Yine bir Eylül rüzgârı… Ben iyi tanırım bu rüzgârı
esişinden; bu sonbaharın gelişi…
Merhaba Eylül. Merhaba sonbahar. Merhaba ceketlerim, ince
hırkalarım. Merhaba huzur bulduğum yağmurlar. Islak sokaklar mevsimi başladı
yine tüm güzelliğiyle.
Bambaşka bir sabaha açmıştım gözlerimi ya bu sabah ya da
öyle bişeylerdi, bilmiyorum. Eylül bende başka sanki. Yine İstanbul
Hanımefendisi gibi arz-ı endam ederken yeryüzüne kirpiklerime takıldı
gözyaşları ve saçlarıma dolaştı rüzgârı…
Şimdi mevsim Eylül! Ancak bir mevsimin gücü yeter çünkü
olanlara. Eylül başlı başına bir mevsim; Eylül Mevsimi! Tabi Eylül Mevsimi
Sezen Aksu getirir, ya da bana öyle gelir; bilmiyorum…
Bi' kitap yazsaydım
adını Eylül Mevsimi koyar Eylül’ü anlatırdım. Bi' efsanedir aslında Eylül de…
Soğuk kış akşamları nefesinizi görebildiğiniz kadar gerçek aynı zamanda. Ne
ironik bir durum… Bu ironi biz ölene kadar devam eder; bu ironi, yetmiş yaşında
bir kelebek düşlemek gibi, ömrünü o kelebeğe bağlamak gibi… Eylül biraz hüzün,
biraz da ölüm gibi…
Buralarda hava birkaç gündür bozdu artık. Kocaman gri
bulutların istilasına uğradık. Tam da sonbahara adım atarken kışın soğukluğunu
hissediyoruz. Artık akşamları ince pike yetmiyor. Eylül, en sarı hâliyle usul
usul kapımı tıklatıp, bir misafir tedirginliğiyle konuk oluyor satırlarıma.
Buğulu camın önüne çektiği masasında en duygusal şiirlerini yazıyor. Yeni
sözcükler keşfediyor satır aralarında.
An itibari ile Eylül mevsim! Koskoca 12 ay bıraktık geride
geçen Eylül’den beri. Eylül de biz de birer yıl yaşlandık tabi. Ne çok şey
gördük bu yıl… Yıkımlar, gidişler, dönmeyişler, vedalar, katliamlar, yürek
burkulmaları, yürek sızıları… Şimdi Eylülde doğayla yavaş yavaş sararmanın
vakti; vakit içimizde biriken ya da birikmiş tüm zehirleri atma vakti, vakit
bir akşam vakti bahçede, balkonda, çardakta son günlerimizi yaşarken bir bardak
çay ile eylüle teslim olma vakti…
Yazın güneşinden kamaşmış hayalleri daha gerçekçi görünüyor gözüne.
Yaz hayallerimiz rafa kaldırıldı. Fotoğraflarda yaşıyoruz denizi, güneşi, kumu,
pikniği, eğlenceyi. Şimdi ateş önü sohbetleri zamanı artık. Onun da tadı ayrı
tabi ama yine de yaz gibi hayaller kurdurmuyor ki insana.
Göçmen kuşlar güneye yönelmişken, yağmur tadında bir müzik
açıyor. İşte yeni bir mevsime başlarken günlerimiz yine hızlıca akıveriyor
uzaklarda.
Korkuyorum…
Korkma. Korktukça yollar azalmıyor. Korktukça insanlar
kavuşmuyor birbirine. Gözünün gördüğüne değil okuduğun iki satırda yahut dinlediğin
bir şarkıda aklına gelene aittir gönlün. Ve bu durum yıllar geçse de değişmez.
Sanki asırlardan geri sayıyorum seni. En sakin, en manidar, en kimsesiz sesimle
adını çağırıyorum. Adın tüm anlamlarından sıyrılıyor sonra… Ah adın… Adın bir
duaya yaraşacak kadar temiz, piyanodan dökülen en bulunmaz ezgi, dolunayın
geceye kattığı ışık kadar berrak adın…
Bir cümleyi bitirmek değil istediğim bazen nokta ile virgül
ile yeniden yeniden yazmak istiyorum adını kâğıda. Ne kadar tekrar etsem
yetmiyor. Öyle ki ne kadar çok kelime söylesem seni anlatırken o derece adının
saflığını kirletiyor mürekkep.
Güneş yüzüne değerse diye kalbim kırılıyor, ah bir ses aşina
olsa kulağına… Dizlerimiz yara bere içinde, düşlere düşüp düşüp çıkıyoruz.
Şimdi ben gidiyorum; ama ne zaman çağırırsan gelirim, nereye çağırırsan
gelirim… Hem uzakta olmak yüz yüze gelememek değildir ya, biliyorum ki ben seni
arıyorsam sen de beni arıyorsun… Korkmuyorum aramaktan yorulursam diye, “çünkü
yeniden buluşacağımızı biliyorum ilahi bir ebediyette…”
Tesadüflerin gücüne inanırım, kelimelerin gücüne inandığım
gibi. Filmlerden etkilenmek gibi, kitaplardan, insanlardan, şehirlerden,
ilkyazdan, yollardan etkilenmek gibi bir huyum vardır. Bazen öyle bir an olur
ki hayatta, belki dünyayı değil ama senin dünyanı değiştirir.
Sana yazmadığım zamanlarda kelimelerle arama yıllar
giriyor. İnce bir yolun sonunda yalnız
kalıyorum. Her şeye alışılırdı, kelimelerden uzak kalmaya, ait olduğum şehirden
ayrı olmaya, ege sahillerinde geceyi sabah edememeye bile alışılırdı, bilseydim
ki gözümü kapattığımda seninle aynı rüyayı göreceğim. Bilseydim ki göl evinin
önündeki iskelede boylu boyunca uzanıp sesinden en güzel bölümleri
dinleyeceğim, en sevdiğim kitaplardan…
Bu sonbahar zamanlarında en çok istediğim şey kahvemi yudumlayıp
böyle renkli ve pufidik bir koltukta birkaç sayfa kitap okumak hem de en
sürükleyicisinden... Pencereden gelen esinti, okumakta olduğum kitabın
sayfalarını hafiften kıpırdatınca, başımı kaldırıp dedim: "Şükür Rabbim,
bu huzurlu an için"
Sonra sıcak ve mis kokulu yemekler yapmak, mis gibi tarhana
örneğin, ya da fırından yeni çıkmış kek, kahvemin yanında. Belki biraz örgü
örsem diyorum en renklilerini yanıma alıp. İyiden iyiye kış moduna giriyorum
artık. Kışı da güzel ve umutla karşılamak lazım tabi ki bize küsmesin diye.
Küstüğü zamanlarda en kötü tarafını bize dönüp olabildiğince yalnız bırakıyor
insanı ve üşütüyor üşütebildiği kadar. Onu güzel şiirlerle, yumuşak
battaniyelerle, kalın çoraplarla karşılamak gerekiyor, kendisine uygun bir
törenle…Zaten bir ölüm vefalı bir de sonbahar.
Bir de nedense kışın özlemlerim de artıyor soğukların
artması gibi. Daha çok hasret kalıyorum memleketime, aileme, arkadaşlarıma.
Kalın pofuduk battaniyemi özlüyorum. Raflar dolusu kitaplarımı ve yumuşak
dokulu olanları bir de en resimli olanlarını. Zaten hikâyeler okumak da çok
istiyorum bu sıralar. Fransızcamı ilerletmek için minik hikâyeler buldum onlara
başlayacağım yakında. Kışlık kıyafetlerimi de özlemişim aslında. Çaktırmadan
beni izliyorlar gibi geliyor. Örme hırkalarım atkılarım daha bir yumuş yumuş
geldiler bugün gözüme. Sahi sonbahar iyi ki var.
Hayatın nereye gideceğini bilmemek çok huzurlu değil mi?
Hangi yola döneceğini, hangi okula gideceğini bilmemekten, hangi insana senden
bir şey vereceğini bilmemekten bahsetmiyorum. Ama ben mesela babamı
dinlemeseydim, eğer Konya’ya gitmeseydim, orda bişeyler için çaba sarf
etmeseydim, otobüsü kaçırsaydım, gelmeden birkaç gün önce yaşadığım ruh haline
yenilip kararımı değiştirseydim hayatım nasıl olurdu? Hangi şehirde olurdum,
hangi insanları tanırdım? Bunu bilmiyorum. Bir şey bilmemek ne derece huzurlu
olur diye sorsalar, pek düşünmezdim bile. Ne saçma soru derdim. Meğer gün gibi
aydınlıkmış…
Islak sokaklar mevsimidir Eylül. Islak sokaklar mevsiminde
ıslanmış yüzler hep yere bakar, müziğe ve bir bardak çaya sığınır insan… Bu
mevsimde vitrinleri az sulu rakı gibidir bu şehrin, her adımın yalnızlığa
uzanır. Yalnızlık… Olsun o da güzel; nasıl olsa her yolun sonu çıkmıyor mu
yalnızlığa, yalnız insanlar sokağına?
Kahveler dert yüklenir bu mevsim, çayları daha bir demli.
Geçen sene Eylül farklı bi' şehir getirmişti bana; bu sene
Eylül yarı İstanbul, yarı Konya… “Bu iki sene iki farklı şehir getiren Eylül
seneye başka ülkeler getirir mi acep?” diyorum kendi kendime.
Kimbilir gelecek Eylül nelere gebe?
Ve ben sonbahardan bir kadın, kalbim eylülden; saçlarımda
sararan yapraklar ve çisil çisil yağmurlar, gözlerinde dumanlar ve uzaklar… Ben
şimdiki Eylülü yaşamayı seçiyorum şimdilik, benim için Eylül yılbaşı sanki her
şeyi akışına bırakmaya söz veriyorum bir kez daha, kendime bunu sık sık
yaparım.
Tüm bunlar arasında kahvem bitiyor ve hesabı ödeyip
çıkıyorum. Yol beni bekliyor bıraktığım yerde. Yağmuru da bıraktığım yerden
alıp bıraktığım yerden başlatıyorum yeniden müziğimi...
Unutmayın; yollar
bitmez, şarkılar bitmez, yağmur bitmez, akıldakiler bitmez… Şimdi Eylülün
tadını çıkarmak mesele malum önümüz kış, habercidir Eylül, kışın habercisi.
Oturakları, sokakları, ağaçları karlar örtmeden tadını çıkartmak gerek. Çabuk
geçer Eylül ve bu mevsim, sonra bir bakmışsınız her yer "kar" olmuş.
Ben Kız Kulesi olurum, sen Galata. İkimiz bi' masal yazacak
olursak, bil ki sen de ben de çok yakışırız o masala. Biliniz, bekliyorum
bayım... Bizim masalımızın başlayacağı o günü, masalımızı başlatacağımız o günü
bekliyorum; sabır ve dua ile...
Keyifli Eylüller herkese, mutlu Eylüller... Sağlıcakla
Eylülcüler… Mutlu kalasuz !
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder