Oturup gün boyu seni düşündüm. Çok sıkıldım, bunaldım,
beşinci kattan aşağı baktım sık sık, kendimi düşerken hayal ettim. Düşmekten
çok uçmaktı belki, bilmiyorum. Ama gün boyunca ölemediğim kesindi. O kadar
sıkıldım ki bir ara, depodaki alet çantasını aldım, uzun zamandır tamir
edilmeyi bekleyen bir kaç şey vardı sağda solda bekleyen; okumayı bilmeyen bir
okuma lambası, kendini bile ısıtamayan su ısıtıcısı, fil hafızalı bir zaman
makinası, kanser olmaktan korkan bir kül tablası, hep başkalarını göstermekten
yorulmuş bir ayna, bir kaç yel değirmeni, buğulanmayı unutmuş bir kaç bardak…
Tüm bunların ortasında, bu eşyalar dünyasında bugün, ölü bir baykuşla oturup
rakı içtik.. O susuyor ben dinliyordum, ben anlatıyordum o dinliyordu, kafamız
dumanlıydı, hayal meyal hatırlıyorum; ara ara gelip fotoğrafımızı çekiyordun
sen. Ağlıyorduk. Gülmekten ağlıyorduk.
Büyüklerle ben yapamıyorum, çocuklar da almıyor beni
oyunlarına. Devlet dairesinde yangından kurtarılmayacak sıkışmış bir çekmece gibiyim; açılamıyorum sana...
Gülmüyorsun ki. Gülsen, kapanacak yüreğimde açtığın yara..
Her şey seslerdedir; geçmiş, şimdi, gelecek. Dinlemeyi
bilmeyen insan, hayatın bize her zaman sunduğu öğüdü asla duymaz. Ve ancak o
anın seslerine kulak veren insan doğru kararlara varabilir.
Hayatta hiçbir şey uğrunda ölmek için istenmez. Her şey
yaşamamız için olmalıdır. Hatta biraz ileri gideyim, kendi yaşamamız için...
Sen kafanın içindeki yokluğa o kadar saplanmışsın ki, derhal uğrunda can feda
edecek bir şey arayarak ikinci bir yokluğa dalmak istiyorsun! Yaşamak,
herkesten daha iyi, herkesten daha üstün yaşamak, insanlara hâkim olarak,
kuvvetli, belki de biraz zalim olarak yaşamak... Dünyada bundan başka istenecek
ne vardır? Hayatını bu gayeye vakfet, görürsün, nasıl birdenbire canlanacaksın!
Eğitim denen şeyi ne zannediyorsun ki? Okulda insanın asıl
öğrenmesi istenen, anlatılan dersler değil ders anlatılırken susması
gerektiğidir.
Kendini sürekli anlatmak zorunda hissetmek zor. Edebiyat karın doyurmaz, çay içirir sonuçta bu da bir gerçek. Anlatmaktan
vazgeçip içine kapanmak daha da zor. Her ikisini de yaşıyoruz. Yavaş yavaş
özgüvenimiz törpüleniyor, kendimizden vazgeçiş başlıyor, dönem dönem hırs
basıyor, yeni hedefler konuyor, koşuluyor yolda vazgeçiliyor. Bazen de hedefe
ulaştığında asıl sorunun devam ettiğini görüyorsun. Hedef sadece seni oyalamış
oluyor. Katlanma kat sayını artırıyor.
İnsan en çok kendiyle ilgilenir; ama bu ilgi bir yönteme
dayanmaz ve kendini tanıma sorunu bilimsel bir yolla çözülemezse sonsuz
bunalımlar karanlığına düşer birey. Değerini tam bilmeyen kişi, gereksiz
yakınmalarla gün geçtikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider. Kişisel değeri
büyütmek de küçültmek de aynı derecede zararlıdır. Yola çıkmadan önce altından
kalkamayacakları bir yükün altına girenler daha işin başında ezilip
kaybolurlar; gerçek değerinin çok azını ortaya koyanlar da kısa zamanda
tembelleşip bir işe yaramazlar.
Şu da bir gerçek ki ben dünyadan ziyade kendi kafasının
içinde yaşayan bir insanım. Mesela ne zaman okumak için elime bir kitap alsam
tüm sıkıntılarım birazdan sona erecekmiş gibi gelir. Peki biz neden hayattan
kaçıp kitaplara sığınırız? Dünya sahtekarlarla doludur “efendim”; insanlar
samimi değildir, herkes birbirini kırar, incitir. Bizim o koca koca kitapları
devirmemiz, iki satır samimiyet bulabilmek içindir.
Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerimde daima
iyi ve unutturucu bir tesir yapar. Istıraplarımızın, üzüntülerimizin mekânla,
yahut hayatımızın tabiî muhiti ile sıkı bir alâkası olsa gerek. Bir muharririn
dediği gibi, falan yerde en kesif şiddetinde olan bir acı iki yüz kilometre
daha ötede ve başka insanlar içinde biraz daha hafif ve daha kabil-i tahammül
oluyor.
Bir gün insan “virgül”ü kaybetti. O zaman zor cümlelerden
korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı. Cümleler basitleşince
düşünceler de basitleşti.
Sonra “ünlem” işaretini kaybetti. Alçak bir sesle, ses
tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı. Artık ne bir şeye kızıyor ne de bir
şeye seviniyordu. Hiçbir şey ondan en ufak bir heyecan uyandırmıyordu.
Bir süre sonra “soru işareti”ni kaybetti ve soru sormaz
oldu. Hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu: Ne evren ne dünya ne de kendi apartmanı
umurundaydı.
Birkaç yıl sonra “iki nokta” işaretini kaybetti ve davranış
nedenlerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.
Ömrünün sonuna doğru elinde sadece “tırnak işareti” kalmıştı.
Kendine özgü tek düşüncesi yoktu. Yalnız başkalarının düşüncelerini
tekrarlıyordu.
Düşünmeyi de unutunca son “nokta”ya ulaşmıştı…
Böyle böyle susmayı öğrendi de işte; sadece derler
anlatılırken değil hayat anlatılırken. Şimdi ve bundan sonra, sana ve kendime
itiraf etmekte hala fazlasıyla zorlandığım bazı şeyleri suskunlukla
geçiştireceğim.
Hayatı karışık hale getirmeye gerek yok: özlüyorsanız arayın, görüşmek istiyorsanız davet edin, daha anlaşılır olmak için açıklayın, kafanıza takılan bişey varsa sorun, beğenmediğiniz bişey varsa açık olun, ilgilerinizi belli edin ve seviyorsanız söyleyin.
Özetle Mavi Gözlü Dev'in dediği gibi:
"Uzak bir şehir ve bir şarkı vardı; şarkı
nihaventti."
Tabi bu arada mavi severlerden olarak mavi hayattır, mavi
umuttur, mavi yaşamaktır.. Ben maviyi sevdiklerime çok fazla yakıştırırım.
Haydiyin sağlıcakla. ;)
http://www.youtube.com/watch?v=uP6Ma33_ZkI&feature=share
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder