23 Mayıs 2013 Perşembe

Sevda Çölleri

Oturup gün boyu seni düşündüm. Çok sıkıldım, bunaldım, beşinci kattan aşağı baktım sık sık, kendimi düşerken hayal ettim. Düşmekten çok uçmaktı belki, bilmiyorum. Ama gün boyunca ölemediğim kesindi. O kadar sıkıldım ki bir ara, depodaki alet çantasını aldım, uzun zamandır tamir edilmeyi bekleyen bir kaç şey vardı sağda solda bekleyen; okumayı bilmeyen bir okuma lambası, kendini bile ısıtamayan su ısıtıcısı, fil hafızalı bir zaman makinası, kanser olmaktan korkan bir kül tablası, hep başkalarını göstermekten yorulmuş bir ayna, bir kaç yel değirmeni, buğulanmayı unutmuş bir kaç bardak… Tüm bunların ortasında, bu eşyalar dünyasında bugün, ölü bir baykuşla oturup rakı içtik.. O susuyor ben dinliyordum, ben anlatıyordum o dinliyordu, kafamız dumanlıydı, hayal meyal hatırlıyorum; ara ara gelip fotoğrafımızı çekiyordun sen. Ağlıyorduk. Gülmekten ağlıyorduk.
Büyüklerle ben yapamıyorum, çocuklar da almıyor beni oyunlarına. Devlet dairesinde yangından kurtarılmayacak sıkışmış bir çekmece gibiyim; açılamıyorum sana...
Gülmüyorsun ki. Gülsen, kapanacak yüreğimde açtığın yara..
Her şey seslerdedir; geçmiş, şimdi, gelecek. Dinlemeyi bilmeyen insan, hayatın bize her zaman sunduğu öğüdü asla duymaz. Ve ancak o anın seslerine kulak veren insan doğru kararlara varabilir.
Hayatta hiçbir şey uğrunda ölmek için istenmez. Her şey yaşamamız için olmalıdır. Hatta biraz ileri gideyim, kendi yaşamamız için... Sen kafanın içindeki yokluğa o kadar saplanmışsın ki, derhal uğrunda can feda edecek bir şey arayarak ikinci bir yokluğa dalmak istiyorsun! Yaşamak, herkesten daha iyi, herkesten daha üstün yaşamak, insanlara hâkim olarak, kuvvetli, belki de biraz zalim olarak yaşamak... Dünyada bundan başka istenecek ne vardır? Hayatını bu gayeye vakfet, görürsün, nasıl birdenbire canlanacaksın!
Eğitim denen şeyi ne zannediyorsun ki? Okulda insanın asıl öğrenmesi istenen, anlatılan dersler değil ders anlatılırken susması gerektiğidir.
Kendini sürekli anlatmak zorunda hissetmek zor. Edebiyat karın doyurmaz, çay içirir sonuçta bu da bir gerçek. Anlatmaktan vazgeçip içine kapanmak daha da zor. Her ikisini de yaşıyoruz. Yavaş yavaş özgüvenimiz törpüleniyor, kendimizden vazgeçiş başlıyor, dönem dönem hırs basıyor, yeni hedefler konuyor, koşuluyor yolda vazgeçiliyor. Bazen de hedefe ulaştığında asıl sorunun devam ettiğini görüyorsun. Hedef sadece seni oyalamış oluyor. Katlanma kat sayını artırıyor.
İnsan en çok kendiyle ilgilenir; ama bu ilgi bir yönteme dayanmaz ve kendini tanıma sorunu bilimsel bir yolla çözülemezse sonsuz bunalımlar karanlığına düşer birey. Değerini tam bilmeyen kişi, gereksiz yakınmalarla gün geçtikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider. Kişisel değeri büyütmek de küçültmek de aynı derecede zararlıdır. Yola çıkmadan önce altından kalkamayacakları bir yükün altına girenler daha işin başında ezilip kaybolurlar; gerçek değerinin çok azını ortaya koyanlar da kısa zamanda tembelleşip bir işe yaramazlar.
Şu da bir gerçek ki ben dünyadan ziyade kendi kafasının içinde yaşayan bir insanım. Mesela ne zaman okumak için elime bir kitap alsam tüm sıkıntılarım birazdan sona erecekmiş gibi gelir. Peki biz neden hayattan kaçıp kitaplara sığınırız? Dünya sahtekarlarla doludur “efendim”; insanlar samimi değildir, herkes birbirini kırar, incitir. Bizim o koca koca kitapları devirmemiz, iki satır samimiyet bulabilmek içindir.
Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar. Istıraplarımızın, üzüntülerimizin mekânla, yahut hayatımızın tabiî muhiti ile sıkı bir alâkası olsa gerek. Bir muharririn dediği gibi, falan yerde en kesif şiddetinde olan bir acı iki yüz kilometre daha ötede ve başka insanlar içinde biraz daha hafif ve daha kabil-i tahammül oluyor.
Bir gün insan “virgül”ü kaybetti. O zaman zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı. Cümleler basitleşince düşünceler de basitleşti.
Sonra “ünlem” işaretini kaybetti. Alçak bir sesle, ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı. Artık ne bir şeye kızıyor ne de bir şeye seviniyordu. Hiçbir şey ondan en ufak bir heyecan uyandırmıyordu.
Bir süre sonra “soru işareti”ni kaybetti ve soru sormaz oldu. Hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu: Ne evren ne dünya ne de kendi apartmanı umurundaydı.
Birkaç yıl sonra “iki nokta” işaretini kaybetti ve davranış nedenlerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.
Ömrünün sonuna doğru elinde sadece “tırnak işareti” kalmıştı. Kendine özgü tek düşüncesi yoktu. Yalnız başkalarının düşüncelerini tekrarlıyordu.
Düşünmeyi de unutunca son “nokta”ya ulaşmıştı…
Böyle böyle susmayı öğrendi de işte; sadece derler anlatılırken değil hayat anlatılırken. Şimdi ve bundan sonra, sana ve kendime itiraf etmekte hala fazlasıyla zorlandığım bazı şeyleri suskunlukla geçiştireceğim.
Hayatı karışık hale getirmeye gerek yok: özlüyorsanız arayın, görüşmek istiyorsanız davet edin, daha anlaşılır olmak için açıklayın, kafanıza takılan bişey varsa sorun, beğenmediğiniz bişey varsa açık olun, ilgilerinizi belli edin ve seviyorsanız söyleyin.
Özetle Mavi Gözlü Dev'in dediği gibi:
"Uzak bir şehir ve bir şarkı vardı; şarkı nihaventti."

Tabi bu arada mavi severlerden olarak mavi hayattır, mavi umuttur, mavi yaşamaktır.. Ben maviyi sevdiklerime çok fazla yakıştırırım. Haydiyin sağlıcakla. ;)

http://www.youtube.com/watch?v=uP6Ma33_ZkI&feature=share

17 Mayıs 2013 Cuma

"Ne Okuyorum?"dan Tükeniş

Şu an okumakta olduğum bir kitaptır kendileri abim, amcam hatta dedem olur; 1975 basımı enfes bir kitap. Yaşı benden bi hayli büyük ellerimde tuttuğum kitabın, kendisine ayrı olarak saygı gösteriyorum sayfalarını çevirirken dahi. Şimdi sizlere öncelikle biraz yazarımızdan bahsedeyim:

Büyük Fransız düşünürü Jean-Paul Sartre uzun yılları fikirleri ile kitleleri etkilemeyi başarmış büyük yazarlardan biridir. J.P.Sartre 2. Dünya Savaşında Fransız direniş hareketine katıldı. Faşizmin yeniden dirilmesine karşı ve barış uğruna etkin bir savaşım yürüttü. Dünya Barış Konseyine üye seçildi. 2. Dünya Savaşında sonra varoluşçu (Existantialist) felsefenin yaygınlık kazanmasında felsefi yapıtları kadar, romanları ve politik görüşleri de etkili oldu.
20 yüzyılın en büyük filozoflarından birisi kabul edilen Fransız düşünür. Varoluşçuluk felsefesini ortaya koymuştur. Ama asil bombayı kendisine layık görülen Nobel ödülünü reddederek patlatmıştır.
Varoluşçuluk felsefesinin yaratıcısı ateist Fransız filozoftur. Egzistansiyalizm ve bulantı en önemli eserleridir.
 21 Haziran 1905'te Paris’te doğdu. Babası o çok küçük yaştayken öldü ve annesi de ailesinin yanına döndü. Sartre, hep örnek çocuk olarak gösterildi. La rochelle lisesi'ne devam etti, ama olgunluk sınavını louis le Grand Lisesi’nde verdi. Eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi’nde ve Berlin’deki Fransız Enstitüsü’nde sürdürdü.
1929 yılında simine de Beauvoir'la tanıştı. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı. 2. dünya savaşı sırasında, almanlar tarafından hapse atıldı; hapisten çıktıktan sonra Direniş Hareketi’ne katıldı. "sinekler" adlı tiyatro oyunu, onun Direniş Hareketi’nde olduğunu bilmeyen Almanların izniyle oynandı (1943). Aynı durum, "varlık ve hiçlik" adlı oyununda da meydana geldi (1943). Oyunlarının her ikisi de baskı karşıtıdır; "varlık ve hiçlik”te Sartre, ilk kez felsefesini ortaya koydu.
1945 yılında öğretmenliği bırakarak "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi kurdu. Kitaplarının çoğunda edebi ve politik sorunları işledi. Savaş sonrası dönemde özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkan Sartre, eleştirilerini saklamasa da Sscb'ye destek veriyor, Fransa’nın Cezayir’e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkanların başında geliyordu; Les Temps Modernes, sömürgelerdeki savaşlara karşı 1953'ten başlayıp, 1957'de yoğunlaşan bir savaş yürüttü.
Sartre, "121'lerin Bildirgesi”ni imzaladı, 1961-62 yılındaki büyük gösterilere katıldı. 1964 yılında Nobel Ödülü’nü geri çevirdi; böylesi bir ödülün, yapıtlarının bütünlüğünü zedeleyeceğini düşünüyordu. 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı’nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russal Mahkemesi’nin de başkanlığını yaptı.
1968 yılında, Sovyetlerin Prag’a müdahalesinin ve Fransa’daki öğrenci hareketlerinin üzerine, Sovyet sosyalizmini ve kendi klasik aydın tutumunu sorgulamaya girişti. O dönemde Maocularla da bir yakınlaşması oldu. 1973 yılında liberation'u kurdu.
1974 yılında gözleri büyük oranda görmez oldu, bu nedenle etkinliklerini yavaşlatarak, daha çok doğu ülkeleri üzerindeki baskıların sona erdirilmesi, insan haklarının korunması gibi konularda çalışmaya başladı. Pierre Victor’la (Benny Levy'nin takma adıymış), aydının rolü, bireyin tarihteki yeri, şiddet ve kardeşlik konuları hakkında "Pouvoir Et Liberté" adında bir yapıt hazırladı.
Siyasal etkinliklerinin, yazar tarafını bazen maskelemiş olmasına karşın, sartre, son derece düzenli bir zihinsel çalışma yürüterek, gününün altı saatini yazmaya verdi. Edebi nesne Sartre’a göre "yalnızca hareket halindeyken var olan bir topaçtır. Onu ortaya çıkarmak için, adına okumak denen somut bir eyleme ihtiyaç vardır, yazmak, okurun özgürlüğüne çağrıda bulunmaktır.” Sartre, 15 Nisan 1980'de Paris’te öldü. Sartre’ın önemli kitapları arasında Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar sayılabilir; bunun yanı sıra, yayınlanmış ya da bitirilemeyerek yayınlanmamış birçok yapıtı vardır.
Sartre’ın adıyla birlikte anılan varoluşçuluk, aslında 17. yüzyıldan beri vardır; Blaise Pascal'le başlar; ama Sokrates’in felsefesinde, hatta İncil’de varoluşçuluğun izlerinin bulunduğu düşünülürse, Pascal'i varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul etmek de doğru olmaz. Soren Kierkegard ise, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Nietzsche, Heidegger ve tabii Sartre varoluşçudurlar. Camus ve Dostoyevski de, diğer çok ünlü varoluşçu yazarlardır.
Sartre, varoluşçuluğun iyimser bir felsefe olduğunu söyler; çünkü tüm insanlar birbirinin aynıdır; bir kahraman ya da bir alçak olmak tamamıyla onların elindedir; insan önceden-tanımlanmamıştır; ne bir kahraman olarak doğar, ne de bir alçak. Ama aynı felsefeye göre, insan varlığının durumuna da güvenmemelidir, çünkü o halde kalacağının hiçbir güvencesi yoktur. Özet olarak, Sartre insanın tek yazgısının, elinden geldiğince "bağımlı" olmak olduğunu söyler. Bu da, kendini bütünün içinde düşünebilmekten geçer.
Gelin gelelim kitaba. Kitap basım yılı gereği yaşlı, özen ve saygı gösterilmesi gereken bir kitap. Zât-ı Muhterem, yazarın üçleme kitaplarının sonuncusu. Kendisi hakkında pek de bir fikrim yok çünkü daha yeni başladım. Ama güzel bir kitap sanırım çünkü başı güzel başlıyor ve ben başını beğendiğim her kitabın sonunu severek okurum. İşte sizlere böyle bir kitap daha okunulası. Okumanızı tavsiye ederim. Kısmetse sırada Milena'ya Mektuplar var Kafka'dan. Bakalım tabi; bunlar hep kısmet. Hadiyin sağlıcakla. :)

16 Mayıs 2013 Perşembe

Öyle Geliyor

Bugün düzenli ritimli bir hayatım yoksa, bunun tek nedeni her sabah altıda kalkmayı sevmediğimden değil. Tembelliğim ve uyuşukluğum da tek sebep değil. Fakat bir ve belki birden çok nedenlerim var. Üstelik bunlar öyle nedenler ki dile getirilince saçma ve budalaca görünebilir. Oysa tümü -siz onu nasıl bulursanız bulun- varlar.
Bundan iki yıl önce de vardı. Buna rağmen iki yıl boyunca her sabah kalkıyor, aynı hallerimi kimi zaman reddederek, kimi zaman adlandırarak yaşıyordum. Kimilerince yabani ya da kibirli, kimilerince gülünçtüm. Kimilerinin nezdinde zaten yoktum. Ya da tüm bunlar bana öyle görünüyordu.
Zaten sanıyorum ki bendeki en büyük çelişki de bu. Her şey hakkında, emin olduğum her şey hakkında bile "bana öyle görünüyor" zannına kapılıyorum.
Kim demiş o sözü: "Elinden geleni değil, yapman gerekeni yap!"
Neyse boş ver bu beylik lafları. Ben uykusuz kelimelerden bahsedeceğim sana. Hem ne çok kitap var kitapçılarda... Cümleler dolusu sayfalar...
Bir çukur açıp arka bahçeye kalemimi gömebilirim böyle bir günde...Suuusss! Bilim ne diyorsa doğrudur. Su, konulduğu kabın şeklini alır. Aramızda kalsın ama insan sudan mahir...
"Mahir" eski Türkçede ismi fail.
Geçenlerde tüm aile toplandı ve ben yine öğrendim. Her gün aynı şeyi öğrenir mi insan, yeni bir şey öğrendiğinden emin.
Tek bir hikayem var herkes gibi anlatacak. Tüm okuduğum kitaplarda aynı sesi aramam bu yüzden. Ve yazdığımda bir gün bende korkak bir roman, duyulacak yine aynı ses. "Tutunamayanlar" mezarında rahat uyuyacak...
Bak tam da dilimin ucundaydı şarkıda duyduklarım. Benim de ciğerime doluyor gökyüzü, hem de her şeyim tamam. Bir kadın vardı televizyonda ve yanıp sönen bir kelime: Münzevi. "Hiç duymadım" diyordu kadın "bu sözü" hayretle. Biz garipserken, o da puan kaybederken, çoktan oturmuştu yeni yarışmacı, ondan kalan koltuğa ve gülümsüyordu münzeviyi hiç duymayan kadın.
Üstelik ben artık büyüdüm, kocaman bir kız oldum, biliyorsun. Ben "Tutunamayanlar" diyince sen istihzai gülüyorsun. Kesin duymamıştır kadın istihza kelimesini de. Oysa bu söz iyi bir isim olabilir her sabah gezdirdiği köpeğine...
Bir fikrin zihne yerleşmesinden şimdi de korkuyorum, iki yıl önce de korkuyordum. Çünkü bir fikrin tohumu zihne düştü mü, yaşanan her şey o fikri gerçekleştirmek üzere yaşanıyordu. Ya da "bana öyle geliyor"du.
Her gün benzer şeyler yaşanıyordu. İnsan bir süre sonra bu benzerlik hakkında düşünmemeye başlıyor. Bunu şimdi fark edebiliyorum.
Korktuğumuz şeyler aslında beklediğimiz şeylere mi dönüşüyor yoksa? Bunu bilemiyorum. Hayat dediğimiz şey de "başımıza gelmesi imkansız" dediğimiz şeyleri yaşamakla geçmiyor mu nasılsa?
İçinden deniz geçen bir şehirde kalemden başka neye sarılınır? Şehrin içinden geçiyorsa bir deniz, söyle, hüzne değmeden nasıl yaşanır?
Bu arada Regaib Kandiliniz mübarek olsun. Gönlünüzden geçenlerin gerçek olması dileğiyle, hayırlı kandiller; sağlıcakla.

http://www.youtube.com/watch?v=ffhpilaJPC0

14 Mayıs 2013 Salı

Yaşamın Ucundaki Kadın: Tezer Özlü

            Herkesin bir duvarı vardır, ardında durduğunda kendini güvende hissettiği. Kaçarken sığındığı, bulunmak istediğinde bir adım öne çıktığı. Yaşamın ve insanların verdiği tedirginlikle, korkularıyla birlikte arkasına sığındıkları o duvar onları ne kadar korur bilinmez; bilinmez ama yine de o duvara saklanmak güzeldir, güzel gelir… Belki de bu yüzden bazıları o duvarın ardına saklanmak yerine içine hapseder kendini. Her yere kendisiyle birlikte taşır duvarını da. Haçını taşıyan İsa gibidir, çektiği acıyı, gelecek olan mutlulukla perdeler.
Tezer Özlü, varoluşunun herhangi bir zamanında, kendisini içine hapsettiği gizli duvarıyla birlikte yaşamın ucuna doğru bir yolculuğa çıkıyor. İçindeki acıları, ruhundaki uyumsuzluğu azaltabilmek adına yaşamın anlamını bulmaya çabalıyor.
" Her gidiş, her yolculuk, kendi 'beninin' bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir."
 Derken, bu inişte Pavese ile birlikte Kafka ve Svevo'nun izini sürüyor. Kendisiyle ve yaşamla hesaplaşırken, onlarla da yüzleşiyor.
18 şubat 1986’da, 43 yaşında kaybetmiş olduğumuz Tezer Özlü; kendi olmanın, aklını ve bedenini özgürleştirmenin yolunu aradı tüm yaşamı boyunca. Toplum çürümüşlüğünü ve iki yüzlülüğünü, kişinin kendine dahi söylemeye cesaret edemediği bazı gerçekleri yazılarında haykırdı. Aklın ve ölümün peşinden kucağındaki kocaman sözcüklerle koştu. Yaşamın anlatıldığı ve öğretildiği gibi ilerlerde –başka bir dünyada- değil , yaşanan her anda olduğunu yazdı. Aklın ve yaşamın sınırlarını zorlayan bir yolculuğun tanığı oldu. Yaşadığımız dünyanın gerçeği baş etmenin kolay yolunu bulan, gerçeği yok sayarak yalan bir dünyada yaşamayı tercih edenler, onun bütün bu koşuşlarında, kaleminden dökülenlerden bulaşıcı bir hastalık gibi uzak durdu.
Sizlere önce hayatından bir özet sunmak istiyorum. Yazarımız Simav'da doğdu. Çocukluğu anne babasının görev yaptığı Simav, Ödemiş ve Gerede'de geçti. İstanbul'a on yaşındayken geldi. 1961'de yurt dışına çıktı. Önce Paris’te bulundu: Kule (Eyfel), soğuk, ihtişam.  Sonra hayallerimin şehri Ankara'ya yerleşti: Köprü, tiyatro, güneş, mutluluk.  Bu dönemde Özlü Almanca çevirmen. Geçirdiği rahatsızlık nedeniyle kesintili olarak 1967 - 1972 yılları arasında farklı hastanelerin psikiyatri kliniklerinde kaldı İstanbul'da: Bulut, deniz, yağmur.
Gittiği birkaç yerden sonra 1984'te Zürih'e yerleşti: Akçaağaç, kutup ayıları, şelale (Niagara). Göğüs kanseri nedeniyle 1986'nın 18 Şubat'ında burada öldü. Şimdilerde Aşiyan Mezarlığı'nda. Boğazın kıyısında. Bir kız çocuğuna anne. Özlü, Yol filminin çekimi döneminde yaşananları anlattığı filmde Yelda Reynaud tarafından canlandırıldı. Birde benim ilginç ve dikkat çekici bulduğum bir eylemi gerçekleştirdi;  1962 - 1963 yıllarında otostopla Avrupa'yı gezdi. Görünür, bilinir hayatı bundan ibaret.
Eserlerinden bahsedecek olursak; çok fazla eseri var denemez yazarımız için. Toplam yedi adet eser kaleme almış. Bunlardan ilki 1978’de kaleme aldığı 1963′ten itibaren dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşan “Eski Bahçe”. Çocukluğundan başlayarak yaşadıklarını ve klinikte kaldığı bu dönemleri 1980’de ilk romanı “Çocukluğun Soğuk Geceleri” kitabında yazdı. Kendisini derinden etkilemiş üç yazar olan Svevo, Kafka ve Pavese’nin izinden giderek yazdığı ikinci romanı 1983′te “Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde)” adıyla yayımlandı.
1983 Marburg Yazın Ödülü’nü kazanan kitap, yazar tarfından “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adıyla Türkçe olarak bir anlamda yeniden yazıldı ve bu haliyle 1984′te basıldı. İlk öykü kitabı “Eski Bahçe” ölümünün ardından, daha sonra yazdığı öykülerle birlikte “Eski Bahçe – Eski Sevgi” 1987′de okurla buluştu. Günce ve anlatılarından bazı parçalar ise “Kalanlar” (1990) adlı küçük bir kitapçıkta bir araya getirildi. Özlü’nün yayımlanmamış senaryosu “Zaman Dışı Yaşam”da 1993′ten itibaren yazarın tüm yapıtlarını yayımlayan YKY tarafından basıldı. Bu seride, yazarın dostu Leyla Erbil’e yazdığı mektuplardan oluşan “Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar (1995)” da bulunmakta.
Yazarla ortak bir özelliğimizi keşfettim:  Yaşamın onun için tek anlamı vardır: Gitmek!
"Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı "gitmek" olarak algılıyorum."
Gitmek bazen intiharla eş anlamlıdır. Özlü, 18 yaşından itibaren kaç kez denemiştir bunu. Aklın sınırlarını zorlayarak,akıldan öte bir başka boyutun derinlerine varmak istemiştir hep. Akıl ve delilik arasındaki o ince çizgide gidip gelirken, kendi sınırlarının dışına taşan bu yolculukta, bir başınalığını derinden duyumsamanın keyfini de sürmüştür.
Kafka'nın, Svevo'nun mezarları başında onlarla konuşur Tezer Özlü. Pavese'nin intihar ettiği otelde, Otel Roma'nın 305 nolu odasında geçmişten kalan o ölüm ve intihar kokusunu duymak ister. O anı yaşar kendi içinde.
"Orada yalnızlık, en büyük yalnızlık içinde yitiyor. Hiçlikte."
 diye düşünür. Kitabını Pavese'nin
 "Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi?"
sorusu ile noktalar.
Edebiyatımızın mahzun prensesi olarak anılan Tezer Özlü, 9 Eylülde Pavese ile aynı günde doğar.Henüz küçük bir çocukken bile içinde duyduğu "gitmek" arzusuyla ablası Sezer'le birlikte dünyanın ne kadar büyük olduğunu görmek için yaşadığı kentin sonuna kadar yürür. Dünya şimdilik onun bilemeyeceği kadar büyüktür. Oysa çok yakın bir gelecekte dünyanın sadece bir "hiç" olduğunu düşünecektir Tezer.
Öğretmen bir anne ve babanın üç çocuğundan en küçüğüdür. Anadolu'da geçen bir çocukluktan sonra annesinin tayini ile İstanbul'a gelirler. İlk okuldan sonra ablası ile Avusturya Kız Lisesi St. Georg'a devam eder.Lise yıllarında okulun gönderdiği kampla Viyana'yı görür. Ertesi yıl Almanya ve Hollanda'yı. Son sınıfta okulu bırakarak Almanya'ya oradan da Paris'e geçer. Burada Adalet Ağaoğlu'nun kardeşi Güner Sümer'le tanışır ve aşık olur. Evlenirler. Oysa Tezer, aradığını bulamamıştır bu evlilikte. Ayrıca ruh sağlığı da iyice bozulmuştur. Manik-depresif tanısıyla akıl hastanesinde tedaviye alınır. Oldukça sancılı geçen bir süreç başlar böylelikle. Hastaneden çıktığında pek çok şey yitirdiğinin farkındadır.
Anılarından yola çıkarak yazdığı "Çocukluğun Soğuk Geceleri " tam bir sessiz çığlık gibidir. Burada yaşam ve ölüm olarak çıkar karşımıza. Ve şöyle der:
"Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel gözükmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel ölü bir gövdeyle öç almak istediğim insanlar var."
Evet, öç almak istediği insanlar vardır Tezer'in. Özgürlüğünü baskı altına alarak doyasıya yaşamasına izin vermeyenleredir tepkisi. Kurallaradır. Onların küçük dünyalarınadır...Çocukluğunda acı çekmeye, farklılığını keşfetmeye başlayan Tezer'i tanırız bu kitabında.
Tezer Özlü ikinci evliliğini sinemacı Erden Kıral'la yapar.Nihayet aradığı mutluluğu yakalamıştır. Bir kızı olur. Yıllardır yazdığı ve dergilerde yayınlanan öykülerini "Eski Bahçe" adı altında toplayarak yayınlatır. 1981 de sanatçı bursu alarak kızıyla birlikte Almanya'ya gider. Artık Almanca düşünüp yazıyordur. "Bir İntiharın İzinde" yi bu arada yazarak yayınlatır.
Ferit Edgü'nün "Hakkari'de Bir Mevsim" romanından Erden Kıral'ın çektiği film, Tezer'in gayreti ile Berlin Film Festivaline sokulur ve Gümüş Ayı ödülünü alır.
Tezer Özlü yaşadığı bu uzak kentte yeniden aşık olacaktır. Kendinden on yaş genç olan Hans Peter Martin'le evlenmek için Erden'den ayrılması hayli sorunlu olur. Evlilik içinse Türkiye'de akıl almaz bürokratik engeller çıkar. Sonunda İsviçre'de evlenir sevdiği adamla.
Bir sabah göğsünde yumrular fark ettiğinde artık çok fazla vakti kalmamıştır Tezer'in. Oysa henüz çok gençtir ve yazacak çok şeyleri vardır önünde. Belki de yaşanacak başka aşklar, gidilecek başka kentler vardır...
25 Şubat 1986 da Aşiyan'da toprağa verildiğinde 43 yaşındadır. Ve yaşam, Pavese'nin dediği gibi, yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız bir hiçtir...

8 Mayıs 2013 Çarşamba

"Ne Okuyorum?"dan Alaçatılı


 
“kökler, taş ev, yasak aşk…”
Alaçatı, pek doğru olmasa da, yöre halkınca bir Rum beldesi olarak bilinir. Her taş evinin kuşaklar boyu unutulmamış Rumlarla ilgili bir hikayesi, her ailesinin Rumlardan kalma kırık dökük birkaç parça eşyası vardır. Rumların Alaçatı’ya geliş gidişleri ise okyanus med cezirleri gibi abartıyla anlatılır.
ALAÇATILI “kökler, taş ev, yasak aşk…” romanı XIX. yüzyılın sonlarını da içine alan, yakın tarihimizin özgünlüğünü yitirmemiş, eşsiz mekânlarında geçer. Türk ve Rum iki ailenin aynı taş evde yaşadıkları acı tatlı olayları gerçekçi şekilde, yalın bir dille anlatır.
Rum ailenin yaşam seviyesini yükseltmek amacıyla 1890 yılında Sakız Adası’ndan Alaçatı’ya gönüllü göçü, Boşnak ailenin Balkan Savaşlarından sonra hırçınlaşan Karadağlı çetelerin baskısından kurtulmak için ilk gemi kafilesiyle nüfusunun çoğu Rum olan Alaçatı’ya zorunlu yerleştirilmesi, Rumların I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki yönetimince Sakız Adası’na geri gönderilmeleri, Yunanlıların 15 Mayıs 1919’da Batı Anadolu’ya asker çıkarmaları ve Alaçatı’da Osmanlı yönetimine son vermeleri…
Ardından II. Dünya Savaşı günlerinde Sakız Adası’nın Alman uçaklarınca bombalanması sonucu Rumların can korkusuyla Türkiye’ye sığınmaları, yaşamları taş evde kesişen farklı kültürlerden iki gencin savaş koşullarında alevlenen yasak aşkları, Rum ailenin Kıbrıs ve İngiltere üzerinden Yeni Dünya’ya göçü ve New Yorklu avukatın Alaçatı’da köklerini araması…
Yörenin yakın tarihine ışık tutan, yöre halkınca anlatılan yaşanmış ya da söylence olayları yansıtan ve Türk-Yunan dostluğuna tanıklık eden ALAÇATILI “kökler, taş ev, yasak aşk…” akıllardan kolay silinmeyecek bir insanlık dramı.
Ege Denizi’nin mavi sularının niçin hep mavi kalması gerektiğinin hikâyesi.
Yazarın okuduğum ilk kitabı ve çok çok beğenerek okuyorum. Sizlere biraz Mehmet Culum’u tanıtmak istiyorum.Aslında kitapta bir sayfa yazar ile ilgili bilgi var ama,bir sayfada da yayın evinin izni olmadan hiç bir şekilde alıntı yapılamaz diye de bir yazı var.Onun için bende başka kaynaklardan Mehmet Culum hakkında araştırma yapmak istedim ilk rastladığım kaynak wikipedia idi daha sonra başka bir kaynak daha buldum ki bu siteyi bulduğuma çok sevindim.
Bu sitede yazarın özgeçmişini,yazmış olduğu iki romanı (Alaçatılı ve Azabağa),basıma hazırlanmakta olan yeni bir romanıyla (Kalenin gölgesinde) ilgili bilgiler,yazdığı bazı yazılar ve hikayeleri okuyabilirsiniz.
Romandaki bazı olaylar,mekanlar ve kişilerle olan yakınlığı, benzerliği görebilmek için yazarın hayat hikayesini kısaca bilmekte fayda var.
1948 yılında Çeşme-Ilıca’da doğdu. İlköğrenimini Çeşme’de, orta öğrenimini 1959–66 yılları arasında Bornova Anadolu Lisesi’nin İzmir Maarif Koleji olduğu dönemde tamamladı. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin İşletme Bölümü’nden 1971 yılında mezun oldu. ABD ve Hollanda’da mesleğiyle ilgili çeşitli işlerde çalıştı.
Askerlik görevini 125. Dönem yedek subayı olarak yerine getirirken, çıkan Kıbrıs Barış Harekâtı’na katıldı ve devletçe ‘gazi’ unvanı ile onurlandırıldı.
İş yaşamına İzmir’de bir bilgisayar firmasında uzman olarak başladı. Yurt içinde ve dışında çeşitli mesleki kurs ve seminerlere katıldı. Ege Bölgesi’nin büyük firmaları için özel olarak ‘İşletmecilikte Bilgisayar Kullanımı’ ile ilgili idari ve teknik seminerler düzenledi. Bir Amerikan firmasıyla ‘İş ve Zaman Etütleri’ ve ‘Verimlilik Geliştirme’ çalışmalarında bulundu. Bir süre serbest bilgisayar danışmanlığı yaptı. 1982 yılında eşiyle birlikte Çeşme’de turistik antikacılığa başladı ve emekli oluncaya kadar bu işini sürdürdü.
Emekli olduğunda Alaçatı’ya yerleşti ve yörenin sözlü tarihiyle ilgili araştırmalar yapmaya başladı. Bu çalışmalarının sonucunda ilk romanı AZAB AĞA 2004 Nisan’da Bulut Yayınları, ikinci romanı ALAÇATILI 2006 Haziran’da April Yayıncılık tarafından okuyucuya sunuldu. BALEV Eğitim Vakfı tarafından ‘Beyaz Yorum’la ödüllendirilen Culum’un Ulu Önder Atatürk’ün Çeşme’ye gelişiyle ve Çeşme’nin sözlü tarihiyle ilgili yazıları çeşitli araştırmalarda kaynak olarak kullanılmakta olup, halen Kıbrıs Barış Harekâtı öyküsünü de içeren yeni romanı üzerindeki çalışmaları sürmekte.
İngilizce, Hollandaca ve Almanca bilen, seyahat etmek, fotoğraf çekmek ve sağlıklı yaşam sporları yapmaktan hoşlanan Culum, Hollandalı Jeanne (Jan) ile evli ve iki çocuk, bir torun sahibi.
Roman hakkında yazımı sadece baş kahramanları tanıtarak bırakacağım;gerisini kitaptan okumak lazım.
Çeşme’de yörenin en eski antikacı dükkanına sahip emekliliğine az bir süre kalmış bir bey,Hollandalı eşi,köklerini aramak için Amerika’dan kısa bir süre için Alaçatı’ya gelmiş bir avukat,Balkanların batısındaki Güney sancak bölgesindeki kasabalardan biri olan Güsinye’den yola çıkıp binbir zorluk çekerek Alaçatı’ya ulaşan genç bir karı koca,bir büyük anne ve küçük kızdan oluşan Boşnak bir aile, Sakız adası’nın Armolia köyünden Alaçatı’ya gelen genç bir çift ve bir ihtiyar anneden oluşan Rum aile…
Yazarın geniş tarih ve mekan bilgisine kaleminin gücü de eklenince işte bu güzel kitap ortaya çıkmış. Okumanızı tavsiye ediyorum.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Üçüncü Tekil Şahıstan Birinci Tekil


 
 Geçtiğimiz günlerde yeni tanıştığım sevgili bir arkadaşımın, bir ablamın sınıfında bir öğretmeni kompozisyon ödevi olarak bir arkadaşlarını anlatmalarını istemiş. Kendisi de sağ olsun beni anlatmak istemiş. Okuyunca ben çok sevdim; dilerim sizler de seversiniz:
“Tanıdığım nadir ve değişik insanlardan biri O. Bu satırlarda üçüncü tekil şahıs olarak bahsedeceğim ondan sizlere. Kendisini yaklaşık 3-4 yıldır tanıyorum ama birebir muhabbetimiz yeni yeni olmaya başladı.
Değişik alışkanlıkları var. Ve tabi düşünceleri… Tanıdığım herkesten farklı düşünüyor. Bazen imreniyorum ona doğrusu. Yaşıtlarında oldukça farklı düşünüyor. Ondan 2 yaş büyük olmama rağmen bazen benimle bile ters düşmekten çekinmiyor. Düşüncelerinin hep arkasında...
Yolun hep en uç tarafından yürüyor, yalnızlığı seviyor. Yolun hep aynı yerinden karşıya geçiyor bir adım şaşmıyor. Yürümek onun için bir tür terapi. Müzik dinlemeyi ve kitap okumayı hayatının bir parçası durumuna getirmiş durumda.  Kitap demişken çok okuyor; çok çok fazla okuyor, kitap okumayan birine âşık olunamayacağına inanıyor. İnanılmaz okuyor ve bundan büyük mutluluk duyuyor. Onu ne zaman görsem elinde başka bir kitap...
Bir toplulukta yürürken hep solda yürüyor.  Ama bir erkeğin solunda yalnız eşinin yürüyebileceğine inanıyor. Değişik inançları var. Solda yürüyen kadının sağ omzundaki mutluluğa inanıyor. İnsanları bir bakışta tanıyabiliyor ve çoğu zaman yanılmıyor.
Çayı aşırı çok seviyor, onun için çok önemli. Zaten devamlı çay içiyor. Bir de kahve bağımlılığı var ama onu ayılmak için kullanıyor çünkü çok az uyuyor. Ama uyuyunca her şeyin geçeceğine inanıyor. Bu arada kahveyi çaydan çok sevdiğini söylerken “kahve duymasın gücenirse çok üzülürüm” diye ekliyor.
Kitapları onun için ayrı bir dünya. Hepsini tek tek birer kişi gibi görüyor ve öyle değer veriyor. Kitaplardaki insanları sokaklardakilerden çok seviyor. Bir ton kitabı var ve onlarla inanılmaz mutlu.
Kendi yaşındaki insanlardan çok çok farklı her şeyiyle... Saatlerce eski müzikleri dinleyip hiç sıkılmıyor. Değişik bir müzik zevki var, o da kendine has. Dinlediği müzikler anlatılmaz mutlu ediyor insanı. Pop dinlemiyor pek fazla. 1900’lü şarkılara bayılıyor özellikle plaklara.
Dinlediği televizyon ve radyo programları her insanın sıkılmadan dinleyeceği türden değil. “Makam Farkı”nı dinleyerek mutlu olabiliyor ve tam bir Leyla İle Mecnun hastası. Mutluluk demişken; mutlu olması çok kolay... Saçlarını açtığında yüzüne çarpan şampuan kokusuyla bile mutlu olabiliyor. Gözlerini açabiliyor olmasını bile bir mutluluk nedeni olarak görüyor. İnanılmaz derecede pozitif bir insan. Ve çok güzel gülüyor. Gülüşü insanı neşelendiriyor adeta.
Aynı şekilde değişik bir enerjisi var. Mutlu olduğu ortamdaki herkesi mutlu edebiliyor. Hüzünlü olduğu anlarda ise çevresindeki herkes hiç bir şey yapmadığı halde ona katılıyor sanki. Ama onunla olmak bile hayata farklı baktırmaya yetiyor. Mesela elleri, elleri bile güven veriyor.
Denizi ve maviyi çok seviyor. Hemen hemen her kıyafeti mavi, öyle ki artık annesi mavi bir şey alamsını istemiyor. Annesi demişken annesiyle inanılmaz bir samimiyeti var. Ve babasına tam anlamıyla âşık.  Annesi olmadan hiç bir şey yapası gelmiyor. Kardeşlerine de aşırı bir bağlılığı var. Çocuklar garip bir şekilde onu çok seviyor. İyi bir anne olacağı şimdiden belli.
Yalnızlığı seviyor. Yanına illa birini aramıyor. Garip yetenekleri var. İnsana zor gelen bir şeyi kolaycacık hemence yapıveriyor sen anlamadan hayran kalıyorsun. Doğru bildiğini söylemekten çekinmiyor. Kendi doğrularının hep arkasında. Hayatındaki insanların yanlış kararlar alamsına müsaade etmiyor. Kendisi de yanılmıyor çünkü hep mantığıyla hareket ediyor ama yeri geldiğinde kalbine de yol vermesini biliyor. Garip bir şekilde çok cesur çok yürekli.
Günümüz aşklarına ve gerçekliğine inanmıyor. Kocaman bir yüreği var ve kocaman yürekli birinin onu bir gün bulacağına inandığı için acele etmiyor. Hayatına gereksiz insan almıyor ve çok karşı. “Aşk” kavramının şimdiki kadar basit olamayacağına kanaat getirmiş ama aşka inanıyor. Birlikte sevdiği çiftler var mesela.
Kendine kapanık. Çok sırlı yaşıyor. Onu tam anlamıyla tanımak imkânsız gibi bir şey. Çok uzun vadeli plan yapmıyor. Sabah kalktığında akşam için söz vermiyor mesela. Sözlerine çok sadık. Söz verdi mi her halükarda tutuyor. Çocukları bile kandırmıyor. İlginç bir insan tamamıyla.
Geleneklerine çok dikkat ediyor. Herkesle mesafeli. Sıkı fıkı olduğu insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Tam bir eskin İstanbul hanımefendisi. Öyle bir edası var. Kendiyle barışık bir insan.Ve çok veciman. Evde oturmaya bayılıyor ama gezmeyi de seviyor. Sempatik ve sadece ondan duyduğum kelimeleri var. Kelime türetmeyi seviyor bir de öğrendiği her yeni kelimeyi hala cümle içinde kullanmaya özen gösteriyor.
Açık havaya bayılıyor. Özellikle bahar havalarında cıvıl cıvıl. Çok da film izliyor. Bahçede oturmak en büyük hobilerinden. Hayattan beklentileri fazla ve umudunu hiç yitirmiyor. “Nefes alıyorsak hala umut var demektir” ilkesine inanıyor. Benimsediği bunun gibi birçok ilke var.
Çok titiz bir de. Bütün kitapları rafta, giysileri dolapta aynı yöne bakıyor. Kıyafetleri konusunda çok özenli. “Kıyafet insanın bayrağıdır” ilkelerinden biri. Kimseyi küçümsemiyor. İnsan ayrımı yapmaya çok karşı. Yanında yapılacak her hangi bir muhabbette hemen” biz böyle yaratılmayı kendimiz mi seçtik ki böyle konuşma hakkını buluyorsun kendinde” diye azarlıyor. Dedikoduya çok fazla karşı. Yanında asla ettirmiyor kime ne söyleyecekse yüzüne söylüyor. İnsanları kırmaktan çok fazla korkuyor. Kendisini “çok iyi bir insan olmasam da ben kötü biri değilim” tanımıyla tanıtmayı kâfi buluyor. Kendine has tabirleri var. Onları bir tek o kullanıyor.
İşte böyle nev-i şahsına münhasır bir zat-ı muhterem kendisi. Konuşma tarzından duruşuna her şeyi kendine özgü. Bir benzeri daha yok. Şaşılacak bir kız. Ben bir kız olarak hayranlık duyuyorum kendisine. Bazen ben ondan değil o benden büyükmüş gibi davranıyor. Bu saydığım özelliklerin sahibi henüz sadece 18 yaşında bir kişilik ama 28 yaşında bir akla sahip olduğunu düşünüyorum. Ve böyle bir arkadaşım olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum.”
Kendisine düşünceleri için çok teşekkür ediyorum. Böyle bir insan olarak anılmak inanın çok onur ve gurur verici. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Sağlıcakla kalınız. :)


http://www.youtube.com/watch?v=HPO_Q2NtcRc

Yolumun Sonbaharı


 
Bu yola başladığımda kıştı mevsim. Karlı yollar çokluktaydı çoğu zaman. Lise yolculuğumun en berbat yılıydı kendisi. Ama kendisi duymasın gücenirse çok üzülürüm. “Lise” yeni bir dünyada bambaşka insanlarla tanışmaktı. Kim ne derse desin lise; insanın karakterinin oturması yolu filminde başrol oyuncularından biri. İnsan karakterinin yüzde seksenini bu dört yıl içerisinde oturuyor bu bir gerçek.
Mevsimler birbirini takip etmekle, zaman geçmekle hükümlü varlıklardır. Derken kıl bitti, mevsim bahara döndü. Avazım çıktığı kadar bahardı ! Baktım geleceği yok kendisinin gidip tutup kolundan getirmiştim onuncu sınıfa. Bu yıl hayatım boyunca hiç unutamayacağım ve hayatımın sonuna dek sürecek alışkanlıkları kazanmamda en yardımcı yıldı. Bana inanılmaz güzellikler getirmişti kendisi. Yepyeni ve uzun ömürlü dostluklar, birbirinden şahane insanlar ve güzel alışkanlıklar kazandırmıştı. Bir nevi hayat yönümü aşağı yukarı belirlemiştim. Tabi arada fasulyeler olmadı mı, oldu elbet. Ama benim kanayan dizlerim yoktu bir tek, benimde kanattıklarım vardı elbet. Ezdiğim kumlar, geçtiğim yollar hala gölgemi taşıyorlar.
                Mevsimler geçiyor ve büyüyorduk. Köprüler göze alıyor, tekin olmayan suların üzerinden atlıyorduk; cesurduk. Sonra mevsim değişti. Takvimler bir yıl attı ve yaz oldu yolumda on bir. Yine her yıl artan değerlere değerler kattı on bir. On bir ortalama bir yıl oldu. Hüzün ve neşe iç içe geçmiş biçimde ilerliyorlardı önümde şakalaşarak. Bahar kadar çok olmasa da, bahar kadar değerli kişiler kattı ömrüme yaz.
                Ve şimdi en sevdiğim olan mevsimlerden sonbahardayız. Bu yolda geldiğim köşe dönüşü bambaşka diyarların başlangıcı olacak bu mevsim. En sevdiğim mevsimin hakkını verdi on iki. En yoğun, dolu dolu, tempolu geçirdiğim yıl oldu zatı muhterem. Uyumaya vakit bulamadığım zamanları olsa da, bir yandan  hayatımın dönüm noktası olan üniversite sınavına hazırlansam da; hayat benim için hızını hiç kesmeden devam etti mutluluğuyla. Bu yıl evet bambaşka geçti. Asla değiştiremeyeceğim alışkanlıklar girdi hayatıma. En sevdiklerimi topladım bu yıl okulda. Son yılımın hakkını vererek geçirdim her anı.
                Mevsimler kaldı geride. Aylar, yıllar kaldı... Kurduğum her düşe tam on sekiz sene, tam yetmiş iki mevsim şahit oldum. Daha sayısız mevsim bana ilham,  adı konmamış rüyalara ad olmaya geleceğim. Olur da içimde dünyayı değiştirme hissiyle uyanırsam yalnız kalmayayım diye.
Şimdi köşe başının dönüşüne yaklaştık hayat yolunda.Bu sene bittiğinde geride hiç unutamayacağımız hatıralar kalacak bu dört duvar içerisinde. Hayatımın en güzel yıllarından bazılarını geçirdiğim bu okuldan ayrılacak olmak, bir daha bu okulun yerli öğrencisi olarak burada bulunamamak her ne kadar hüzün ekse de gönül bahçeme yine de yaşanacak başka hayaller heyecanla dolduruyor içimi.
Yeni bir mevsim, yeni bir yaş getirerek yine bu köşe dönüşü bize.  İşte bu bahar başka olacak. Yeni hayaller, yeni fikirler, yeni insanlar. ‘Bu yıl her şey başka olacak’ her yeni yıl gibi. Radikal kararlar alacaksın, yapamadığın şeyleri yapacaksın, unuttuğun dostlarını hatırlayacaksın, hatta bazen uzak durduğun kalemine yeniden sarılacaksın. Bu yıl her şey başka olacak. Bu güzün kapıları bahara açıldığında hayatında kapıları bambaşka bahçeler vaat edecek bizlere; hissediyorum.
Bu dönümden sonrası kalabalık olacak. Bambaşka kapılar açacak hayat, inanıyorum. İnanmak güzeldir. Umut her zaman vardır, en imkansız anlarda bile. Ve ben bu yolculuğun burada bitmeyeceğine inanıyorum benim için. Bizim yine yollarımız kesişecek yeniden bahar geldiğinde yıllarca merdivenlerini üniformayla inip çıktığım Sultanbeyli Lisesi’yle.
Artık bizler için veda vakti her ne kadar zor olsa da. Son demlerimizi yaşadığımız bu okuldaki anlarımızı tadını çıkara çıkara ve hakkını vererek geçiriyoruz . Her ne kadar bana hala bu okulda gerçekten dört yıl geçirdiğim ve artık bitirdiğim inandırıcı gelmiyor olsa da, kabul edemesem de bizler artık sona yaklaştık hatıralarla dolu bu dört duvar için. Bu yıl bittiğinde bilinçli birer birey olarak karşılayacak bizleri hayat. Yola devam ederken geride eski birer fotoğraf karesi olarak kalanlar da olacak bizimle bu yola devam edenlerde; başımızdan geçen her şeye, hepsine selam olsun.
Vakit, avazın çıktığınca şarkılar söyleme vakti. Bir kuşa gülümsemek için, sebepsiz bir iyilik yapmak için, kimsenin ihtimal vermediği hayallerini gerçekleştirmek için yarını bekleme!

2 Mayıs 2013 Perşembe

"Ne Okuyorum?"dan Şeker Portakalı



Şeker Portakalı José Mauro De Vasconcelos'un 1968 tarihli romanı. Fakir bir aile çocuğu olan Zeze'nin yaşadığı olayları anlatan kitabın ardından yazar Güneşi Uyandıralım ve Delifişek kitapları seriyi devam ettirmiş. Kitap 12 günde yazılmış. Şeker Portakalı, onu ülkesinin en ünlü yazarlarından biri yapmış. Bu romanını on iki günde yazdığını açıklayan yazar, ‘Ama onu yirmi yıldan fazla taşıdım yüreğimde,’ der.
Bu kitabı okumak nerden esti bilmiyorum. Kahverengi kabuklu defterimde yüreğimden düşen satırların sayfalarından birisinin üzerine bi tarihte, tarihte meçhul, not düşmüşüm "Şeker Potakalı-Vasconcelos" diye. Geçenlerde defterimin sayfalarını karıştırırken ismini gördüm. Kitabı bir kaç yere sordum bulamadım. Olabileceğini düşündüğüm insanlardan birine sorarken kitabın sansürlü olduğunu öğrendim. Meğer geçtiğimiz aylarda bir velinin herkesçe kabul gören haklı (!) nedenleriyle sansürlenmiş. Müstehcen bulunan kelimeler varmış içerisinde; bunlar sizin anladığınız şekilde şeyler değil, Google Amca'nıza sorun göstersin.
Milli Eğitim Bakanı'mızın olanlar üzerine yaptığı açıklamanın içinden elle tutulur tek cümle: ""Şeker Portakalı" ve "Fareler ve İnsanlar" ile ilgili sansüre ilişkin bir işlemin söz konusu olmadığı".
Bu saçmalıklar üzerine biraz geç de olsa çocukluğumda okuyamadığım Şeker Portakalı'nı okudum. Bu ayarsız zihinlerin neyi müstehcen bulduğunu anlamak istedim.
Çok uğraştım içinde müstehcen bir şeyler bulmak için. Hatta kendimi öyle koşullandırmışım ki; Portuga'nın Zeze'ye yaklaşımından şüphelendim, "bu adam ne yapmaya çalışıyor acaba?" dedim. İşte insanın içine fesatlık tohumunu ekersen böyle herşeyi kötüye yorar. İçteki fesatlığın dışa vurumu.

Geçelim artık bunları, Şeker Portakalı'nı beğendim mi? Tek kelimeyle pişmanım. Şeker Portakalı'nı bu kadar geç okuduğum için. Bu kadar güzel bir hikaye olabilir mi? Zeze'yi alıp sarasım, kollayasım, Portuga'sı olasım geldi. Koskaca adamın gözlerini doldurdun ya Zeze...
Kitabın bazı yerlerinde Zeze'yi çok sevdim, bazı yerlerinde mantığına şaştım, bazı yerlerinde gözlerimi doldurdu az kaldı ağlayacaktım. Özetle mantıklı ve mantığını sürdürmeyi başaran bir çocuk olduğuna karar verdim. 
Belki çocukken tanışamadım Zeze'yle ama, şimdiden itibaren Zeze benim en büyük kahramanım diyebilirim tabi Masumiyet Müzesi’ndeki Kemal’den sonra; onun aşkına hayran kalmıştım malumunuz. Bilinçli bir veli olduğumda da çocuğuma kesinlikle okutacağım bir kitap olacak Şeker Portakalı.
Çünkü Zeze onların anladığı gibi "Müstehcen" bir karakter değil, aksine; boyamadığı ayakkabıya ödenen ücreti almayan, okula yiyecek bir şey getiremediği için üzülen öğretmeninin verdiği böreği kendinden daha aç olduğu düşüncesiyle bir başka arkadaşıyla paylaşan, onurlu ve gururlu bir çocuk Zeze...
Özetle Şeker Portakalı şeker tadında bir kitap. Elinize aldığınızda bırakmak istemeyeceğiniz, uykunuzdan çalıp "bir sayfa daha" diyeceğiniz bir kitap. Ben okuyorum, aldığım ilk gün yarıladım. Okuyun, sevdiklerinize de okutun.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Kitap Efendileri (!)


Efendim neymiş Ahmet Ümit okunmazmış, Oğuz Atay samimi değilmiş, Nazım Hikmet anarşistmiş; efendim neymiş Necip Fazıl kitabı anlatma, efendim neymiş Amin Maalouf 'Tanrı' yerine Allah demeliymiş, efendim neymiş diğerleri şöyleymiş, şunlar böyleymiş... Efendim şu çok dinsiz, şu çok günahkarmış..
Efendime gelince her kitap saçmaymış, aptalcaymış. Oh ne ala mualla... Karpuz tarlasından seçelim kabak olmayanları... Dolduralım kilolukları.. Seçelim en güzelleri.
Efendileri! burası karpuz tarlası değil.. Siparişle kitap eleştirmiyoruz.
Efendileri! korkunuzla, tabunuzla, korkunuzla kitap okuru olamazsınız. Siz milletin ahiret bekçisi misiniz, bileti kesecek olan siz misiniz? Ey efendileri bir bilgiyi, bir paragrafı kaldıramayan acizlerin, farklı bir düşünceyi bile kaldıramayan insanların bize akıl vermesi son derece zararlıdır.
Hayatında bir kitabı eline almamış, kokusunu içine çekmemiş insanlar kitaplar hakkında böylece  yorumda bulunuyor. Bu tip insanlara burada yer yok, ve en kötüsü de bu insanlara bir taneninizin çıkıp da cevap verememesi. Bu tip karanlık insanlara cevap verirken artık terliyorum. Hoşgörü tema alınmış bir kurum burası, kitap genel bir kavramdır, kültür gibi genel bir kavramdır. Kültüre saygısı olmayanın, korkusuna yenik düşenin, egosuna yenik düşenin böyle bir sayfada ne işi var. Bazıları da buna çıkar “eleştirmeyelim mi” der! Evet eleştirebilirsin, hatta gün içinde eleştirdiğim tüm kitapları sizler için paylaşıyorum burada.. Evrensellik budur, hoşgörü budur. Ama karalamak ayrı eleştirmek ayrıdır. Bir insanın, bir yazarın emeğine saygı göstermeden onu anlamadan açıklamak yerine karalıyorsan seni hiç bir eğitim mertebesi, mektebi adam edemez.. Size ne dininden, size ne görüşünden... Ne yani o kitabı yakalım mı atalım mı.. Zihniyetiniz bu mudur?
Neden farklılıklara saygımız yok, bir kitap ya altı üstü bir alıntı.. Bayağıdır genel uyarı yapmıyordum, yani beni anlamanız için tüm sözcükleri kalbinize, zihninize yerleştirmeli miyim? Facebookta tüm sayfaları siyasetle, gırgırla, komediyle, ahlaksızlıkla bitirdiniz. Kardeşim kitap sayfalarından ne istiyorsunuz? Ne zararı var bu bilgilerin size? Ha madem diyorsun “bana zarar”, madem zararı var, madem potansiyelin sadece şiddet, hırs, nefret, haset, kıskançlık, bağnazlık.. Ne işin var buralarda? Diye sorarlar adama.
Yapma arkadaşım. Ağzından, elinden, klavyenden çıkan sözcüklere dikkat et. Her kitap bir insan, her lisan bir insandır. Tatlı dil, hoşgörü varken karalamak seçenekleriniz aklına bile gelmesin.. Lütfen...
Bizler; okuyoruz. Düşünüyoruz. Paylaşıyoruz. Kitap Eleştirileri; kitaplar hakkında fikirleri olan, bir köşede okuyup beğendiği paragrafı herkesle paylaşmak isteyen, en sevdiği yazarın son kitabı hakkında beklediğini bulan/bulamayan herkesin fikirlerini ahlak kuralları çerçevesinde yazıp tartışabileceği, yazma yeteneğine güvenen ya da güven kazanmak isteyenlerin katılabileceği bir bölümdür.
Hepimiz, özellikle ortaöğretimdeki öğrencilik hayatımızda, öğretmenlerimizin önerdiği bazı kitapları okuyup özetlerini çıkartmış ya da tanıtmışızdır. Bu çalışmalar, genelde Türkçe, Türk Dili ve Edebiyatı ve kompozisyon derslerinde gerçekleştirilmekte. Bunlar, genelde edebi eserlerle sınırlı olup bir hikaye ya da romanın özetlenmesi biçiminde olabiliyor. Bazen öğrenciler, bu tür çalışmaları söz konusu roman ve hikayeyi okumadan, varsa piyasadaki özetlerinden yararlanarak yapabilmekte. İyi de bizim amacımız size bu hedefe yönelik bilgi vermek değilki zaten. Bizim amacımız sizleri kitap okumaya yönlendirmek, teşfik etmek. Kitabın konusuna bakın, beğenin/beğenmeyin; duruma göre okumak isteyin/istemeyin diye yazıyoruz bu yazıları. Beğendiğimizi, etkilendiğimizi, “vay be ne kitapmış” dediğimizi paylaşıyoruz burada sizlerle.
Biraz okuyun, bilgi sahibi olun, en azından ismi geçen bir kitaba karşın bir fikriniz olsun; bizim amacımız bu.
Yine de bu bir uyarıdır. Eleştiri olarak algılanmasın zira eleştiri dilimin ne kadar sivri ve acımasız olduğunu bilenleriniz bilir önceki eleştiri yazılarımdan.. Keza efendiler sözüm meclisten dışardadır.
Hem o değil de eskiden "boş vaktinde neler yaparsın?" sorusuna cevap olarak verilirdi "kitap okurum." cümlesi. Şimdilerde insan bunu söylemeye çekiniyor, sanki bir suçmuşcasına boynunu eğesi geliyor insan bu cümleyi söyledikten sonra. Neymiş efendim kitap boş zamanlarda okunmazmış başlı başına bir işmiş! Bu fikri kim yaydı nasıl yaydı bilmiyorum ama önceden böyle değildi; rahat rahat "boş vakitlerimde kitap okurum" diyebilirdik. Ben, galiba ilk olarak televizyonda duymuştum mesela "kitap okumak boş vakit aktivitesi değildir!" cümlesini. Böyle böyle insanları kitap okumaktan soğuttular işte! Halbuki herkes boş bir vakit yaratıp 3-5 sayfa bir şeyler okurdu. Artık bir iş olarak görüldüğü için belki de herkes benim kitap okuma işi(!)ne ayıracak vaktim yok diyor. Halbuki herkesin gani gani boş vakti var.
Ha bu boş vakitlerde n'apılıyor? Tabiki televizyon karşısına oturulup magazin enjekte ediliyor zavallı bünyeye. Neyse efendim geçmiş olsun, fırsat buldukça boş vaktinizde doktora gidin de magazin dolmuş beyin hücreleriniz sağlıklı mı diye bir kontrol ettirin. İşçi ve emekçilerimizin de (sözde) İşçi Emekçi Bayramı'nı kutlarım her ne kadar onlara bayram olmasa da. Sağlıcakla..