26 Mart 2013 Salı

"Ne Okuyorum?"dan Efsane


Babil`de Ölüm İstanbul`da Aşk ile başlayan roman macerasına Efsane - Bir `Barbaros` Romanı ile devam eden İskender Pala, cümleleri ise okurları peşinden sürüklemeye devam ediyor. İskender Pala her yeni romanı ile hayran kitlesini arttırmaya da devam ediyor ve artık tarihi aşk hikayelerinin vazgeçilmez yazarlarından biri haline geldiği gizlenemez bir gerçek.
Yine çok hatta çok çok güzel bir kitap daha okuyorum. Çok da severek okuyorum. Belli olduğu üzere çok beğendim. Gözlerimin dolduğu, içimin cız ettiği anlar oluyor. İskender Pala'nın okuduğum dördüncü kitabı, diğer kitaplarını da okuyacağım zamanla zira kendisini çok seviyorum, daha önce iki defa kendisini seminerde dinleme fırsatıda buldum.
 Tarihin ünlü isimleri ile efsanevi aşk hikayelerini bir bütün haline getirip okurlarına mükemmel romanlar sunmayı başaran İskender Pala, son kitabı olan "Efsane Bir Barbaros Romanı" ile bu kez Barbaros Hayreddin Paşayı içine alan efsanevi bir aşk hikayesini okurlarına sunuyor.
Bu kitabımızda isminden de anlaşılacağı gibi büyük denizcimiz  Barbaros Hayrettin Paşa ' yı anlatmış bize. Arka kısmında harita ve çok işinize yarayacak denizcilik terimleri sözlüğü var. Sık sık bakmak zorunda kalıyorum haliyle. Ama iyi ki eklenmiş o sözlük. :)
 Türk tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Barbaros Hayreddin Paşayı tarih kitaplarında okuduğumuzun aksine farklı bir yaklaşım ile ele alan kitap hem tarih bilginizi genişletiyor hem de zevkle okuyabileceğiniz bir eser sunuyor bizlere.
 Savaşları, Denizleri ve bir çok şehri içine alan, hem büyük bir kahramanı anlatan hem de romantik bir aşk hikayesi sunan Efsane Bir Barbaros Romanı herkesin severek okuyacağı güzel bir kitap bence.
 Efsaneler bazen denizden, bazen aşktan ve ateşten gelirler. Aşktan ve ateşten ve denizden gelenler, bazen ışık olurlar ve bütün zamanı aydınlatırlar... Efsane kurmak kadar, efsaneyi yazmak da efsaneye dâhildir. Bir çağı haritalarda bulamazsınız. Derine, insana ve tarihin denizlerine açılmak gerekir. Girdaplarda yüksek idealler saklanabilir.
 Bu kitapta; İstanbul, Gırnata, Madrid, Roma ve Akdeniz; aşk diliyle kuşatıldı. Akdeniz, aşk kaleminin haritasıyla yeniden çizildi. Kılıç kılıca, cevher çeliğe çarptı, varlık da yokluğa. Ve hep bir yol vardı kalplerden denizlere. Derin denizler, büyük aşklar için atlas olup dokundu. İskender Pala, bir çağı ve o çağın efsanelerini dile döktü. Barbaros Hayreddin Paşayı... Sonra, bir gül sepeti getirdi. Isırılmış üç elmayı anlattı.
Fazla da anlatacak bişey yok aslında; İskender Pala yine kendi üslubuyla çıkardığı incileri yazmış. Bize de okumak düşer elbet.  
Kitabımızda Hayrettin Paşa Gırnatalı bir müslüman olan Seyyid Muradi 'nin (Sidi Alkala) gözünden anlatılıyor. Barbaros , onu haçlı korsanlarından kurtarır ve pusula okuma, harita, coğrafya ve denizcilik bilgisi sayesinde yanına alır. Sık sık satranç oynayıp sohbet ederler. Aralarında mesafeli bir dostluk oluşur. 
Ayrıca savaştan çok aşk işlenmiş romanda diyebilirim. Hem de öyle bir aşk ki öldürmez süründürür cinsten. Kitapta geçen üç heykelin sırrını kendimce düşündüm , hatta daha önce duymuş olma ihtimalim de var ama okurken ne hatırlayabildim ne tahmin edebildim. Bu da merakla okunması için bir sebep daha.
Barbaros ile Andrea Doria arasındaki kıyasıya mücadeleyi okumak keyifli. Endülüslü  müslümanların katledilişini okumak da aynı oranda üzücü. Tarihe bir gemi yolculuğu ile çıkmak gibi oluyor benim için.
Barbaros Hayrettin' in küçüklüğünden başlayıp Preveze Zaferi ile coşup vefatına kadar olan hayatına çok güzel bir bakış. Duygulandım, gözlerim doldu.
Kısaca çok severek okuyorum , şiddetle tavsiye ederim. Zaten çok şey söyledim , daha fazla büyüsünü kaçırmayayım , herkese keyifli okumalar. :)

"Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki donanmayla seferden geliyor!
Adalar’dan mı? Tunus’tan mı, Cezayir’den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?"



18 Mart 2013 Pazartesi

Bir Aşk Hikâyesi

Bir cümleyi bitirmek değil istediğim; bazen nokta ile, virgül ile yeniden yazmak istiyorum adını kâğıda...Ne kadar tekrar etsem yetmiyor; öyle ki ne kadar çok kelime söylesem seni anlatırken o derece adının saflığını kirletiyor mürekkep... Güneş yüzüne değerse diye kalbim kırılıyor, ah bir ses aşina olsa kulağına… Dizlerimiz yara bere içinde, düşlere düşüp düşüp çıkıyoruz. Uzakta olmak yüz yüze gelememek değildir ya, biliyorum ki ben seni arıyorsam sen de beni arıyorsun… Korkmuyorum aramaktan yorulursam diye, çünkü yeniden buluşacağımızı biliyorum ilahi bir ebediyette…
Öyle bir an geliyor ki, susuyorsun. Sanki konuşmak istesen dilinden tek kelime çıkabilecekmiş gibi. Görmek istesen gözün güzelliği görebilecekmiş gibi. İşte öyle zamanları toplayıp sana bir ben biriktiriyorum. Çocukluğumun en masum gülümsemelerini kimseye elletmiyorum, sana aitler.
 Beklemek... Ne zor bir kelime... Olur ya elin gider kâğıda, kaleme. Yazamazsın. Yazarsın, kendine bile okuyamazsın. Özlemekten utandığın oluyor mu? Bu ne biçim yangın dediğin? Gözümü kapasam da bir gün daha geçse dediğin mesela?
 "Allah sabredenle beraberdir" diyor ya Kitap, korkumdan sabrettiğim oluyor. İçim içimi kemirip de sabrediyormuş gibi yaptığım bazen. Sanki ellerim yetermiş gibi duygularımı kapatmaya. Yetmiyor... Gelecek derdim sana... Güzel günler gelecek, bu korku neden? Ne var ki, geleceğin daha fazla karanlıktan başka vaadi yok.
 Sana uzun uzun susuyorum, zaten konuşmak istesem de dilimden tek kelime çıkmıyor... Lakin o gülümsemeler, hâlâ sana aitler...
Bugün hava güzel, bugün hava bahar, bugün hava sen; seni kokunu getiriyor rüzgârlar. Güneş seni fısıldıyor bugün. Gökyüzünde adın var. Seni hatırlatmakla meşgul bulutlar. Sahi neden hep aklımdasın sormadan geçemeyeceğim; gidecek başka yerin yok mu senin? Haşa yağmur yüreklim sen yanlış anlama buyur gel aklımız en güzel odalarında ağarlarım ben seni.
Ey gönlümün sol yanına düşen sızım, biliyorum bi gün mutlu olacağız, mutlu günler yakın, mutlu günler kapıda. Bizi bekliyorlar eşikte durmuş. İçeri buyur ediyorum gelmiyorlar seni bekliyorlar. Bugün güzel, mutlu uyandım bugün. Bugün biraz yorgundum, biraz hüzünlü bir yanım. Senden uzakta açmaz hiç bir çiçeğim; hasretinle tutuşur kanım. Bugün dağların dumanı aralandı, ışıklar içinde kaldım yağmur yüreklim. Dün yağan yağmur yalnızlığımmış; dindim efendim.
"Yağmurlar dinmeden gel" demiştim öyle inanıp seni öyle beklemiştim; hissediyorum geleceksin. Bilirim sen sözünü tutarsın. Bilirim "gelirim" dersen gelirsin, ve yine biliyorum geleceksin. Bekliyorum seni tüm kalbimle âzizim, gel. Sen gelince bahar gelecek, sen gelince çiçek açacak gece gün olacak öyle ya! Asolan sözdür sevgili. Konuşmasakta anlaşırız biz seninle. Gözlerimiz konuşur dudaklarımız susarken kimse anlamaz. Herkes susarlar sanır biz konuşuruz.
Kimsenin bilmediği gönül bağımız var bizim. Gönülden çalınır bizim şarkımızın teli. Benim şarkım car söylediğim ama evet bir tek sana. Yorgun umutsuzdum gerçek aşkı buldum gözlerinde. Öyle iyi geldinki ruhuma. Sardın sarmaladın adeta. Elden düşme sevdalar değil istediğim. Nitekim farklı da seninki. Bu sevda başka. Yılların öncesinde kurulan bir sevda bilirim meğer seni beklemişim yıllarca. Ah ince sızım, benim imkansızım; ben sana geç kaldım sen bana erken. Olsun. Bizim sevdamız büyük. Yenileniriz biz her baharda.
 Yenilenmek... Adeta kökünden su aldıktan sonra eski dokularını terk eden bir bitki gibi... Hayatın her döneminde ihtiyaç duydun ve birçok kez yapamadın belki...
Eskiye kıymak zordur. Her şeyin anısı vardır. Atamazsın, kaldıramazsın ve bir zaman sonra yüküne katlanmak zorlaşır... Onunla ilk buluştuğun günkü kazak, tuttuğun ilk günlük, o yıl aldığın ilk kitap derken atamadıkların artar gider...
Yaz, yenilenmek için en güzel mevsimdir. Tüm yılın yorgunluğunu attığın, kendine zaman ayırdığın, yapmayı en çok sevdiğin şey ne ise onu yaptığın mevsimdir. Şimdi mevsim bahar. Şimdi hayal etme mevsimi, olsun. Herşey olsun; hiç bir şey hayal değil  çünkü yanımda sen olunca.
O olmazsa yaşayamam demediğin her şeyden vazgeç ve tazelenmek için kendine bir şans ver. Yüzüne doğan güneş her sabah yenilenmene yardımcı olacak...1
 değil, 2 değil, 3 değil, 4 değil, 5 olamaz, 5,5 saçma olur zaten, 6 hiç değil, tam tamına 7 nota. Evet yanlış okumadın tam tam tamına 7 notayla yapılmış halis muhlis gerçek müzikler var sana biriktirdiğim. Malzemeden çalınmış 3-4 notayla yapılmış sahte müziklere aldanma. Yüksek rakımlı dağlarda ikamet eden çalışkan sanatçılar tarafından üretilen üstelik bemolli-diyezli bu müzikler bunlar.
Bol güneşli, bol sohbetli, sıcacık ve hareketli mevsim kapında! Baharsa burada, burada baş ucunda! Hoş geldin!

Not 1: Yüksek rakımlı dağlarda ikamet eden sanatçılara ait Muhtardan Alınmış İkametgah İlmuhaberi belgeleri şu an arşivde mevcut. O kadar şeffaf herşey.
Not 2: Türkiye Cumhuriyeti Müzik Bakanlığı, sahte müzik üretimini engellemeye yönelik ciddi çalışmalar başlatacakmış.
İyi haber :)
Not 3: Yan tarafta yeni bir inşaat yapılıyor. Odamın manzarasını kapatacakları yetmiyormuş gibi bir de pazar pazar şu gürültüleri hiç çekilmiyor. Yeter ya kapatın şu makineleri gidin ırmak kenarında bir çay molası verin…
Not 4: Çayım da soğumuş. Ben de mi gelsem sizinle ırmak kenarına bıyıklı amcalar?
Not 5: Marx Amca’nın selamı var. Sizin zincirlerinizden başka kaybedecek hiçbir şeyiniz yok, kazanacağınız bir dünya var. Devrimi sizler gerçekleştireceksiniz, birleşin! desem çay ikram ederler mi ki aceb?

http://www.youtube.com/watch?v=1xPgWoXLiEA

11 Mart 2013 Pazartesi

Yetmiş İkinci Mevsimim Gönlüme Hoşgeldin


Doğanın uyanışıdır "nevruz"; benim küçüklüğümden beri kocaman sevdiğim sabırsızlıkla beklediğim. Nevruz sözcüğü Farsça “nev” (yeni) ve “ruz” (gün) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiş olup yeni gün anlamına gelmektedir. Eski İran takvimine göre yılın ilk günüdür. Baharın müjdecisidir nevruz… Uzun geçen kışın ardından yıpranmış yanlarımızın tamiridir bir anlamda. Kıştan yadigâr yorgunluktan, baharın getirdiği sarhoşluğa merhaba deme vaktidir yeniden.
Uzun kış mevsiminde üstündekileri çıkaran tabiat, baharla birlikte giyinmeye başlar yeniden. Kışın kısalan günler, gittikçe uzar. Cemreler düşmeye başlar; havaya, suya, toprağa ve birde gönüle... Toprak uyanır derin uykusundan. .  Baharla birlikte tabiat bir gelin gibi süslenir. Bolluk ve bereketin habercisi olan çiçekler açmaya başlar. Evvela bir çiçekle bize göz kırpan bahar, kışın soldurduğu ruhumuzu da yeşertir. Yakılan nevruz ateşleri, kış boyunca üşüyen içimizi ısıtır.
Nevruz da sadece tabiat yenilenmez, biz de ruhen yenileniriz. Gönüllerimiz bahar neşesini doyasıya yaşar. Sabahlar daha bir mutlu, daha bir yaşanılası başlar. Baharın gelişiyle birlikte kış mevsiminin içimizde bıraktığı tortuları atarız. Bir bayram sevinciyle ve coşkusuyla çocuksu hissiyatımız gönül göklerinde kanatlanır. Baharda mutluluk uzun zamandır süren kış uykusundan uyanır. Gönül penceresinden içeri doğru selam ederken haremlik selamlık hepsini birbirine karıştırır. Gönlümüzün boş ve hissiyatsız soğuk odaları bir bir yerini sıcak ve cıvıl cıvıl güzelliklere, mutluluklara bırakır. Baharda anlamsızca mutludur insan, nedensiz gülümseme durur yüzünün en güzel yerinde.
Nevruzda sadece doğa dirilmez, ruhumuzdaki cevherin yansıması olan iyi duygular da dirilir. Baharda daha bir iyi olur insan, bardağı daha bir dolu tarafından görür, öyle görmek ister. Baharda bütün olumsuzluklar unutulur. Hepsinin üzerini kıştan kalan kar örtüsüyle yüreklerimizin en diplerine örtünür ve üzerine yeni yeni çimlenmeye başlayan cemreler düşürülmüş olarak bulunuruz.
Bazı sabahlar vardır, içinde dünyayı değiştirme hissiyle uyanırsın. Dünyayı değiştirdiğin olmaz pek ama kendi dünyanı değiştirirsin. Yollar dönersin, kitapların, filmlerin, sergilerin, şehirlerin ilhamıyla günleri gece edersin.
Yol ayrımları sancılıdır. Yol ayrımları seni sen kılar ve insanoğlunun yaradılışındandır ki her daim arkada kalan seçenek bir parça uykundan çalar.
Bahar ayının tam ortasında doğmamdan olsun ki çok severim baharları. O da beni sevmiş çok; sevmiş ki yeşilinden lütfedip katmış gözcağazlarıma. Yeşil baharın rengidir. Baharda yer daha bir yeşil gök daha bir mavidir. Bahar yeniden dirilmektir. On sekiz kez gördüm yeniden dirilmeyi; her defasında yeniden dirilerek yüreğimde doğayla.
Mevsimler kaldı geride. Aylar, yıllar kaldı... Kurduğun her düşe tam on sekiz sene, tam yetmiş iki mevsim şahit oldum. Bu gözlerimin tanıklık ettiği yetmiş ikinci mevsimim, on sekizinci baharım.  Daha sayısız mevsim sana ilham, yanağında bir buse olmaya, adı konmamış rüyalara ad olmaya geleceğim. Olur da içinde dünyayı değiştirme hissiyle uyanırsan yalnız kalmayasın diye.
Vakit, avazın çıktığınca şarkılar söyleme vakti. Bir kuşa gülümsemek için, sebepsiz bir iyilik yapmak için, kimsenin ihtimal vermediği hayallerini gerçekleştirmek için yarını bekleme! Yeni başlangıçlar için bir ilkbahar sabahından daha güzel ne olabilir?
Açtım kollarımı bekliyorum. Sen gelince bahar gelecek, sen gelince yağmur duracak. Kalemle nefes bir olacak. Gece güne dönecek öyle ya! Aslolan sözdür sevgili, gerisi beyhude! Nevruzun ateşiyle yeniden yanacak yüreklerimizin feri.
Günler bazen hızlı geçer bazen beklersin hiç ilerlemez... Bunun mevsimsel bir açıklaması yoktur her zaman. Ama öyle ya da böyle dünya döner... “Elbette acı çekeceksin, görmenin bedelidir bu. Elbette için korkuyla dolacak, yaşamak demek tehlike içinde olmak demektir. Büyümek zordur!” demişti babam nevruz pikniğinin birinde; daha saçlarıma iki taraftan kurdeleler takılarak mavi mavi giydirilip evin prensesi, baharın perisi ilan edildiğim zamanlarda küçücük bir kız çocuğuyken. O gün bugündür her nevruz ateşinden atlarken kulağımdan o ateşe hiç düşmeyen küpe.
            İnsan etten kemiktendi... Duygu kavramının bilimsel bir açıklaması yoktu. Adı konmuş birkaç hissiyat vardı sadece... Korkmak mesela, düşünmek vardı... Hissetmek vardı sonra... Bir mevsime anlam yüklemek iç rahatlatmaktır... Bahar, kışın ardından yeniden doğmak gibidir mesela. Güne gülerek başlamak, erken uyanmak, soğuğun verdiği kasvetten arınmak gibidir. Toprakta yeşeren her çiçek, içinde büyürmüş gibi mutlu olursun, günler uzun, günler aydınlıktır.
            Bugün artık bahar tüm mutluluğuyla kapında... Ananem öğretmişti küçükken yaşımı hesaplamayı; "her bahar attığından, şu nevruz ateşinin üzerinden her atladığında bir yaş daha aldın kızım, her mevsim bir kapı daha açar sana ömründe" derdi. Yetmiş ikinci mevsimine hoş geldin gönlüm, bu mevsim yetmiş iki kapı açacak sana. Şimdi bir bahar daha büyüdün.
Gökyüzünün sonsuzluğuna karşın, açan her bahar için yüreğime güller ektim. Kırıkların tamircisi, kalpsizlerin yaratıcısı, camdan kalplerin koruyucusu oldum. Bazen adımı sordular, “ Adım yok! “ dedim... Kalbimde bir sığıntı gibi yaşamayı düşlerken, hâkimi oldular benim adsızlığımın... Sayfa sayfa akarken şimdi, indikçe yüreğimin derinlerine, adımdan izlere rastlıyorum... Her şeyin adı olduğu bu hayatta, ben adsız olmaktan memnunum diyorum! Kesinleşmemiş her ifade, yoksunluğun belirtisi; elinde yetmiş ikinci mevsimim... İçinde derde derman, aşka âşık var. Kollarınla sar ve kokla güllerimi, çevir yaprakları...
Durma öyle!
Uzun süren kışın ardından doğanın uyanışıdır nevruz… Baharın ilk günü sayılır nevruz… Bu günde (21 Mart) gece ile gündüz eşitlenir.  Ateş üstünden atlamak, demir dövmek, yumurta tokuşturmak birer nevruz geleneğidir. Nevruz, dünyanın kutlanan en eski ve köklü bayramı olma özelliğini taşımaktadır. Bak çoğu unutulup gitti. Bilmediğim bir şeyi öğrendim: 26 yıl uygulanmayan bir gelenek unutulur gidermiş, bahar unutulur gider mi? Demiş ya şair: "Koşup yetkili memura haber vermeliyim; bahar geliyor." Öyleyse söz! Nevruz hiç unutulmayacak, bu ateşi hiç bir şey söndüremeyecek eylül yağmurundan başka; her bahar yeniden yanacak daha büyüyen, bizimle büyüyen bir aşkla.
Şimdi yeniden güneş doğduğunda ve o gün geldiğinde çiçeklenecek ağaçlar, yapraklar yeniden yeşerecek. Bahçemdeki koca incir yeniden dallanıp budaklanacak. Rüzgârın saçlarımı okşadığı güzel bahar akşamları gölgesinin yanı başında yazdığım kiraz ağacım yeniden beyaz çiçeklerinden hediyeler düşürecek saçıma. Tüm bir yılın yorgunluğunu o ateş yandığında üzerinden atlarken tüm yüreğimle tutacağım dileğimle atacağım.
Bu bahar yeniden farklılaşacak her şey; ömür defterimde bir sayfa daha geçip gönül defterimde yepyeni bir hikayeye yer açacağım. Bu bahar her şey farklı olacak, o günden sonra yolda yürürken yüzüme vuran güneş, saçlarımı öpen rüzgar, siyahıma sarı çalan o yıldızlar; sessiz bir kıyametin karnında kaybolmayacak. Ben yolda kendi şarkımı söyleyerek yürürken rüzgar da bana eşlik edecek; bu kez sığındığım müzik yada kitap değil müzik ve kitap ben olacağım. Bir baktım çok yalnız kalmışım, yalnızlığım gönlüme dokundu. Bahar rüzgarı alıp götürecek kokumu..
Bir de kelebeklere dikkat edin olur mu? Kelebekler bahardır, nevruzun asıl ulakları, bütün bir yılın habercisi; kısmetidir. Çünkü kelebeklerin birer manaları var. Ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe…  Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete…  Sari kelebek: Kedere, hastalığa…  Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet eder efendiler. Keza beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kail oluruz, bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semailer okuruz ezelden beri.
İlk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumi manalarını başka tabi; beyaz kelebek kümelerinin zenginliğine, pembe kelebek kümelerinin bolluğa, sarı kelebek kümelerinin kıtlığa; kırmızı kelebeklerden müteşekkil, pek nadir görülen meşum kümelerin mutlaka bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete işaret olduğu söylenir. Bu böyle uzar gider işte. 

Küçük bir prensesken dilimde kalan bir nevruz duasıyla noktalamak istiyorum satırlarımı:
 “Bu ulu gün, büyük işlere adım atılmasına vesile olsun. Dünyanın dört bir yanında yaşayan halklarımızın dostluğuna güç katsın. Allah, bizlere bereket ve birlik versin. Kötülükler yok olsun, iyilikler artsın. Zorluklar yenilsin, sıkıntılar azalsın. Aydınlansın dört bir yan, yolumuz açık olsun. Tüm dünyanın ortak bayramı Nevruz Bayramınız kutlu olsun!”
Sağlıcakla. :)

6 Mart 2013 Çarşamba

"Ne Okuyorum?"dan Masumiyet Müzesi


    Yazdığı kitapları elli sekiz dile çevrilen ve yazacağı her eseri tüm dünyaca merakla beklenen, ülkemizde ve dünyada milyonlarca hayranı olan Nobel ödüllü Orhan Pamuk’un unutulamayacak bir eseri Masumiyet Müzesi. Roman İletişim Yayınları kitabevinden 29 Ağustos 2008 tarihinde okur severlere sunulan ve kızı Rüya'ya ithaf ettiği aşk romanı.  Kitap Orhan Pamuk’tan da izler taşımakta. Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi kitabı için yaklaşık 10 yıl emek vermiş. Yazar kitabı yazma aşamasında müzecilik ve müzecilik tarihi hakkında derin araştırmalar yapmış, ülkemizde, Asya ve Avrupa’da birçok müzeyi gezmiş. Roman, Türkiye'de piyasaya çıktıktan sonraki ilk üç günde en çok satanlar listesinde birinci sıraya yerleşti.
    1975 yılı ile başlayan kitapta, tekstil zengini Basmacı ailesinin okumuş 30 yaşındaki oğulları Kemal ile uzak akrabaları, yoksul Keskin ailesinin 18 yaşındaki güzel kızı, tezgahtarlık yapan Füsun arasındaki aşk anlatılmaktadır. Romanın çeviri hakları kitap basılmadan satıldı ve Türkiye'den sonra ilk kez Almanya'da Das Museum der Unschuld adıyla yüz bin adet basılacağı bildirildi. New York Times tarafından "2009'un en iyi kitapları" listesinde yer aldı.
  Kitabın çeviri hakları ise kitap daha basılmadan satılmış. Romanda aşkının eşyalarını toplayan karakterden esinlenerek bu eşyaların sergileneceği bir müze açılacağını açıklamıştı Orhan Pamuk. Müzenin yeri kitapta Füsun’un yaşadığı yer olarak tarif edilen yere kurulacaktı. Müzenin haritadaki yeri de kitabın son sayfalarında kroki olarak belirtilmişti. Bu müzeye giriş için ücretsiz bir bilet de kitabın son sayfalarına eklenmişti. 

    Ayrıca kitaptan esinlenerek bu müze oluşturuldu ve  müze, 28 Nisan 2012'de açıldı. Orhan Pamuk'un küratörlüğünü yaptığı ve aynı zamanda İstanbul'un ilk şehir müzesi olma özelliğini taşıyan müze, Çukurcuma'da yer alan 1897 yapımı üç katlı tarihi binadan oluşmakta.
  Kitabın ismi sevdiği kıza ait olan ve onun dokunduğu her şeyi müze olarak yaratan bir adamın aşk hikâyesinden geliyor. Ancak kitabın isminde yer alan masumiyet kelimesine romanda rastlamak mümkün değil. Çünkü kitapta aşk dahil masum olan hiçbir şey yok. Ancak kitaptaki aşk hikayesi fazlasıyla etkileyici. Bu öylesine bir aşk ki okuduktan yıllar sonra bile akıllardan çıkmayacak ve birçok olayda kitabı hatırlatacak gibi geldi daha birkaç sayfada. Kitap bizi 1975′li yıllara götürüyor. Roman, Sibel ile mutlu bir ilişkisi olan, tekstil zengini bir ailenin çocuğu olan Kemal’in yoksul akrabalarının kızı Füsun’a aşık olması ve ona delice bağlanmasıyla başlıyor. Füsun’a olan aşkını bir saplantı haline getiren ve yıllarca ona kavuşma hayalleri ile bir divane gibi yaşayan Kemal’in hikâyesidir Masumiyet Müzesi. Kemal  divane gibidir çünkü o zamanında Füsun’un değeri bilememiştir. Onu kaybettikten sonrada Füsun bir başkası ile evlenmiş kendi anne-babasıyla yaşamaya başlamıştır. Kemal,  yıllarca misafir olarak Füsunların evlerini ziyaret etmiş ve her ziyarette Füsun’a ait bir eşyayı gizlice alıp Füsun ile güzel anıları olduğu eve getirip biriktirmiştir. Bu tüm ziyaretler ve çabalara rağmen  yıllar boyunca Füsun’dan ilgi ve karşılık görmemiştir. Ancak yine de Kemal, hayatındaki her şeyden vazgeçmiş ve Füsun’a yakın olma gayreti tek gayesi olmuştur. İşte Kemal’in Füsun’a olan bu delice aşkı romana farklı bir hava katmıştır. Yazar bu aşkı romanında son derece başarıyla kurgulamıştır. Bu başarılı kurgu da romanı zevkle okunabilir bir hale getirmiştir. Masumiyet Müzesindeki bu aşk bana Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur adlı romanındaki Mümtaz ile Nuran’ı hatırlattı. Huzur romanı da, tutkulu bir aşk içindeki Mümtaz ile Nuran’ın yıllarca birbirlerinden ayrı yaşamak zorunda kalmaları ve romanın bu şekilde kötü sonla bitmesi yönüyle Masumiyet Müzesine benziyor sanki.  Masumiyet Müzesi’de bu şekilde kötü sonla bitecekmiş. Öyle bir son ki romanın sonunda Kemal Füsun’a ait binlerce eşyayı toplamış olacakmış. Füsun’un içtiği sigaraların tam 4213 adet izmaritini toplayan Kemal’in aşkının büyüklüğünü buradan da anlamış oluyoruz. Füsun’a olan aşkı her geçen gün Kemal’in içine işleyerek daha da büyüyecektir. Klasik Türk filmlerindeki aşk hikayelerine benzeyen bu romanda aşkı okuduğunuzda kitabın samimiyetinden, gerçekliğinden, anlatım tarzından, bakış açısından ve bu büyük aştan o kadar etkileneceksiniz ki aslında bunun klasik aşklardan ve tüm büyük aşklardan ne kadar farklı olduğunu anlayacaksınız. Hatta kitaptaki bu aşk olayından etkilenen Nazan Öncel “Canım Benim Nasılsın” adlı bir şarkı bestelemiş.  Roman genelinde çoğunlukla Kemal’in bakış açısı ve gözlemlerinden aktarılmıştır. Kitaptaki olayların geçtiği dönemi ve olayların geçtiği o zamanki İstanbul’u bize o kadar gerçekçi aktarmış ki yazar bu yönü de bizi etkiyen taraflarından romanın. Bu kitabı okuduğunuz sürece kendinizi 1975’li yıllarda İstanbul’da bulacaksınız.  Yani romanda Kemal ile Füsun’un aşkı ön planda tutuluyor gibi ancak bunun yanında en az bu aşk kadar o dönem hakkında sosyolojik bilgileri, yaşayış tarzları ve o dönemdeki İstanbul’un özellikleri de önemli bir yer tutmakta.  Orhan Pamuk romanın ortasında ve sonunda kendisini de romana sokmuş. Özellikle romanın ortalarında bir nişan kutlamasında Füsun ile dans etmesi ve ondan etkilenir gibi olması, kendisinin ve ailesinin hayatı hakkınca bazı bilgiler vermesi de romanın dikkat çeken yönlerinden.
    Masumiyet Müzesi romanı “ hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum. ” cümlesiyle başlıyor. Bu cümleden biz roman kahramanının geçmişte yaşadıklarını gözden geçirdiğini ve hayatının bir anının onun en mutlu anı olduğunu düşündüğünü ve büyük bir yanılgı içerisinde o günün aslından onun için ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. Çünkü kimse yaşadığı bir olayın ya da durumun onun hayatındaki en mutlu anı olduğunu zamanında kavrayamaz. Bunu ancak yolun sonuna geldiğinde ya da önemli bir şeyi kaybettiğinde kavrar ve anlar. Biz de bunu göz önüne aldığımızda, daha kitabın başında roman kahramanının pek de mutlu bir hayat yaşamadığını anlıyoruz. Masumiyet Müzesinin son cümlesi ise Kemal’in  “ herkes bilsin çok mutlu bir hayat yaşadım. “ cümlesi. Bu sözleriyle Kemal tanıdıklarına ve dostlarına bir mesaj vermek istiyor sanırım. Çünkü Füsun’un aşkıyla ve ölümüyle kendini yıllarca harap eden Kemal’i çevresi mutsuz bir hayat sürüyor ve sürdü diye değerlendiriyormuş. Buna itiraz eden Kemal aslında mutlu bir hayat yaşadığını belirtmek istiyor ve roman bu cümleyle son buluyor.
    Kitabı biraz okuduktan sonra sıkılıp bırakanlar olmuş. Ben daha ilk sayfalarından çok fazla beğendim. Bu şekilde elinden bu kitabı bırakmış kişilere naçizane tavsiyem kesinlikle bu kitabı sonuna kadar okusunlar. 592 sayfanın her biri kesinlikle okunmayı hak ediyor bence.
    Hadi kalınız sağlıcakla. :)