Mayıs'ta okumayı planlamışım fakat 5 gün önce elime alabilmişim.
Hızıma hayran kalmamak gerçekten zor dimi? Dün gece bitirdim kitabı ve sanırım
bu kadar beklemesinde bir hayır olduğunu düşünmeye başladım.
Elif Şafak'ın kitabı olduğu için kesinlikle +1 ile başladım
kitabın ilk sayfalarına. Alonso Perez, Andres, İsabel kim derken içimden,
karakterlere de ısındım. Kendilerinden bahsederken takındıkları açıksözlü tavır
hoşuma gitti. Herkes nerde hata yaptığının farkındaydı ama düzeltmeye ya gerek
yoktu; ya da şartlar oluşmamıştı... İsimlerine alışmayı deneyip başaramadıktan,
hepsine kendimce Türkçe isimler verip öyle okumaya çalışıp yine başaramadıktan
sonra koyverdim kitabın gidişatına kendimi.
1500'lü yıllarda Madrid'te geçen bir öyküye koyverdim
düşüncelerimi. Engizisyon hâkimiyle içindeki sesin konuşmalarına kulak kabarttım
ve kendilerini tebrik edişlerine bende kadeh kaldırarak eşlik ettim. İsabel'in
durgunluğuna,işlediği günahın altında ezilmesine,çocuğuna karşı hissettiği ama
gösteremediği anneliğine tanıklık yaptım.Zavallı Andres; annesi ve babası
tarafından eksik bırakılan duygusal yanının komşusu Elena tarafından
doldurulmaya çalışılacağını;bunun herkesin hayatını mahvedeceğini nereden
bilebilirdi...Zavallı çocuk...
Peki ya o Miguel'e ne demeli? Andres'in amcası olan
yakışıklı delikanlının en büyük becerisi sefahat âlemlerine dalıp sabahlara
kadar içmek, ayık olduğu zamanlarda da kendisine kahretmek. Kitap boyunca
kıvırcık, gür, kuzguni siyah saçlarına ellerimi dokundurmak istesemde bunun
onun en büyük kozu olduğunu hatırlayıp her seferinde vazgeçtim. Abisi
Antonio(yani benim zavallı Andres'imin babası) hekimliğinin zirvesindedir, Felsefe
kürsüsünün başkanlığına adaydır, karısı İsabelle arasında aşılmaz dağlar vardır
ve oğluyla ilgilenecek ufacık bir zamanı bile yoktur.
Bütün bu kişilere ilave olarak Yaşlı adındaki bilgin Müslüman
kadın, bir haham, bir şeyh, şeyhin yüzünün yarısı yanmış kızı Zülfe, dallarını
sokağa sarkıtmış bir armut ağacı ve aynalar şehri İstanbul eşlik etti kitap
boyunca bana...Hikaye kahramanlarının birbirleriyle olan ilişkilerini,
olayların nasıl geliştiğini anlatırsam zaten kitabı okumuş gibi olursunuz,o
zaman kitabı okumak istemezsiniz.Bu da her ne kadar çok sevdiklerim arasında
olmayacak olsa da bu kitaptaki kelimelerin dansını kaçırmanız anlamına gelir ki
ben bunu da istemem. :)
Benim kanaatimce, Elif Şafak okumaya "Siyah Süt"
ile başlayıp "Aşk" ile devam edenlerdenseniz ve başka kitabını
okumadıysanız şimdilik bu kitaba pek alıcı gözle bakmayın, eminim sizi
sıkacaktır. Yok ben o bölümü atladım ve "Mahrem"i de sevdim
diyorsanız o zaman elinizin altında bulunsun ama sonunun biraz karışık hatta
bulanık olduğunu aklınızdan çıkmasın. Eğer benim gibi Elif Şafak külliyatı her
şekilde okunacak diyorsanız zaten sıra bir şekilde bu kitaba gelecektir ve siz
kitabın sonuna takılmayıp içindeki sözlerin sihrine, cümlelerin birbiriyle dans
edişine ve heccavın yıldız olmuş harflerine (kitaptaki en etkileyici bölümlerden
biriydi bence heccavın hikâyesi) kapılıp gideceksiniz.
İşte Heccavın yıldızlarından benim payıma düşenler:
***Aynalar şehrine geldim çünkü benden evvel yazılmış bir hikâyenin
içindeyim. Aynalar şehrindeyim çünkü kim olduğumun peşindeyim. (syf.5)
***Geldiğimden beri yağmur yağıyor şehirde. Bense, ne zaman
güneşin sarısını özlesem, niçin buraya geldiğimi hatırlatıyorum
kendime."Aynalar şehrine geldim çünkü benim hikayemin önünü,benden evvel
kaleme alınmış bir başka hikaye tıkıyor.Aynalar şehrindeyim çünkü bir kez şu
bendi yıkabilsem sular çağlayacak,deli deli akacak;hissediyorum.Aynalar
şehrindeyim çünkü ben bir korkağım;ve ne olduğunu bilen her korkak gibi,bu
sırrı kendime saklıyorum." (syf.7)
***Gayet iyi biliyordu ki, hüzün denilen şey tıpkı siyah,
dalgalı saçlarının arasına nasılsa yerleşivermiş beyaz bir saç teline
benziyordu. Hüzün, koparıldıkça çoğalıyor, çoğaldıkça arsızlaşıyordu. (syf.26)
***Anlayamıyordu. Anlamaktan korkuyordu. Bir zamanlar tepeden
tırnağa tutku, tepeden tırnağa aşk ve tepeden tırnağa ona ait olan bir kadının
şimdi nasıl bu kadar uzak, bu kadar soğuk ve ulaşılmaz olabildiğini
anlayamıyordu. Sevdiğinin aniden bir yabancıya dönüşmesini içine
sindiremiyordu.(syf.46)
***İnsan bazen bir haritaya ihtiyaç duyar. Hiç gitmediği ya da
hep gittiği yerin haritasına değil; bir daha asla gidemeyeceği bir yerin haritasına.
Geçmişi bir rüya olmaktan çıkartıp oranın hep var olduğuna ve geleceği
ümitsizlikten kurtarıp oranın hep öyle kalacağına inandıracak bir haritaya. İnsan
bazen sevgilisinin haritasını çıkarmaya ihtiyaç duyar. Terk edilmenin acısını
unutturup, acısını çoğaltacak bir haritaya.(syf.47)
***Yaşlı'ya ihtiyacım var. Söylesene Antonio, birine ihtiyaç
duymanın ne demek olduğunu biliyor musun? Antonio Pereira yıkılmış
görünüyordu."Nasıl istersen." dedi kısık bir sesle."Yarın, onu
alması için birini göndereceğim."
"Lütfen bunu yapma." dedi İsabel." Sen sadece
haber gönder. O istediği yoldan, istediği zaman gelir." (syf.73)
***Ölümü anlamak çok daha kolaydı. Ölmüş bir baba zaten yok
demekti. Oysa hayatta olan bir babanın yokluğunu içine sindirebilmesi bir hayli
zordu.(syf.75)
***Çemberde bir son ya da başlangıç tayin etmek ise mümkün
değildi. Kan, çemberin yarısında peyderpey kirleniyor, öteki yarısında ise
kademe kademe temizlenerek arınıyordu. Hal böyle olunca da, pislik ve temizlik,
parça ve bütün, çirkinlik ve güzellik aynı çemberi tamamlıyordu.(syf.127)
***Bilmemek, kendi gölgenden korkmana sebep olur; bilmekse
başkalarının gölgesinden. Biri içerden kuşatır seni, öteki dışardan. Korktuğun
zaman bil ki korkuda cesaret de, aynı çemberin parçalarıdır. Bil ki çember
senin içindedir. Demek ki,korkak olduğun kadar cesur olabilirsin.Ne kadar
derine düşersen düş,bir o kadar yükseğe çıkabilirsin.Korkuya
tosladığında,felakete uğradığında,çukura düştüğünde tek yapman gereken çemberde
geri geri yürümektir;ta ki zıt parçaya ulaşana dek. (syf.128)
***Bir insana sırrınızı verdiğinizde, özgürlüğünüzü veririsiniz.
(syf.147)
***Kendini keşfedebilmenin bedeli değildir delirmek, delirebilmenin
bedelidir kendini keşfetmek. (syf.155)
***Ne var ki kaçmak, varmaktan da gitmekten de faklıydı. Gitmek
başı sonu olmayan,menzili meçhul bir seyrüsefer,varmaksa güzegahı önceden
çizilmiş,hedefi malum bir tırmanıştı.Gitmekte aslolan dere tepe taban tepip
durmaksızın hareket ederek rüzgarı hissetmek;varmakta aslolansa,o tepeye
ulaştıktan sonra durup rüzgarı elde etmekti.Kaçmaya gelince o
bambaşkaydı.Kaçmak sürekli hareket halinde olmasıyla gitmeyi ve gizliden
gizliye barındırdığı bir başka,öte mekan arzusuyla da varmayı çağrıştırıyordu.Velhasıl
kaçmak,hem gitmeye hem de varmaya, ne gitmeye ne de varmaya
benziyordu.(syf.157)
***Ne kadar uzaklık yeterince uzaktı ki? (syf.163)
***An kopukluktu, zaman süreklilik. Zaman nizamdı, an
düzensizlik.Akıl zamanın ellerinde yeşerirdi;sezgiyse anın.şeytan anın efendisiydi,Tanrıysa
zamanın. (syf.206)
***Her zaman olduğu gibi, her ikisi de, konuşulmaması
gerekeni konuşmak yerine konuşulması gerekeni konuşmamayı yeğlediler. (syf.213)
***Tanımadığım daha kaç kişi var içimde yaşayan? (syf.224)
***"Ne kadar yaşarsam acaba yaşamış olurum acaba?"
diye sormuş kendine. Cevabını bulamamış. (syf.229)
***Fakat sevgili ustam, bence mutsuzlardan değil, hala mutlu
kalanlardan şüphe duymak gerekir. (syf.261)
***Kapatılmışsınız ama yalnız değilsiniz. Açık sokaklarda
yürüyüp de tutsak olan niceleri var. (syf.263)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder