1 Aralık 2012 Cumartesi

Islak Sokaklar Mevsimi



      Islak sokaklar mevsimindeyiz artık. Güz hüzün habercisidir doğasında; anlayacağınız hüznüyle geliyor güz ve nitekim geldi. İstanbul yine biraz ıslak, yine biraz gri, serin de aynı zamanda.  Böyle gri ve ıslak günler insanların eve kapandığı günlerdir, dolayısıyla şehir size kalır. Bu kalabalık şehre hüzün yağar bu zamanlar. Yalnızlık yağar caddelerine bardaktan boşanırcasına. Radyolarda eski şarkılar çalınır gönül penceresinden ansızın bakıp geçenlere doğru. İşte o zamanlarda gitmek istiyor canım; gecenin uykusunun içinde yanan birkaç sokak lambasının sarı ışığıyla aydınlattığı sokaklarda haytalık etmek, boş caddelerde dolaşmak; sonra vitrinlere, sinema afişlerine, sokak isimlerine, telefon kulübelerine sığınmış çocuklara “merhaba” demek istiyorum sessizce işte. Islık çalarak şarkılar uydurmak istiyorum kendi kendime, sahilde martılara simit atmak; gitmek istiyor canım hayatın gittiği, beni götürdüğü yere; hayatın atardamarlarında dolaşmak istiyorum bölmeden gecenin ve şehrin uykusunu. Ben rüzgarı severim hep rüzgarla konuşan bir adam vardı düşlerimde; hem şimdi yağmurda var çok sevdiğim rüzgarda. Yağan yağmurun altında doyasıya ıslanmak, yağmurla yağmur olmak adeta. Yağan bir yağmurda huzur bulmak gibidir bazen vuslat.
      Güz zamanlarında ikiye ayrılır insanlar. Darmadağın saçlar, ıslanmış yüzler hep yere bakar. Yağmurdan hoşnutsuzlar içlerinin isyanını ayak topuklarında hızla biriken sulara vurarak, yerin etkisiyle sekip ayaklarına çarpan damlalara aldırış etmeden kaçışanlar. Onların her adımları yalnızlığa uzanırken yinede hızlı atılır adımları, koşulur sokaklarda az ilerde huzura kavuşacaklarmış gibi. Ha ve birde kulaklıklarındaki ezgilere sığınmış, karınca adımlarıyla her damlayı hissetmek istercesine tek tek sayarak aklındakileri aktaranlar yollara. İşte onların mevsimidir bu güz. Yağmurla yağmur olduktan sonra içlerini ısıtmak için oturduklarında bir köşeye kahveleri bile dert yüklenir, çayları her mevsime göre daha bir demli. Onlar ya unutulan sevgililerini hatırlarlar ya da hatırlanan sevgilileri unutmaya çalışırlar. Böyle geçip giderken bu mevsimde yağmur damlaları arasından vitrinleri az sulu rakı gibidir bu şehrin. Kısaca herkes kendi türküsünü söyler bu mevsimde sokaklarda. Tophane demli bir çay ikram eder yağmur sonrası soğumuş yüreklere, Eminönü oturmaya gelir kuşlarıyla, aşk böyledir derken Galata tüm şehir birlikte ağlar aşıklarına. Yaprakları yeşil değildir artık bu şehrin, sarı renkleri soğukluk veriyor yüreğime işte daha bir üşüyorum sanki. Ellerim hep soğuktur benim ama sanki bu mevsim ayrı bir buz kesti. Bana göre her yılın en zor mevsimidir güz. Onun soğukluğunu hiç atamam ben üstümden; ölüm gibi. Çünkü anlamaya başlarım kaçtığım her şeyi inanmayı yitirmek pahasına.
      Öyle bir an geliyor ki, susuyorsun. Sanki konuşmak istesen dilinden tek kelime çıkabilecekmiş gibi. Görmek istesen gözün güzelliği görebilecekmiş gibi. İşte öyle zamanları toplayıp sana bir ben biriktiriyorum. Çocukluğumun en masum gülümsemelerini kimseye elletmiyorum, sana aitler. Beklemek… Ne zor bir kelime. Olur ya elin gider kâğıda, kaleme. Yazamazsın. Yazarsın, kendine bile okuyamazsın. Özlemekten utandığın oluyor mu? Bu ne biçim yangın dediğin? Gözümü kapasam da bir gün daha geçse dediğin mesela? İnsan hüzünsüz yaşayabilir mi?“Allah sabredenle beraberdir” diyor ya Kitap, korkumdan sabrettiğim oluyor yalan yok. İçim içimi kemirip de sabrediyormuş gibi yaptığım bazen, sanki ellerim yetermiş gibi duygularımı kapatmaya. Deniyorum, yetmiyor. Bu şehrin yağmurlarıyla birlikte taşıyor yüreğimden deli seller gibi işte. Gelecek derdim ben hep; güzel günler gelecek, bu korku neden? Ne var ki, geleceğin daha fazla karanlıktan başka vaadi yok bizlere. Sonra durup uzun uzun susuyorum, zaten konuşmak istesem de dilimden tek kelime çıkmıyor. Ama o gülümsemeler, onlar hâlâ sana aitler.
     Güz bir yürek yangınına düşer hep nedense. Sanki o sokakları ıslatan damlalar yürekleri aketmek için akar. Gecenin kör karanlığında şiddeti yürek hoplatan bir yağmurda şimşek yürürken damarlarına o damlaların şarkısı dünyanın en güzel ezgisi olur kulaklarına.  O sıralar sonbahar vurmuş hasretlerde yeşil kalan aşıklardan olursun sen özlemlerini anımsarken aklının labirentlerinde. Kelimeler bazı anlamlara gelmez hani sonra bir kahve yudumlayıp, bir şarkı açarsın, susarsın ve o şarkı senin söylemek istediğin her şeyi söyler; işte “Güz şarkıları”dır onlar.
      Ne yazarsın böyle deme; sessizce ruhuma üfleneni yazan bir kâtibim ben. Nice kelimelere gebe kalan, onları ince ince tartıp, sonunda kalemi mürekkebe batırıp yaz deneni yazan bir kâtibim. Ben sesim, ben soluğum. Leyla’yım ben, Zühre’nin duasıyım. Doğayı okur gibi, ağacı, yaprağı, insanı okur gibi okunmayı bekleyen bir nesirim, nazımım. Açtım kollarımı bekliyorum. Sen gelince bahar gelecek, sen gelince yağmur duracak. Kalemle nefes bir olacak. Gece güne dönecek öyle ya! Aslolan sözdür sevgili, gerisi beyhude.
      Güneş gözüne doğar ya bazen, yani öyle gelir uykunda sana. Ama güneş benim tam gözümün içine doğdu bugün. Balkona çıkıp yalınayak sokağı seyrettim. Biraz gülümsedim. Biraz içim serinledi, biraz soğukkanlıydım. Güz değildi sanki bugün. Aylardan beri uyuklarken minik bir buseyle hayata dönmüş gibiydim biraz. Bugün, güzel bir gün hislerimce. Bugün yağmur bile yağsa gökkuşağı çıkar ardından. Bugün rengârenk düşler görüyorum gözümün değdiği yerlerde. Bugün hiçbir çocuk üzülmüyor gibi hissediyorum. Anlam yüklemeden bakıyorum etrafıma, insanlardan beklentilerimi yok denecek kadar aza indirgiyorum bugün. Uyandığım saatte normalde uyur olurdum, bende adımların küsmesinde zaman dolsun diye oturdum biraz kendimle konuştum: Elinin değdiği her şeyi insanileştirmeye çalıştın. Her şeye can vermek istedin ellerinle. Bir yazara ait okuduğun ilk kitap, filmlerini dizmek için özenle duvara monte ettiğin küçük raflar, dergiler, yeni elbiseler, sevdiğin insanlar. Eğer merhametin olmasaydı nasıl algılardın dünyayı? Hep mutlu olsaydın nasıl bilirsin tüm bunların kıymetini? İnsaniyetine sığındığın geceler geçirdin. Kâbuslarından korkup uyuyamadığın geceler, hep ‘en uzun gece’ler oldu. Güz mevsiminin rehaveti çöktüğünde sabrın zayıfladı. ‘Hava güzel olsaydı yapardın’ lar arttı. Mevsim böyle zor olmasa sokakta gözünden kaçmayacak şeyler kaçırdın. “Günler bazen hızlı geçer bazen beklersin hiç ilerlemez” dediğin çok oldu. Bunun mevsimsel bir açıklaması yoktur her zaman. Ama öyle ya da böyle dünya döner. “Elbette acı çekeceksin, görmenin bedelidir bu. Elbette için korkuyla dolacak bazen, yaşamak demek tehlike içinde olmak demektir. Büyümek zordur” demişti babam bir keresinde ne kadarda haklıymış.
      İnsan etten kemiktendi. Duygu kavramının bilimsel bir açıklaması yoktu. Adı konmuş öyle bilinen birkaç hissiyat vardı sadece. Korkmak mesela, düşünmek vardı. Hissetmek vardı sonra. Bir mevsime anlam yüklemek iç rahatlatmaktır. Bahar, güzün ardından yeniden doğmak gibidir mesela. Güne gülerek başlamak, erken uyanmak, soğuğun verdiği kasvetten arınmak gibidir. Toprakta yeşeren her çiçek, içinde büyürmüş gibi mutlu olursun, günler uzun, günler aydınlıktır. İşte bu bahar başka olacak. Yeni hayaller, yeni fikirler, yeni insanlar. ‘Bu yıl her şey başka olacak’ her yeni yıl gibi. Radikal kararlar alacaksın, yapamadığın şeyleri yapacaksın, unuttuğun dostlarını hatırlayacaksın, hatta bazen uzak durduğun kalemine yeniden sarılacaksın. Bu yıl her şey başka olacak. Bu güzün kapıları bahara açıldığında hayatında kapıları bambaşka bahçeler vaat edecek sana; hissediyorum. Ama şimdi mevsim güz. Nasıl bir çelişki? Hem her yerde, hem hiçbir yerde; hem her şeyde, hem hiçbir şeyde. Güzün getirdiği hüznünü sıcak çayınla karşıla. Otur karşısına damlalar sek sek oynarken camının önünde sen al hüznünle sohbet et hikayelerinle. Hüzünle mutlu olmayı bilmek gerek.Ne diyor Oğuz Atay; “Düşünmek, hayatı ne karmaşık bir duruma sokuyor. Bir cümle kaldı yalnız aklımda: güzel bir gün ve ben yaşıyorum.”

http://www.youtube.com/watch?v=ejCGWXDLJm8

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder