Otobüs yolculuklarında en çok gece farla aydınlanan yolları
izlemeyi severim çünkü en çok o zaman anlam kazanır her gün basıp geçtiğimiz
yollar. Hayat telaşesinin için karışmış unuttuğumuz benliğimizle yorgun
hayatlar yaşamaya çalışıyoruz. Evsiz insanlar gördüm; dahi kolsuz bacaksız,
geçim sıkıntısının çarkında sıkışmış babalar biliyorum, akşama ne pişireceğini
yokluktan bilmeyen anneler biliyorum; hepsi aynı kederden izler taşıyordu
yüzlerinde. İstanbul’da yaşayanların birçoğunun asıktır ya yüzü. Zaten
garibanlık nerde olsa belli ederdi kendini.
Üstten bakanlar buna “mutsuzluk”
dedi, halbuki gözlerinden yüzlerine yansımış hüzünleri kimse görmedi. Gençliğinin
baharında solmuş çiçekler gördüm; ne hayallerle ekilen toprağa, ne çok
beklemişlerdi, sabretmişlerdi boy vermek için.
Üstlerine acımasızca basıp geçti birileri. Kalanlarınsa yüreği çürüdü. Ne zordu şu hayat. Bir yanda elit dünyaların mutsuzlukları, ceviz kabuğunu
doldurmazken diğer yanda taşlar kadar ağır yükler taşıyanların, ceviz kabuğu
kadar yer etmeyişiydi belki de bu kadar kötüleyen bu dünyayı. İnsanın ahı çıkar
derdi babam. Sahi yorulur muydu babalar? Ben babamın yorulduğunu hiç görmedim. Yorulduğumda
babamı aklıma getirir kalkarım yorulduğum yerden. Ne acımasız koca bir çarkın
içinde yaşamaya çalışıyorduk hepimiz. Hızla dönerken aşağıda ne var ki diye
kafasını uzatanı hemen de çiğniyordu.

Ömrümün baharı güzü geçmiş yerini kışa bırakmıştı sanki,
aniden ve bir hayli soğuk. Ayazda kalmıştım düpedüz. Karlar yağmıştı en çocuksu
en bir sevindik sevinçlerimin üzerine, kar her şeyin üzerine örtmüş, uzun bir
beyazlıkla birlikte derin bir sessizlik kaplamıştı ömrümü. Korktuğum bu da
olmaz olmasın dediğim ne varsa oldu sanki üstümdeki cam kubbe yıkıldı da
altında kaldım ben parmağımı oynatsam canım acıyor camlar ta içime batıyordu.
Mütemadiyen
susuyordum ve kimselerde fark etmiyordu sessizliğimi zaten. Çok sonra sustum;
coşkun dereler gibi, çağıl çağıl ırmaklar gibi sustum. Birden. Bıçak kesiği
emsali. Öyle sustum ki, derinde Besmelem yosun içinde. Derin bir çıkmazın koca
bir fırtınanın ortasında oradan oraya savruluyordum. Kimsesiz bir yaprak
misali. Ve koca bir karadelik gibi gün geçtikçe daha çok büyüyordu içimdeki
yalnızlığım. Eskiye dair olan her saniye aklımın çarkında kalmayıp
mutluluklarım şu an ki derin mutsuzluğumu daha da çarpıyordu sanki yüzüme. Öyle
olurmuş zaten insan yaslandıkça unuturmuş kotu günlerini. Sanki uyumuştum ve
durmaksızın kar yağıyordu üzerime, Üşüyordum. Kimsesiz çocuklar gibi
Mütemadiyen Üşüyordum ve sanki üzerimi örtecek kimsem yoktu bu hayatta. Sahi ne
zor şeydi kimsesizlik. Rabbim kimseyi kimsesiz koymasındı bu hayatta. Böyle
zamanlarda hep çocuk esirgeme kurumu gelir aklıma. Oradaki kimsesiz, bir ele
muhtaç çocuklar. Oysa ne ağırdı kimsesizlik yükü hem de bir çocuğun
omuzlarında. Böyle zamanlarda gider kimsesiz çocuklara kimse olurdum, başını
okşardım onların. Ve merhem olurdu sanki onların çocuk elleri yaralarıma. Siz hiç
öksüz bir çocuğun başını okşadınız mı?
Öksüz yetim çocukların başını okşarken
gözlerinde görürsünüz bu dünyanın en derin kederini. Tarifi olmayan bir minnet
duygusu ile bakarlar gözlerinize. Ağlarsanız yaşlarınızı silerler o küçük
elleriyle. Hep daha çok ağlayasım gelir. Yetiştirme yurtları bu dünyadaki
kimselerimi hatırlatır bana huzur evleri ise kimsesizliğimi. Ne zaman ağlayan
bir çocuk görsem oturup onla ağlayasım gelir. Ne zaman bir yetiştirme yurdunun
önünden geçsem bu dünyadaki acılarım için Tanrıya şükrederim. Allah acı
çekebilme kabiliyetimden razı olsun. Acılarımız bize insan olduğumuzu
hatırlatır.


Çevrende olan biten her şeyin farkında olmak çok yorucuymuş.
Gerçekleri bir kere gördüğünde, gözün bir kez açıldığında artık geri dönüşün
olmuyor, kimseyi aklayamıyorsun içinde. Tüm bildiklerinle baş etmek zorundasın,
tüm gördüklerinle baş etmek zorundasın. Çok karışığım. Bir yanım olabildiğince
huzursuz ve yorgun. Diğer yanım mucizelere ve düşlerin gerçek olabileceğine
halen inanıyor ve heyecanını koruyor. Bu iki yan arasında ben, eziliyorum. Ne
kadar konuşursam konuşayım anlaşılamadığımı fark ettim.
Kendimi yeterince ifade
edemediğimden yahut kelime eksikliğinden değil, sizin sorumsuzlukla örülü
duvarlarınıza çarptığımdan. Detaylara dikkat ettiğim için farkında olmadan
yapılanların, söylenen sözlerin bende etkisi öyle büyük ki mesela bir bakıyorum
beş dakika önce yere göğe sığdıramazken içim bir anda buz kesmiş. Bir öyküde
tek başına savaştığını fark ettiğin zaman vazgeçiyorsun. Dünyayı karşına alırsın
da seni yalnız bırakan şeyle savaşamazsın çünkü. Bir şeyleri hissediyorum ama
ne olduğu bilmiyorum. Bir yerden kaçıyorum ama nereye olduğu belli değil. Bir
şeylerden soğuyorum ama yaşamdan mı insanlardan mı çözebilmiş değilim. Birileri
beni üzüyor ama sorsalar isimlerini söyleyemem. Ama hüznüm gündüzlerin üzerine
dökülseydi, gece olurdu.

Sisli bir İstanbul sabahıydı; en bir sevdiğimden. Oturdum
bir çay içtim; öyle soğuktu ki çok sürmedi buz kesti bardağımda çayım;
düşüncelerden değil soğuktandı ya da ben öyle inanmayı seçtim. Hissediyordum
kış birden ve fena gelecekti tıpkı benim kışımın aniden bastırdığı gibi. Bugün
yaralıyım biraz; bu sabah en kırık yerlerimden uyandım. Geçen yıl bugün kar
yağmıştı İstanbul’a; notlarımın arasında öylece karaladığım bir kâğıda
rastladım:
“Bugün çocuğum ben; mutluyum bugün, bugün üşümez hiç ellerim,
hastalanmam bugün hiç. İstanbul’a kar yağdığında yavaşlar bu şehir vızıldamaz
arabalar ve havlamaz köpekler; bu şehirdeki çocuklar çocuk olur, İstanbul’a kar
değdiğinde çocuklar hüküm sürer. O zaman sadeleşir bu şehir kalabalıklar erir
gerçek kar taneleriyle; koşma mesela kimse, bugün acı vermez yeni türkünün
başka bir şey istemesi; gerçekleştirmediğim bütün hayallerim bugün terk eder
beni bugün en çok öğretmen olurum içimde. Çocuk kalmış insanların mesleğidir
öğretmenlik kar yağdığında bir anlar sevinir bir de en çok babam. Saçıma yağmur
tanesi değmesine dayanamayan babam bugün ses etmez ellerim sızlasa da eve
dönmeyişime. Bugün en çok çocuk olurum ben en çok yaptığım ise inat sevinirim
kar yağışına, bas bas bağıran kar bizim için düşmandır diyen hocalara, çalışmak
zorunda bırakıldığım sektör düzenine inat bugün en çok ben sevinirim toprağa
kar değmesine, bugün hiç üşümem.” Sahi ne çok not düştüğüm var böyle aralara. Bazen
kendimi öyle bir çıkmazda hissediyorum ki; bu dünyadan tek kurtuluşumun ölmek
olması kadar keskin bir gerçeklikteydi bu çaresizlik. Hani koca koca koca
yangınlara kafa tutarsın da göğsündeki mumu söndürmeye gücün yetmez ya o
hesaptı benimkisi. Kendimi derin bir mutsuzluğun içine hapsedilmiş gibi
hissederken beni bu duygudan arındıran yalnız fotoğrafın, ay misali parıldayan
gözlerin ve hepsinin üstünde bana bakışın… Sahi ne hoş bana bakışın; kışların
içinde yaz gibi anlık. Sanki tüm dünya gözlerinde gibi.
Ne tuhaf şey büyümek demek ki biraz da bu demek büyümek;
hayat telaşının içinde kaybolmak. Büyüdükçe öğrendim ağrılarımı söylememeyi.
Şimdi ne lazım bir bakalım; biraz hüzün, içe batan sancılar, hafif bir sızı,
bir de inceden kırık bir kalp. Her şey tamam zaman sonra ne hoş. Ah dallarından
koparılan kır çiçekleri benim de sizden bir farkım yok. Akıp giden zamana göz
kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz. Hani rengârenk çiçekler ekmişsin; bütün bahçe
yanmış, sen üşümüşsün. Adımlarım sahte, avuçlarım kara delik. Ve ölümüm, ihtişama
boyun eğmiş sadelik! Ne efendiyim ne ağayım ne beyim; arkamdan el sallayacak
bir şiirin eşiğindeyim. Yorgunum; gökyüzüne bakınca bile geçmiyor, böyle nasıl
desem varım yaşıyorum ama sanki yokum da ne bileyim garip ve yorucu bir gündü,
insanlardan yoruldum. Keşke bütün bu hengâmenin ortasından bir çıkış yolu
bulabilsem yahut kimseye değmeden gitsem. Hani olur ya insan incelir, öyle ya
zaten kırıklar bir dalı yontmak gibidir; hani hani bir küçük gemi yapmak için
alırsın bir dalı yontmaya başlarsın ama belirli yerleri gereği kadar yontman
gerekir aynı yere üst üste gelen darbeler dalın kopması neden olur ya öyle
kırılır insan bence ki ben zavallı ben kırılmayı bile beceremem ama insanlar
öyle kırılırmış ki öğrendim.
En çok da bu yoruyor insani; hiçbir kıymeti olmaması gereken insanların, senin üzerine dünyayı kurduğun insanlar için senden daha kıymetli oluşu. Ve mamafih senin bu dünyayı üzerine kurduklarının bu duyguyu senin gözüne şoka şoka kafana vura vura sana öğretmesi tabi ki. Ah dünya; Ahmet Arifin uğruna kül olduğu Leyla Erbil Hanımefendiyi. Mehmet Bey’e yar eden dünya değil misin?


En çok da bu yoruyor insani; hiçbir kıymeti olmaması gereken insanların, senin üzerine dünyayı kurduğun insanlar için senden daha kıymetli oluşu. Ve mamafih senin bu dünyayı üzerine kurduklarının bu duyguyu senin gözüne şoka şoka kafana vura vura sana öğretmesi tabi ki. Ah dünya; Ahmet Arifin uğruna kül olduğu Leyla Erbil Hanımefendiyi. Mehmet Bey’e yar eden dünya değil misin?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder