Bırak gitsin… Onlarsız da
yapabilirsin. Bir kahve koyarsın güneşin batmasına yakın kendine, ya da güzel
bir çay demlersin. Okumayı bıraktığın bir kitap tutuşturursun eline. Bir dize
dolandırırsın diline. Belki bir şiir ezberlersin. Bırak giden şiir olsun
gitsin; sen yalnız da güzelsin.
Sen denizsin; bira şişeleri âşık sana, sarhoşlar âşık, sevgililer
âşık, yalnızlar âşık, herkes âşık sana. Ve sen hepsini kucaklayabilecek kadar
büyüksün deniz. Dünyaya sığamıyorum, sana sığabilirim, sığınabilirim. Akıntıya
kapılıp bilmediğim yerlere sürüklenebilirim kanımdaki bin bir nevî kimyasalla.
Her şeyi bir halisünasyonmuş gibi yaşayıp her halüsinasyonu gerçekmiş gibi
sevebilirim. Tek başına yeryüzünde dolaşan bir insanım, aslında bütün
insanoğluyum ben; yalnız, amaçsız ve ürkek.
Denize atlamak işten değil.
Umutsuzluk; ne bir eksik, ne bir fazla. Çırılçıplak dikiliyor karşımda,
davetkâr. Şemsiyelerini zor taşıyan ince bilekli kadınlar kaldırımlara
namlarını yazıyorlar. Uzaktan bakılıyorlar uzaktan bakanlar tarafından. Gagasında
sevincini taşıyor bir kırlangıç, gagasından sevincini düşürüyor kırlangıç.
Mutsuzluk; ne bir eksik, ne bir fazla. Kemanın biri ağlıyor ahşap pencereli bir
dairede; başını virtüözünün omzuna yaslamış, hıçkırıyor: "sol diyez, fa,
mi..." bina ağlıyor sanki. Çünkü binadaki herkes ağlayacak bir şeyler
arıyor.
Ah ne kolay ağlayacak bir şeyler
bulmak! Binadaki herkes ağlayacak bir şeyler buluyor. Mesela yalnızlık; ne bir
eksik, ne bir fazla. Tanrısına küsen bir peygamberin yalnızlığı var üstümde. Kesiklerle
dolu sağım solum, yaram berem içimde kalbim.
Gözleri görmeyen bir kadın
bağırarak geçiyor penceremin dibinden, yazmanın beni iyileştiremeyeceğini
anlatmak istercesine:
"Üç kutu yarabandı 1 liraa!
Üç kutu yarabandı bir liraa!
Üüüç kutu yarabandı 1 lira!"
Sen hiç yalnızlıktan ölen
birisini gördün mü? Göremezsin. Yalnızlık ölümcül değildir çünkü. Yalnızlığı
dayanılmaz ve çekilmez kılan da budur zaten. Sigara tiryakisi olup da sigara
içememek gibi. Sen hiç sigarasızlıktan ölen birisini gördün mü? Göremezsin..
Aç parantez, kapa parantez.
Söyleyemediğin cümleleri tıkıştır
araya. Çiçekler kırmızı değil artık, artık kapı yok, pencere yok. Salıncaklar
boş, atlar ölü, tanrı küs. Ve tütün külü kokan boş bir otobüs, bütün şehri alıp
gider. Bütün şehir dalıp gider. İşi gücü bırakır bütün şehir, düşünmek yapar, ağlamak
yapar, muhakkak yakar binalarını bütün şehir dalıp giderayak. Tüm halklar kınar
beni sonra, bir tek ben beni ben kılar.
Şehir başını alıp gider uzaklara.
Bütün şehir dalıp giderken uzaklara, bir taşın üstüne oturur bir adam küçük bir
sopayla toprağı kurcalar ağlayarak. Hayat parantezin içindekilerden ibaret. Bir
sürü sıfır işte, hayatlarımız gibi. Hiçliğin ortak noktasındayız. Bir intihar
mektubunun satır aralarında. Sakat kalmış bir sokak köpeği gibi. Tir tir
titriyoruz kaldırımlarda. Kimse gelmiyor. Kimse gelmiyor.. Kimse gelmiyor...
Bir tek ben seviyorum beni sanki tanrı
bile sevmiyor. Ve ben bazen kendimi hiç sevmiyorum. Belki uyanmam diye uyuyorum sırf. Bazı
cümleleri "sırf" ile bitirecek kadar tükenmişim, annem de farkında. Herkes
gidecek bir yerler buluyor, ama kimse gelmiyor. Sanki herkes bir gün bir bir gidecek,
bir ben kalacakmışım gibi geliyor.
Aydınlatması iyi yapılmamış bir
yolda gece vakti trafiğe çıkarsın hani, yola düşen elektrik direği gölgeleriyle
çukurlar birbirlerine çok benzer ve hangisinin gölge hangisinin çukur olduğunu
anlayamazsın ya... "Gölgedir la" diyip kendimi frenlemediğim her
karaltı çukur çıkıyor, tökezliyorum. Paldır küldürüm. Sonra bir gün her şey
değişiyor ve sen kendinle kalıyorsun. Hiç tanımadığın kendinle. Aynada gördüğün
yüzün ne olduğunu, kime ait olduğunu sen bile bilemiyorsun.
İçimdekileri yazsam roman çıkar
herhal. Öyle ya insan göreceli bir varlık.
Hayat sağlıklı yaşamak için
çabalamaya değmeyecek kadar kısa. Bir gün yola atlarsınız aniden,
dalgınsınızdır veya müzik dinliyorsunuzdur, arabanın teki gelip önce kafanıza
çarpar 70 kilometrelik bir hızla, ardından sizi altına alır ve bacaklarınızın-kollarınızın
üstünden geçer tonlarca ağırlığıyla. Plakası düşer arabanın. Yol kenarında, “ah”
edecek, Kelime-i Şahadet getirecek dermanın kalırsa eğer ölüm de güzel
şeydir...
Soğuktur ölüm; insanın içini
dağlar. Soğuk bir yangındır; cayır cayır yanarken üşüdüğümüz...
Ağlamak isteyip ağlayamamak,
bağırmak isteyip bağıramamak...
Hayatımız geçiyor. Geçerken her
durakta ve dönemeçte bıraktıklarımız oluyor. Kimileri kendi istekleriyle
kalıyor oralarda, kimilerini kader alıyor bizden, kimilerini ise Hak Teâlâ
ayırıyor. Böylece büyüyoruz.
Evet büyüyoruz. Bunları yaşarken fark
etmeden büyüyoruz. Canlarımız acıyor ama dayanıyoruz. Çünkü ne olursa olsun
hayatımız devam etmekle mükellef. Biz istesekte istemesekte gidenlerle
kalamıyoruz olduğumuz yerde.
Ne diyor şair: "bilirim
ölenlerle ölünmüyor ama kalanlarla da yaşanmıyor."
Nitekim öyle. Ölenler; ölülerimiz
bizden giderken yanlarında götürdüklerini bile soramadığımız ölülerimiz. Ölüm
anidir, bilmeden gelir. Soğuktur ölüm; yakışmaz kimseciklere. Bazen de biz
konduramayız.
Ölüm Allah'ın emri. Öyle
buyruluyor ki: ""De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm
hep âlemlerin Rabbi Allah içindir." (EN'AM/162) Bize düşen elbet
kabullenmek. Zira O'ndan gelen kabulümüzdür elbet.
Ama ölüm yine de acıdır,
üzücüdür; soğuk bir yangındır. Cayır cayır yanarken üşüdüğümüz... Bir de
beklenmeyendense gelen haber işte o zaman bir boşluk ki büyür içimizde. İsyan
değil Yarabbi, bu sana isyan değil ama insan dediğin varlık anlamıyor işte.
Suyun altında nefes almaya
çalışırsan mesela, yaşamak gibi; yine görünmüşse camdan yapılmış bir şişenin dibi,
ne dili kalır aşkın ne de matemi... İçindekiyle dışındaki birbiriyle
örtüşmezken, birbirine âşık iki insan konuşamazken, bulutsuz bir gökyüzünde
hiçbir yıldız gözükmezken mesela; nefesi daralır bir şairin. Kendisi olur önce,
sonra sen olur, o olur, bir başkası olur; sırayla herkes olur kendisini bulmak
için. Bana biraz umut verin, gerisini ben hallederim.
Vakit çürütüyorum. İşsize iş
vermiyor hiç bir patron. Yaprak dolması gibi hissediyorum kendimi. Sarılıp
sarmalanıp tutsak edilmiş tüm pirinçlerim. Hayatıma limon sıkılmış gibi. Ev
terliklerini içselleştiriyorum sık sık. Artık evde çay istediğimde çok kızıyor
annem. Çok konuşunca da çok kızıyor annem. Oturmadığımda da kızıyor annem. Ev
terlikleri...
Vakit çürütüyorum. Koydum çay tabağına
şekeri, üstüne de sıcacık çay dolu bardağımı... Radyoda bir şarkı çıkıyor, çok
sevip seninle beraber dinlediğimizi hayal ediyorum. Tam o an realist bir el
çekiyor kulaklarımı, parmakları da buz gibi. Oysa sürrealizm ne güzel, sıcacık.
Bütün siyah atların ismi Siyah İnci mesela. Bütün beyaz atlar Düldül. Bütün
Japonlar profesör bizce, bütün komşu kadınlar Songül... Sonra mesela bilyeler. Sonra
tasolar. Sonra yine terlikler. Ama annemi seviyorum. Bilmiyorum, böyle bir şeyler işte.
Vakit çürütüyorum... Ölümü
bir anlık olmaktan çıkartıp bütün hayatıma yaymışım, sürekli ölüyorum.
Mis...
Ama ölüm bile üzerinden zaman geçince
eskir. Geçmeyecek diye yanıp tutuştuğunuz acılar eskir, aşklar eskir, gidenler
eskir, dönenler eskir. Benden bu kadar, Allah herkesin gönlüne göre versin.
Yarınki Beraat Kandilinizi şimdiden kutlarım. Haydiyin sağlıcakla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder