12 Nisan 2020 Pazar

Sasa Uçmağı

Bahar gelmiş toprağıma; bu sabah odamın perdesiyle tatlı tatlı dans ediyor rüzgâr. İnsanın içini dolduran güneşler çıkıyor pencereme. Saçlarım dağılıyor odama ekilen tohumlar gibi dalga dalga yayılıyor yüzüme. Bir Kızıl Derili atasözü düşüyor sonra aklıma tam da o anda "ilkbaharda usul usul yürü, toprak ana hamiledir" ne muazzam. Yürüyüş deyince dingin bir hayal doluyor içime; uzun uzadıya yürüyorum sanki ıhlamur ağaçlarıyla dolu bir deniz kıyısında, kapatıyorum gözlerimi bırakıyorum kendimi rüzgâra, göz kapaklarımda bulut, kulağımda sasa, gülümsüyorum. Gülümse, her gülüşte bahar doluşsun gönlüne.
Her daim bahar kelebeğini gözlemek için beklemişken, bütün senenin manasını onun rengine yüklemeyi beklerken bahar kelebeğine yasaklanmak benimkisi. Bu bir yangın işte; bu dumansız, bu alevsiz, bu ateşsiz bir yangın içimde. Hoş benim artık hobi olarak yanmak, mütemadiyen yanmayı seviyorum ben.
Sahi ne mutluyduk dünyadan sıyrılmış küçücük hayatlarımızın telaşında kaybolup giderken... Geceleri yıldızlara bakarken, içimde hiç kazma vurulmamış, hiç yeşertilmemiş bir yerin varlığını hissediyorum. Keşke bir tek bunu çözebilseydim. En çok yolumuzun kesiştiği şarkıları sevdim.
Şimdilerde yeni bir hikâye başlattım kalbimde. Ah Muazzez ne çok acıların vardı ömründe. Adım adım yazacaktık bir öyküyü en baştan seninle. Peşimi bırakmayan arsız bir kedi gibi ayaklarımda dolaşan şu uyuşukluğum olmasa çoktan bitirmiştik birinci bölümü şimdiye. Ama sen üzülme, yazacaklarımın hepsi kafamın içinde. Bir başlasam coşkun ırmaklar, çığkan dereler gibi akacak kâğıda kaleme. Ama gel gör ki peşimi bırakmıyor bir türlü şu uyuşukluk, kör olası kan emici örümcek, bırakmıyor beni bana. Bir şeyleri yapmam gerekirken yapamıyor oluşumla yapamayışımın hengamesi arasında yuvarlanıp gidiyorum işte. Bunlar hep stres. Oturduğumda dans ediyor sanki harfler gözlerimin önünde. Ne çok dil vardı şu dünyada. Oysa hepsinin temeli, tüm insanlığın sevgi değil miydi? Koca bir hiç! Tamamen palavralar bütünü, ne kadar çok laf-ü güzaf.

Onca bugüne rağmen; daktilolara, klavyelere, dokunmatik samimiyetlere rağmen bir mektubu hala bir kâğıda karalamam lazım geliyor bana. Öyle olmalı sanki yazıyorsan şayet kalem kâğıda değmeli, aklın tüm odalarında koşuşturmalı yağız atlar, bir ceylan su içmeli göğsündeki pınardan. Sonra akmalı çılgın dereler gibi gönül mürekkebi dökülmeli kalemden kâğıda.  Dökülmeli ki okuyan anlamalı kıymetini, bu da mektup mu deme şimdi; edebiyatta okuyucusuna yazılan her hece mektuptur biraz.
Neydi o meşhur söz; bir şiiri birkaç kalemle yazmak lazım gibi geliyor bana. Sahi değil mi? Bir yazıyı da birkaç kalemle yazmak lazım gibi geliyor bana, bütün renkleri katmalı içine; maviyle yazmalı bir bölümü mesela, özgürlük katmalı içine. Sonra bir bölümü kırmızıyla yazmalı aşkı dahil etmeli aşkın içine, yeşil ile karalamalı bir kısmı yaşamak ekmeli toprağına, sonra canlı bir sarı ile devam etmeli bahar serpiştirmeli aralara... Burayı da niye bunla yazmışım diye okurken renkler de manalarını akıtmalı kalemden satırlara.
Siz uyuyordunuz sevgili okur, tüm şehir uyuyordu; şiirdeki gibi, açlar toklar herkes uyuyordu. Bense oturmuş bir aşk masalı yazıyordum kulağımda bir sevda türküsü. Şimdi deniz karanlık gecede bir tutam buhar gibi titriyordur. Gemiler sessiz kuşlar uyuyordur. Oysa önceleri ne çok severdim bu saatleri. Sabahlara kadar titrek mum ışığına pervane ederdim gönlümü birkaç satır olsun karalayabilmek için kâğıtlara. Ne fırtınalar vardı gönlümde dışarıdaki sessizliğe inat. Bunca soğuğa rağmen en sevdiğim ağacın altında karalarken bi’şeyleri biraz olsun hafiflesin diye bekledim yalnızca gönül yüküm. Hani olur ya bazen hava sıcaktır, bir dere kenarında gezinirken önce suya ayaklarını sokmak istersin sonrası suyun serinliği içine çeker seni, gittikçe gitmek istersin; ama derenin suyu hızlı, ama dere güçlü, ama az daha gidersen bilirsin ki seni alıp götürecek ve çarpacak en sert kayalara. Vura vura kafanı öğretecek sana tüm bunları. Biliyorsun aslında ama yine de serinlik nasıl tatlı, nasıl çağırıyor şirin bir ezgi gibi kalbini büyülemiş. Benim hikayem de tam böyleydi işte.
Kuşlar terk etmiş beni, ben terk etmişim çok mu?
Gözlerim yenik düşüyor en çok gözlerine, bir laf arasında takılı buluyorum sonra ikisini duvarlara. Ne menem şey şu gece dedikleri… Sanki ne vardıysa tüm gün susan gelip dökülüyordu yatağa uzanınca yanına, soğuk bir beden gibi. Zindanlarca tutulan mahkumlar gibi akın ediyorlardı aklımın bütün bahçelerine, hele bir de güzelse hava. Zindan deyince şu paradoks düşüyor üzerime; ya asıl mahkumlar bizsek dışarda? Öyle ya bizim de hayatlarımız belirli zorunluluklar üzerinde yaşanmaya mahkûm kılınmış yapılar değil mi?
Mesela ben; bıraksalar yine bin bir hesapla kitapla projeler mi çizerdim? Yoksa dört bir yana baharda dağılan çiçekler misali okul sıralarında açan çiçeklerime kavuşmayı mı seçerdim? Farkeder miydi mesela çokça yüksek katlı, zamazingosu bol plazalarda tıkır tıkır dolaşmakla; Anadolu’nun belki en ücra köşesinde, kışın ortasında, sobası cıngır cıngır yanan bir odacıkta şiirler okumak, türküler söylemek? Biri şûride, biri ruh-u revan.
Ne ağır şey değil mi şu hasret türküsü? Hepimizin dilinde… Herkesin bir hasreti var sevgili okur ve herkes muhakkak ki kendine iyi gelen suya sürüklenirdi; ya merhem olurdu o su eninde sonunda ya da kanlı bir dere. Yine de ne olursa olsun gitmek isterdim arkama bakmadan o uzaklara. Toplayıp nerde ne kadar kitabım varsa hepsini sere serpe açmak isterdim o kır çiçeklerine ki senelerce bunun için biriktirmemiş miydim koca bir duvarı? Karış karış gezerken toprağımı, tek tek su diye sunmayacak mıydım bütün çeyizimi o sıra güllerine?  Bir gün onlara kavuşabilme ümidiyle rengarenk o kitapları dizmemiş miydim koca duvarının raflarına? Olmadı… İşte bunlar hep algıda gececilik, nerden başladık nerelere geldik sevgili okur.
Herkesin gizli kutusunda sarıp sakladığı yıkılan birtakım hayalleri vardır burdan devam ediyoruz. Şimdi çok toz kalkacak diye eski şeyleri düşünmüyorum. Heveslerimi tüketiyor bu kış demiştim geçenlere, bahar dallarına hasret kaldım. Şimdi beklenen bahar geldi işte, yavaş yavaş düşüyor yeryüzüne. Ağaçlar çiçek açtı, yeşeriyor çimenler. Ne büyük mucize! Kahverengi dallardan beyaz çiçekler açtıran Rab, illaki biliyordu içimizden geçen duaları; öyle değil mi Sevgili Okur? Kalbini denizden yap.
Bugünler geçtiğinde uzunca bir yola çıksak; ıhlamur ağaçları boyunca, mis kokuları tepemizde, sasalar kulağımızda...
“Sasa” ; “ilkbahar çimlerinin sesi” demektir Sevgili Okur.
Yeniden çimlerde gezeceğimiz günlere kavuşma temennisiyle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder