Şimdi yine küçük bir hikâye anlatacağım sizlere; nerden
uydurduğumu bilmeden aklımın köşelerinden çıkıp giden. Öyle ya insan hayatın
getirdiklerini yaşar.
Birinin gitmesi gerekir bazen. Hiç istemezsin ama bu olmak
zorundadır. Yağmur yağar. Bulutlar yüzünü asar ama olacak olan şeyleri
değiştirmez hiçbir gözyaşı. Bir deniz kenarında bulduğun mutluluğu, bir tren
istasyonunda uğurlarsın sonra. İçten içe kızarsın ona, “Gitme!” dersin. “Gitme,
lanet olsun gitme! Uzakları getireyim senin ayaklarına ama sen gitme!”
Bir, iki, iç, dört, beş, altı… Dedim ve başladı oyun,
akıllarınızın hayal sahnesinde.
Sahilde, boğazın hemen kenarında denizi izliyordu adam.
Yaşaması için gerekli olan umutlarını düşürmüştü cebinden. Uyumaya çalıştığı
her gece göz kapaklarından cam kırıkları dökülüyordu. Ne bir işi vardı artık,
ne bir arkadaşı, ne de bir umudu. Pamuk şekerin aslında pamuktan yapılmadığını
öğrenince bütün hayalleri yıkılan küçük bir çocuk gibi yıkılmıştı dünyası.
Küsmüştü her şeye, dalgaları izliyordu. Vapurları, kıyıda âlem yapan sandalları
izliyordu. Rüzgâr bile kar etmiyordu artık ona. Ayakları yavaş yavaş denize
yaklaşıyor, yanaklarından kendisine itiraf etmek istemediği yaşlar süzülüyordu.
Her şeyin bittiğini sandığı noktada her şeyi yeniden başlatan bir ses duymuştu.
Ne dediğini anlamamıştı o sesin ama yalnız olduğunu zannederken yalnız
olmadığını öğrenen bir kaçak tedirginliği yaşadı. Ama dönüp bakamadı bir an,
gözlerindekinden utandı. Ceketinin kolunu bu iş için kullanabileceğine
şaşırarak sildi gözlerini, dönüp ona baktı. Bankta oturmuş, sigarası elinde,
gülümseyerek adama bakıyordu. “Esas mevzu
ölmekte değil, herkes öyle ya da böyle ölecek. Peki, yaşamadan ölmeyi gururuna
nasıl yedirebiliyorsun? Atla, peki. Senin bileceğin iş.” dedi ve yavaş adımlarla
uzaklaşmaya başladı. Adam afallamıştı, kimdi bu? Ne olup bittiğini anlamasına
rağmen neden hiçbir şey yapmadan çekip gitmişti? Neden bu kadar
umursamazdı? Peşinden koştu ve kolundan
yakaladı kızı. Kız döndü, gülümsedi ve “Peki, şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu.
- Bir akşamlığına melek rolündeydim sanırım.
- Neden hiçbir şey yapmadan bıraktın beni orada? Ya
atlasaydım?
- Bu senin kararın, senin hayatın.
- Sen kimsin?
- Ne önemi var? Gel hadi.
Birlikte yürüdüler, yağmur yeni dinmişti, kaldırımlar
ıslaktı. Nereye gittiklerini bilmiyordu adam, hiç tanımadığı bir kadının elini
tutmuş, onu takip ediyordu. Bir apartmana girdiler. 2 kat boyunca basamakları
koşar adım çıkıp bir kapının önünde durdular. Kız evin kapısını açtı, beraber
içeri girdiler. Salondaki büyük pencerede ışıltılı şehir maskesini
sergiliyordu. İçeride daha önce hiç dinlemediği şarkılar çalıyordu, alçak
sesle. Elinde kadehler ve bir şişeyle salona girdi kız. Hiçbir şey konuşmadan
içmeye başladılar. Konuşma ihtiyacı hissetmiyordu ikisi de, böyle de
anlaşabiliyorlardı. Tam olarak hatırlamıyordu adam ama tahminen birkaç kadeh
sonrasıydı. Yüzünü adamın boynuna dayadı kız, gözlerini kapatmış, gülümsüyordu.
“Ben…” dedi, gerisini getirmedi cümlenin. Bozulduğu moralini belli etmemek için
dudaklarına koyduğu yapay bir gülümsemeyle şişeye uzandı kız, kadehi fırlatıp
duvardan hırsını aldı ve kafasına dikti şişeyi. Gereksiz teferruatları aradan
kaldırmışlardı, akıllarına eseni yapıyorlardı artık. Çoktan sarhoş olmuşlar,
sarhoş olduklarını bütün şehre duyurmak istercesine bağırıp çağırıyorlar ve
eğleniyorlardı. Fazla hareket etmekten başı dönen adam kanepeye uzandı. Kız
yanına sokuldu, başını adamın omzuna dayadı. Çok kısık bir sesle “Özle…” diye
fısıldadı. Duydu ama anlamadı adam, ilk defa bu kadar huzurlu bir uyku çökmüştü
gözlerine. Üstelemedi. Onlar orada uyurken salon en az hayatları kadar
darmadağındı.
Adam sabah uyandığında yalnızdı. Sehpanın üzerinde küçük bir
not yazılıydı:
“Ben gidiyorum. Gitmek zorundayım… Bu benim seçimim değil,
gitmemeyi çok isterdim ama yapamam. Sebebi önemli değil, değiştiremeyeceğimiz
şeyleri değiştirmek için uğraşmaktır bizi mutsuz eden. Her şeyi yık. Kurtul
bütün kalıplardan, hayatını yaşamak istediğin gibi yaşa. Ben bir yerlerden seni
görüyor olacağım, sana söylendiği gibi değil, içinden geldiği gibi yaşa. Kendin
için, benim için… Seni seviyorum…
Adını bilmediğin kadından, adını bilmediğim adama…
Unutma. Sadece nefes almakla yaşamış sayılmazsın…”
Her gece rüyasında onu görüyor adam. Hayatını değiştiren
kadını, adını bile bilmediği, veda bile edemediği kadını görüyor rüyasında. “Hoşça
kal” diyememenin kederini içiyor her seferinde, yudum yudum. Bir tren
istasyonunda, tren kalkmak üzereyken onu son bir kez öpebildiğini görüyor. Ve
gülümseyerek uyanıyor sonra, dudaklarında onun tadıyla başlıyor güne her sabah.
O gideli 3 yıl oldu ama hâlâ adamı mutlu etmeyi başarıyor…
Herkesin hayatına bir gün bir cemre düşer ve bahar başlar... Sağlıcakla...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder