3 Temmuz 2015 Cuma

"Ne Okuyorum?"dan Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

 

Roman değil de uzun bir ayrılık hikâyesi. Bir adamın iç sesleri, bol bol sözcük oyunu. Söylemekle susmak, gitmekle kalmak arasında bitirim bir yarım kalmışlığın 'şakayla karışık' hüzünlü öyküsü. Nefis bir üçlemenin peşrevi... Yazarın da dediği gibi peşrev bu; bitse ne olur, bitmese ne?
Sanırım derbeder Türk romanları, öyküleri okumaktan hoşlanıyorum. Aynı stilde yazılmış Amerikan loser hikâyeleri bana her zaman fazla konuşkan gelmiştir. Bizdekilerin duygusal derinliği, araya saçılmış kültürel bilgi kırıntıları, okkalı kahveler, iyi demli çaylar bulunmaz onlarda. Müzeyyen de böyle incelikli bil novella. Sabah kitabı okuyup, akşam filmini izledim. Bir kitabı senaryolaştırmak zor iş tabii, küçümsemiyorum. Ama kitabın sonunun filme göre çok daha şık olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Kitap ne kadar bizse film o kadar Amerikalı olmuş.
Filmini görüp, oyuncularını duyduktan sonra tek bir şey düşündüm. Filminden önce kitabını okumalıyım. Nedense öyle bir his yayıldı içime. Sanki eksik kalacakmış gibi hissettim o incecik kitap film olunca... Koşarak gittim, buldum, arkasını çevirdim ve "Sen nasıl bir hikâyesin böyle?" dedim kendi kendime. Aldım tabii hemen. Sonra başladım, tadı damağımda kalarak bitirdim. 
Farklıydı... Bugüne kadar okuduklarımın içinde en farklısıydı sanırım.
İçinde İstanbul geçen, avarelikle bezeli biraz da umutsuz hikâyeleri seviyorum. Aylak Adam türevi bir kitaptı. Sıradan bir anlatım yok aksine takip etmesi zor ama gayet eğlenceli bir dil ile yazılmıştı. Keyifle okudum. İlhami Algör kelimelerle raks ederken tam anlamıyla şiir gibi bir roman yazmış. Her cümlenin ayrı bir namesi var, şarkı söylercesine okunuyor. Bitmesi ise tarifi imkansız bir sessizlik bırakıyor. Algör'ün kestiği o aylak adam vari racona fena tav oldum. Yolum bir daha bir daha ve bir daha kesişecek
İlhami Algör'ün psikolojik dünyasından bir kadın ve bir erkek. Hangisi hayal hangisi gerçek anlamak güç, ama okumak müthiş keyifli. 70'li yıllardan bir Yeşilçam filmi senaryosu tadında kısa ve sımsıcak bir metin. Azıcık daha uzun olaydı iyiydi. Karakterlerin derinlikleri eksik. Sevimli bir edebi dili var. Anlatıcı sürekli olarak 3. bir kişiyle diyalog halindeymiş gibi kafasından geçen düşünceleri ve tasarladıklarını anlatıyor. 
Bazen dediğini o sırada yapıyor mu yoksa sadece kafasından mı geçti kestiremiyorsunuz. Flu. Sorulara cevap vermek yerine soruların varlığının sağlaması. Bir mesaj derdi var yazarın. Her şeye moda mod böyle oldu demek istemiyor yazar. Düşünerek yaşıyor. Hikâyeler kuruyor. Sınırlar çizmiyor, engeller koymuyor. Ah ne güzel bir adam aslında... Lakin o öyle olmuyor.
Yazarın dili güzel. Betimlemeler kendini o mekânda hissettiriyor. Sıralı düşünce olayları sizi o gerçekliğin bire bir içine sürüklüyor. Kendini satırlarda savuruyor, olaylarda buluyorsun. Güzel şarkılar geçiyor içinde "Fakat Müzeyyen"in. Hele öyle bir yer var ki, gerçekten tarihlere gerek kalmadan bizi anlatıyor şarkılar.
Müzeyyen sizi içine çekiyor, sarıp sarmalıyor, bir anda kollarını açıyor ve sıcağından ayrılmak sizi üşütüyor. Gidene de dön denmiyor. Metin okuyucu yormadan akıp gidiyor. Şairane ve başarılı bir yapıt olduğunu kabul etmekle birlikte, günümüzdeki hızlı tüketim alışkanlıklarına çok uygun, "fast food" bir hikaye olduğunu belirtmeden de geçemeyeceğim. Gönül işlerinde terk edilmelerin hasarları, herkeste farklı hikayeleri. Tadımlık bir terk ediliş dertleşmesi kısaca. Şiir tadında bir hikâye. 58 sayfalık bu öyküyü tek seferde okuyun. Ara vermeyin, bölmeyin. Akışına bırakın kendinizi.
Daldan dala atlayan inanılmaz bir kafanın ürünü bir roman, hatta uzun hikâye demek daha doğru olur. Karakterler arasındaki diyalogların ve ana karakterin kafasından geçen saliselik düşüncelerin uzun bir listesi bile denebilir.  Akıcılığı ve dinamizmi, bir okuyucu olarak beni aldı götürdü. Kitabın son kısımlarına doğru olayları bağlama endişesi biraz oraya çıkmış gibi dursa da romanı genel anlamıyla etkilemeyen bir durum.
Biz bir parçayı ele aldık, inceledik, arada birde genel baktık sonra kapattık kapağını, evlerimizin kapıları gibi...  Hani ucundan kıyısından dokunursun ya bazı hayatlara, işte tam öyle bir kitap "Bu Derin Bir Tutku".   Sonra mı? Sonra bir "Çıt" sesiyle kapanıyor kitap. Kapılarla konuşan adamın, bir kapıyı çekip çıkması gibi.
Hikâyeye göre adam, kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor, eve sığmıyor... Bülbülün çilesi, yazarın zulası... İnceden sarma bir sigara, inceden bir bardak... Hicran isimli bir yara, tuhaf isimli bir roman. Kafamız iyi, açmayın kapağı, biz böyle iyiyiz.
İhami Algör, alelacayip aşların ve oyunbazlığın, hüzünlü dolambaçların yazarı.
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, İtalyan Yokuşu’ndan aşağı, rüzgâra asılıp Tophane’ye inen roman. Avaramu!

Kitaptan alıntılar:
…“Her şeyin iyi gittiğini nerden çıkarıyorsun?” dedi.
 “Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku,” dedim. Tırsmaya başlamıştım. Haklı olabilirdi.
“Evet, biraz sapık ve tek taraflı bir tutku,” dedi, arkasını dönüp gitti.
…" Çıt " noktasına kadar hikayede üçüncü şahıs yoktu. Haklıydı. Tarzan ormanı dolaşıyor, gece yarısı Ceyn'e geliyordu.
…“Herif rüzgârı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara sıra telleri takılır gibi kadına geliyor gece yarısı.”
…"Aynadaki kadın benim zıttım, demişti, ben ne kadar ev haliysem o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben gündüzüm, o gece... Çapkın, güçlü, özgür."
...”Ne olmuştu da, "Seninle dünyanın her yerine gelirim" diyen Müzeyyen , durduğu yerden çekip gitmelere başlamıştı. Nerelere gidiyordu? Gelirken getirdiği bakışlar ne dalgaydı? Hangisi Müzeyyen'di? Ya da Müzeyyen kimdi? İlk tanıdığım kimdi, şimdiki kim?
...    "Hikaye," dedim, "gel seninle anlaşalım. Sen yarım kal, adını da Yarım Kalan Hikaye koyalım."
     "Sen zaten neyi tamam ettin ki?" dedi bana.
     "Aslında tam diye bir şey yoktur," dedim. "her tam, bir üst yarımın alt asamağıdır. Yani yarım da bir bütündür."
... “Ben sözlerden değil bakışlardan tırsardım. Bakışların arkalarını sezer, sezgilerim doğrulanana kadar mecburen bekler , beklerken kafayı yerdim. Konuşunca mesele yoktu. Ayrıca bu devirde herkes en azından iki tane idi. Daha kalabalık olanları da görmüştüm.

 Arka Kapak:
“Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. 
Dünyanın bütün Kızılderilileri yenilir, Sapartası kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. 
O ağladıkça ben de ağlardım. 
Nedenimi bilmez ağlardım. 
Ağladıkça Sadri’ye kıl kapar gıcık olurdum. 
Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri’nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine.”

3 yorum:

  1. Yanıtlar
    1. Kitap da film de gerçekten güzel. Önce kitabı okuyup daha sonra filmini izlemenizi tavsiye ederim. Hikaye yavan kalmasın. :) Sağlıcakla.

      Sil
    2. Çok teşekkür ederim, sevgiler :)

      Sil