Roman değil de uzun
bir ayrılık hikâyesi. Bir adamın iç sesleri, bol bol sözcük oyunu. Söylemekle
susmak, gitmekle kalmak arasında bitirim bir yarım kalmışlığın 'şakayla karışık'
hüzünlü öyküsü. Nefis bir üçlemenin peşrevi... Yazarın da dediği gibi peşrev
bu; bitse ne olur, bitmese ne?
Sanırım derbeder Türk
romanları, öyküleri okumaktan hoşlanıyorum. Aynı stilde yazılmış Amerikan loser
hikâyeleri bana her zaman fazla konuşkan gelmiştir. Bizdekilerin duygusal
derinliği, araya saçılmış kültürel bilgi kırıntıları, okkalı kahveler, iyi
demli çaylar bulunmaz onlarda. Müzeyyen de böyle incelikli bil novella. Sabah
kitabı okuyup, akşam filmini izledim. Bir kitabı senaryolaştırmak zor iş tabii,
küçümsemiyorum. Ama kitabın sonunun filme göre çok daha şık olduğunu söylemeden
geçemeyeceğim. Kitap ne kadar bizse film o kadar Amerikalı olmuş.
Filmini görüp, oyuncularını duyduktan sonra tek bir şey
düşündüm. Filminden önce kitabını okumalıyım. Nedense öyle bir his yayıldı
içime. Sanki eksik kalacakmış gibi hissettim o incecik kitap film olunca...
Koşarak gittim, buldum, arkasını çevirdim ve "Sen nasıl bir hikâyesin böyle?"
dedim kendi kendime. Aldım tabii hemen. Sonra başladım, tadı damağımda
kalarak bitirdim.
İçinde İstanbul
geçen, avarelikle bezeli biraz da umutsuz hikâyeleri seviyorum. Aylak Adam
türevi bir kitaptı. Sıradan bir anlatım yok aksine takip etmesi zor ama gayet
eğlenceli bir dil ile yazılmıştı. Keyifle okudum. İlhami Algör kelimelerle
raks ederken tam anlamıyla şiir gibi bir roman yazmış. Her cümlenin ayrı bir
namesi var, şarkı söylercesine okunuyor. Bitmesi ise tarifi imkansız bir
sessizlik bırakıyor. Algör'ün kestiği o aylak adam vari racona fena tav oldum.
Yolum bir daha bir daha ve bir daha kesişecek
İlhami Algör'ün
psikolojik dünyasından bir kadın ve bir erkek. Hangisi hayal hangisi gerçek
anlamak güç, ama okumak müthiş keyifli. 70'li yıllardan bir Yeşilçam filmi
senaryosu tadında kısa ve sımsıcak bir metin. Azıcık daha uzun olaydı iyiydi.
Karakterlerin derinlikleri eksik. Sevimli bir edebi dili var. Anlatıcı sürekli
olarak 3. bir kişiyle diyalog halindeymiş gibi kafasından geçen düşünceleri ve
tasarladıklarını anlatıyor.
Bazen dediğini o sırada yapıyor mu yoksa sadece
kafasından mı geçti kestiremiyorsunuz. Flu. Sorulara cevap vermek yerine
soruların varlığının sağlaması. Bir
mesaj derdi var yazarın. Her şeye moda mod böyle oldu demek
istemiyor yazar. Düşünerek yaşıyor. Hikâyeler kuruyor. Sınırlar çizmiyor,
engeller koymuyor. Ah ne güzel bir adam aslında... Lakin o öyle olmuyor.
Yazarın dili güzel. Betimlemeler kendini o mekânda
hissettiriyor. Sıralı düşünce
olayları sizi o gerçekliğin bire bir içine sürüklüyor. Kendini
satırlarda savuruyor, olaylarda buluyorsun. Güzel şarkılar geçiyor içinde
"Fakat Müzeyyen"in. Hele öyle bir yer var ki, gerçekten tarihlere
gerek kalmadan bizi anlatıyor şarkılar.
Müzeyyen sizi içine
çekiyor, sarıp sarmalıyor, bir anda kollarını açıyor ve sıcağından ayrılmak
sizi üşütüyor. Gidene de dön denmiyor. Metin okuyucu yormadan akıp gidiyor.
Şairane ve başarılı bir yapıt olduğunu kabul etmekle birlikte, günümüzdeki
hızlı tüketim alışkanlıklarına çok uygun, "fast food" bir hikaye
olduğunu belirtmeden de geçemeyeceğim. Gönül işlerinde terk edilmelerin
hasarları, herkeste farklı hikayeleri. Tadımlık bir terk ediliş dertleşmesi
kısaca. Şiir tadında bir hikâye. 58 sayfalık bu öyküyü tek seferde okuyun. Ara
vermeyin, bölmeyin. Akışına bırakın kendinizi.
Daldan dala atlayan
inanılmaz bir kafanın ürünü bir roman, hatta uzun hikâye demek daha doğru olur.
Karakterler arasındaki diyalogların ve ana karakterin kafasından geçen
saliselik düşüncelerin uzun bir listesi bile denebilir. Akıcılığı ve
dinamizmi, bir okuyucu olarak beni aldı götürdü. Kitabın son kısımlarına doğru
olayları bağlama endişesi biraz oraya çıkmış gibi dursa da romanı genel
anlamıyla etkilemeyen bir durum.
Biz bir parçayı ele
aldık, inceledik, arada birde genel baktık sonra kapattık kapağını, evlerimizin
kapıları gibi... Hani ucundan kıyısından dokunursun ya bazı
hayatlara, işte tam öyle bir kitap "Bu Derin Bir
Tutku". Sonra mı? Sonra bir "Çıt" sesiyle kapanıyor
kitap. Kapılarla konuşan adamın, bir kapıyı çekip çıkması gibi.
Hikâyeye göre adam,
kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor, eve sığmıyor... Bülbülün çilesi,
yazarın zulası... İnceden sarma bir sigara, inceden bir bardak... Hicran isimli
bir yara, tuhaf isimli bir roman. Kafamız iyi, açmayın kapağı, biz böyle
iyiyiz.
İhami Algör,
alelacayip aşların ve oyunbazlığın, hüzünlü dolambaçların yazarı.
Fakat Müzeyyen Bu
Derin Bir Tutku, İtalyan Yokuşu’ndan aşağı, rüzgâra asılıp Tophane’ye inen
roman. Avaramu!
…“Her şeyin iyi gittiğini nerden çıkarıyorsun?” dedi.
“Fakat Müzeyyen,
bu derin bir tutku,” dedim. Tırsmaya başlamıştım. Haklı olabilirdi.
“Evet, biraz sapık ve tek taraflı bir tutku,” dedi,
arkasını dönüp gitti.
…" Çıt "
noktasına kadar hikayede üçüncü şahıs yoktu. Haklıydı. Tarzan ormanı dolaşıyor,
gece yarısı Ceyn'e geliyordu.
…“Herif rüzgârı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara
sıra telleri takılır gibi kadına geliyor gece yarısı.”
…"Aynadaki kadın benim zıttım, demişti, ben ne kadar
ev haliysem o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben
gündüzüm, o gece... Çapkın, güçlü, özgür."
...”Ne olmuştu
da, "Seninle dünyanın her yerine gelirim" diyen Müzeyyen ,
durduğu yerden çekip gitmelere başlamıştı. Nerelere gidiyordu? Gelirken
getirdiği bakışlar ne dalgaydı? Hangisi Müzeyyen'di? Ya da Müzeyyen kimdi? İlk
tanıdığım kimdi, şimdiki kim?
...
"Hikaye," dedim, "gel seninle anlaşalım. Sen yarım kal,
adını da Yarım Kalan Hikaye koyalım."
"Sen zaten neyi tamam ettin ki?" dedi bana.
"Aslında tam diye bir şey yoktur," dedim. "her tam, bir üst yarımın alt asamağıdır. Yani yarım da bir bütündür."
"Sen zaten neyi tamam ettin ki?" dedi bana.
"Aslında tam diye bir şey yoktur," dedim. "her tam, bir üst yarımın alt asamağıdır. Yani yarım da bir bütündür."
... “Ben
sözlerden değil bakışlardan tırsardım. Bakışların arkalarını sezer, sezgilerim
doğrulanana kadar mecburen bekler , beklerken kafayı yerdim. Konuşunca mesele
yoktu. Ayrıca bu devirde herkes en azından iki tane idi. Daha kalabalık
olanları da görmüştüm.
Arka Kapak:
“Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu.
Dünyanın bütün
Kızılderilileri yenilir, Sapartası kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar
döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı.
O ağladıkça ben de
ağlardım.
Nedenimi bilmez ağlardım.
Ağladıkça Sadri’ye kıl kapar gıcık olurdum.
Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin
bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri’nin bu mecburiyetlere, giden kişinin
özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine.”
Aşık oldum sanırım :')
YanıtlaSilKitap da film de gerçekten güzel. Önce kitabı okuyup daha sonra filmini izlemenizi tavsiye ederim. Hikaye yavan kalmasın. :) Sağlıcakla.
SilÇok teşekkür ederim, sevgiler :)
Sil