ve sağlık); Gençken heyecanı, merakı, hızlı kalp atışını daha ön planda tutan tercihler ileri yaşlarda huzur, sadakat ve beyin dinginliği yolundaki tercihlere yönelebilir. Yaş meselesi bir yılbaşılar da bir de doğum günlerinde daha bir çarpıcı algılanır. Herkes bu minvalde özlediği tercihleri zihninde sıralar…
Eğitim; Düşünme ve tahmin yöntemlerini, başkalarının deneyimlerini, insanlığın kazanım ve erdemlerini eğitimle zihnine nakşeden kişi yol ayrımlarında daha doğru tercihler yapma şansına sahiptir. Edinilen eğitim, o yolla elde edilen gelir ve ulaşılan sınıfsal konumda bu anlamda önemli… Ama “En iyi eğitimli kişi yaşadığı hayatı en iyi anlayandır” (Helen Keller). Bir de hayatımızdan adeta birer yıldız gibi kayıp giden yıllar da eğitir bizleri…
Deneyimler; geçmişte yenilen kazıkların bir bileşkesi olup yeni fırsatlar ve endişeler karşısında benzeşim kurma ya da uyarlama yoluyla yol ayrımlarında hayati ölçüde işe yarayabilir. Geçen her yıl deneyimler heybemize yeni bir şeyler katarak onu daha da doldurur.
Kişilik özellikleri; Özgüveni yetersiz, tembel, risk almaktan hoşlanmayan vb. olumsuz özelliklere sahip insanlar karşılaştıkları yol ayrımlarında hep kısa, zahmetsiz yolları tercih ederler. Acele edip o yüzden de hep geç kalırlar. Dolayısıyla ulaştıkları yer de çoğu kez varmak istediklerinin çok ırağındadır. Yılbaşı gecelerinin o köpüksü, o sebebi kendinden menkul heyecanı, kendinden geçişleri, o ıraklıkları da bir anlamda yakın eder!
Ama tüm bunlara rağmen bu işin tam ve kesin bir reçetesi olamaz. Gerekli şartları ne denli taşırsan taşı, ne denli hazırlıklı olursan ol, bazen ansızın çıkar yol ayrımları. Önceden hiç düşünülmeden, farkında olmadan hazırlanır ilerdeki uçurumlar ya da dümdüz, yemyeşil ovalar…
Bir de zaman. Geçen zaman, değişen amaçlar ve insanlar... Değişen değerler, çıkarların farklılaşması ve bu eksendeki çatışmalar bugün seçilen doğru yolu yarın yanlış, yanlış olanını ise doğru kılabilir. Biz yılların içinden geçerken, onlar da sanki bizim üzerimizden geçer... Geçen her yıl, o sonsuz zamanın bir kısmına ‘di’li ve ‘miş’li zaman takıları ekler...
Bazı durumları da şans ve sürpriz ile mi açıklasak? O zaman da hayatı, o olan biten ve gebe olduğu (iç ve dış) kaotik devinimi basite indirgemiş olmaktan korkarız.
Ama yine de her yılbaşı birbirimize yeni yılda şans diler, sürprizlere açık durur, piyango bayileri önünde uzun kuyruklar oluştururuz. Adet olduğu üzere…
Her şeye rağmen, biraz daha cesaret ve özgüvenle başkalarınınkini izleyip yorumlamak yerine kendi öykülerimizin peşinden daha çok koşmanın zamanı çoktan gelmedi mi?
O zaman korkma yoldan, çık tam zamanında. Yolda işaretler seni bekliyor olacak. Güven rüzgara, O'na kendine, rehberlerine, bütüne ve seni bekleyen her şeye şimdiden şükret; bütün kabinle.
Benim içimde, aklımda, yüreğimde hep bir gitme telaşı... Gitmekte varana kadar çare olurmuş ama yine de gitmeden bilinmez. Haydiyin sağlıcakla.

 http://www.youtube.com/watch?v=crAxPF9WpNw