Bahar gelmiş toprağıma; bu sabah odamın perdesiyle tatlı
tatlı dans ediyor rüzgâr. İnsanın içini dolduran güneşler çıkıyor pencereme.
Saçlarım dağılıyor odama ekilen tohumlar gibi dalga dalga yayılıyor yüzüme. Bir
Kızıl Derili atasözü düşüyor sonra aklıma tam da o anda "ilkbaharda usul
usul yürü, toprak ana hamiledir" ne muazzam. Yürüyüş deyince dingin bir
hayal doluyor içime; uzun uzadıya yürüyorum sanki ıhlamur ağaçlarıyla dolu bir
deniz kıyısında, kapatıyorum gözlerimi bırakıyorum kendimi rüzgâra, göz
kapaklarımda bulut, kulağımda sasa, gülümsüyorum. Gülümse, her gülüşte bahar
doluşsun gönlüne.
Her daim bahar kelebeğini gözlemek için beklemişken, bütün
senenin manasını onun rengine yüklemeyi beklerken bahar kelebeğine yasaklanmak
benimkisi. Bu bir yangın işte; bu dumansız, bu alevsiz, bu ateşsiz bir yangın
içimde. Hoş benim artık hobi olarak yanmak, mütemadiyen yanmayı seviyorum ben.
Sahi ne mutluyduk dünyadan sıyrılmış küçücük hayatlarımızın
telaşında kaybolup giderken... Geceleri yıldızlara bakarken, içimde hiç kazma
vurulmamış, hiç yeşertilmemiş bir yerin varlığını hissediyorum. Keşke bir tek
bunu çözebilseydim. En çok yolumuzun kesiştiği şarkıları sevdim.
Şimdilerde yeni bir hikâye başlattım kalbimde. Ah Muazzez ne
çok acıların vardı ömründe. Adım adım yazacaktık bir öyküyü en baştan seninle.
Peşimi bırakmayan arsız bir kedi gibi ayaklarımda dolaşan şu uyuşukluğum olmasa
çoktan bitirmiştik birinci bölümü şimdiye. Ama sen üzülme, yazacaklarımın hepsi
kafamın içinde. Bir başlasam coşkun ırmaklar, çığkan dereler gibi akacak kâğıda
kaleme. Ama gel gör ki peşimi bırakmıyor bir türlü şu uyuşukluk, kör olası kan
emici örümcek, bırakmıyor beni bana. Bir şeyleri yapmam gerekirken yapamıyor
oluşumla yapamayışımın hengamesi arasında yuvarlanıp gidiyorum işte. Bunlar hep
stres. Oturduğumda dans ediyor sanki harfler gözlerimin önünde. Ne çok dil
vardı şu dünyada. Oysa hepsinin temeli, tüm insanlığın sevgi değil miydi? Koca
bir hiç! Tamamen palavralar bütünü, ne kadar çok laf-ü güzaf.
Onca bugüne rağmen; daktilolara, klavyelere, dokunmatik
samimiyetlere rağmen bir mektubu hala bir kâğıda karalamam lazım geliyor bana.
Öyle olmalı sanki yazıyorsan şayet kalem kâğıda değmeli, aklın tüm odalarında koşuşturmalı
yağız atlar, bir ceylan su içmeli göğsündeki pınardan. Sonra akmalı çılgın
dereler gibi gönül mürekkebi dökülmeli kalemden kâğıda. Dökülmeli ki
okuyan anlamalı kıymetini, bu da mektup mu deme şimdi; edebiyatta okuyucusuna
yazılan her hece mektuptur biraz.
Neydi o meşhur söz; bir şiiri birkaç kalemle yazmak lazım
gibi geliyor bana. Sahi değil mi? Bir yazıyı da birkaç kalemle yazmak lazım
gibi geliyor bana, bütün renkleri katmalı içine; maviyle yazmalı bir bölümü
mesela, özgürlük katmalı içine. Sonra bir bölümü kırmızıyla yazmalı aşkı dahil
etmeli aşkın içine, yeşil ile karalamalı bir kısmı yaşamak ekmeli toprağına,
sonra canlı bir sarı ile devam etmeli bahar serpiştirmeli aralara... Burayı da
niye bunla yazmışım diye okurken renkler de manalarını akıtmalı kalemden
satırlara.
Siz uyuyordunuz sevgili okur, tüm şehir uyuyordu; şiirdeki
gibi, açlar toklar herkes uyuyordu. Bense oturmuş bir aşk masalı yazıyordum
kulağımda bir sevda türküsü. Şimdi deniz karanlık gecede bir tutam buhar gibi
titriyordur. Gemiler sessiz kuşlar uyuyordur. Oysa önceleri ne çok severdim bu
saatleri. Sabahlara kadar titrek mum ışığına pervane ederdim gönlümü birkaç
satır olsun karalayabilmek için kâğıtlara. Ne fırtınalar vardı gönlümde
dışarıdaki sessizliğe inat. Bunca soğuğa rağmen en sevdiğim ağacın altında
karalarken bi’şeyleri biraz olsun hafiflesin diye bekledim yalnızca gönül
yüküm. Hani olur ya bazen hava sıcaktır, bir dere kenarında gezinirken önce
suya ayaklarını sokmak istersin sonrası suyun serinliği içine çeker seni,
gittikçe gitmek istersin; ama derenin suyu hızlı, ama dere güçlü, ama az daha
gidersen bilirsin ki seni alıp götürecek ve çarpacak en sert kayalara. Vura
vura kafanı öğretecek sana tüm bunları. Biliyorsun aslında ama yine de serinlik
nasıl tatlı, nasıl çağırıyor şirin bir ezgi gibi kalbini büyülemiş. Benim
hikayem de tam böyleydi işte.
Gözlerim yenik düşüyor en çok gözlerine, bir laf arasında
takılı buluyorum sonra ikisini duvarlara. Ne menem şey şu gece dedikleri… Sanki
ne vardıysa tüm gün susan gelip dökülüyordu yatağa uzanınca yanına, soğuk bir beden
gibi. Zindanlarca tutulan mahkumlar gibi akın ediyorlardı aklımın bütün
bahçelerine, hele bir de güzelse hava. Zindan deyince şu paradoks düşüyor
üzerime; ya asıl mahkumlar bizsek dışarda? Öyle ya bizim de hayatlarımız
belirli zorunluluklar üzerinde yaşanmaya mahkûm kılınmış yapılar değil mi?
Mesela ben; bıraksalar yine bin bir hesapla kitapla projeler
mi çizerdim? Yoksa dört bir yana baharda dağılan çiçekler misali okul
sıralarında açan çiçeklerime kavuşmayı mı seçerdim? Farkeder miydi mesela çokça
yüksek katlı, zamazingosu bol plazalarda tıkır tıkır dolaşmakla; Anadolu’nun
belki en ücra köşesinde, kışın ortasında, sobası cıngır cıngır yanan bir
odacıkta şiirler okumak, türküler söylemek? Biri şûride, biri ruh-u revan.
Ne
ağır şey değil mi şu hasret türküsü? Hepimizin dilinde… Herkesin bir hasreti
var sevgili okur ve herkes muhakkak ki kendine iyi gelen suya sürüklenirdi; ya
merhem olurdu o su eninde sonunda ya da kanlı bir dere. Yine de ne olursa olsun
gitmek isterdim arkama bakmadan o uzaklara. Toplayıp nerde ne kadar kitabım
varsa hepsini sere serpe açmak isterdim o kır çiçeklerine ki senelerce bunun
için biriktirmemiş miydim koca bir duvarı? Karış karış gezerken toprağımı, tek
tek su diye sunmayacak mıydım bütün çeyizimi o sıra güllerine? Bir gün onlara kavuşabilme ümidiyle rengarenk
o kitapları dizmemiş miydim koca duvarının raflarına? Olmadı… İşte bunlar hep
algıda gececilik, nerden başladık nerelere geldik sevgili okur.
Herkesin gizli kutusunda sarıp sakladığı yıkılan birtakım
hayalleri vardır burdan devam ediyoruz. Şimdi çok toz kalkacak diye eski
şeyleri düşünmüyorum. Heveslerimi tüketiyor bu kış demiştim geçenlere, bahar
dallarına hasret kaldım. Şimdi beklenen bahar geldi işte, yavaş yavaş düşüyor
yeryüzüne. Ağaçlar çiçek açtı, yeşeriyor çimenler. Ne büyük mucize! Kahverengi
dallardan beyaz çiçekler açtıran Rab, illaki biliyordu içimizden geçen duaları;
öyle değil mi Sevgili Okur? Kalbini denizden yap.
Bugünler geçtiğinde uzunca bir yola çıksak; ıhlamur ağaçları
boyunca, mis kokuları tepemizde, sasalar kulağımızda...
“Sasa” ; “ilkbahar çimlerinin sesi” demektir Sevgili Okur.
Yeniden çimlerde gezeceğimiz günlere kavuşma temennisiyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder