"Kalırsa içimde bir derin sızı kalır"
İnsanın üzerine bi' nehrin sessizliği gibi çöküyor hüzün. Bu
yerler iyi yerler değil, bulanık bi suda yok oluş gibi. Derin bir
"ah" çekmek başka ne gelir elimizden. Ama hiç unutmayan kadınlar
vardır. Yağmur kokulu kadınlar, limon kokulu kadınlar vardır.
Neşet Ertaş "Ah Yalan Dünya" derken sana yanlış mı
demiş? Ahmed Arif'in yüreğinde Tanrıçalaştırırcasına sevdiği kadın Leyla Erbil
Hanımefendiyi Mehmet Bey'e yâr eden dünya değil misin?
Çaylar hazırsa gel gelelim asrın sevdalarından dilimizdekine; Ahmed Arifin
büyük sevdası Leylası leylim leyi.
Hikaye başladığında Leyla Erbil henüz 23 yaşında.
İkili tanıştıklarında Leyla Erbil de Ahmed Arif gibi yalnız,
o dönemde mektuplar daha bi flörtöz havada sanki. Daha sonraları aralarına
üçüncü kişilerinde girmesi ve yanlış anlaşılmalardan kaynaklı sorunlardan
dolayı bozulur daha çok soğur gibi oluyor.
Bu dönemde Leyla Erbil, eşi olacak olan Mehmet Beyle
tanışır. Sonra sonra Ahmed Arifle aralarında olan yanlış anlaşılmalar düzelse de
Leyla Erbil çoktan evlilik kararını almıştı. Ahmed Arifin bu konuda da sessiz
bir kabullenişi var. hatta bu evlilik haberine karşın düğün hediyesi olarak bir
şiir gönderiyor. O sıralar Ahmed Arif, Leylasını sadece hayatında tutmak
çabasında.
Leyla Hanım evleniyor ve Ankara'ya yerleşiyor sonraları ama
tabi birbirlerinin üzerindeki etkileri bitmiyor bitabi. Ahmet Arif
yazdıklarıyla "ne yazsam sana, içinde hep sen varsın"a getirse de
Leyla Erbil yazmamayı tercih ediyor.
Bazen, erkekleri anlamak da kadınları anlamak kadar zor
olabilir. Öyle ki, kimisi ayağına kadar gelen ve çok sevdiği bir kadını var
olmayan ve hiçbir zaman da var olmamış olan bir eşitsizliği eşitlemek adına
reddedebilirken, kimisi de kendisine bir dost mesafesinden başka bir şey
sunmayan bir kadına onlarca şiir dövebilir. Kimisi sevdiğini "Üzerim ben
seni" diye uzaklaştırırken, kimisi karşılıksız mektuplarıyla gözlerinden
öpebilir. Ahmed Arif'in hikayesi de, bu ikinci cümleciklerde anlattığımdır.
Gözlerinden ve bazen de burnundan öpen, evlilik hediyesi olarak şiir gönderen,
Leyla Erbil'i Leylim yapan, karşılıksızlığın kıyılarında gururunu hiçe sayan,
yarısını memleketine, yarısını sevdasına adadığı tek ve çok büyük eseriyle
hasretinden prangalar eskiten bir erkeğin hikayesidir bu anlatacağım.
Şairlerin de aslında sizin, benim kadar insan oldukları,
duygularını kağıtlara dökmelerinin onları insanüstü değil, sadece
"mutsuz" yaptığı gerçeğidir... Şair ve aşık bir erkeğin
psikolojisidir bu anlatacağım, cesur bir adamın hikayesidir ve her şair ve aşık
erkeğin hikayesi gibi mutlu bir sonu yoktur. Ağır gelebilir.
"Leyla, Zalım Leyla!
Bu, benimki dördüncü. Oysaki senden bir tek mektup aldım. O belalı ve
korkunç ilk mektubun, yani 4-1, ben mağlubum… Ben, belki yazamazdım da,
melankolim ve serseriliğim tutar da yazamaz, boş verirdimse, sen yazacak, “bu
oğlan, öldü mü kaldı mı?” diye sen arayacaktın, değil mi?
Bari bu suskunluğun sebepli ve hayırlı olsa ve bana bu kadar kahırdan
sonra, parıltılı şiirler göndersen. Öyle olacak elbette. Sen, osun çünkü. O,
şair, dost, en sevgili ve en kardeş… Başka türlü olamaz…
Mektuplarımı almıyor musun yoksa? Hep de taahhütlü gönderiyorum. Geçen
gün coştum, annene bayram kartı ile hürmetlerimi gönderdim, ellerinden öptüm,
söyledi mi?
“Bin yıl, bahar içre ömrünü sürsün,
Seni doğuran ana.”
...
Bir daha hiçbir ana doğurmaz seni. Bir daha hiçbir cihan bulamaz seni.
Tekrar öperim.
Senin."(Arif, 3-9)
Bir erkek kendini ne zaman küçülttüğünün farkında değil
midir zannediyorsunuz? Aslında geçirdiği her bir anın farkında olduğunu, ama
işte o lanet olası sevginin koca erkeklik gururunu bile ayaklar altına
alabilecek kudrette olduğunu, ben her ne kadar bunu sonradan reddedecek olsam da
her erkeğin neticede yalnızca bir tane ilk aşkının bulunduğunu, bundan sonra
daha kuvvetli bir biçimde bağlandığı birkaç kadın olsa da bu ilk aşkın kolay
kolay ne zihinden ne de fikirden silinmediğini bilmiyor musunuz? Aksine,
ortalama ve üzerinde bir zekaya sahip her erkek, bilinçaltında kendisini neyin,
nasıl küçülttüğünü bilir. Ama dediğim gibi, bilinçaltında kalır bu bilgi. Çünkü
bilinç yüzeyine çıkarsa mantıklı olan yolu seçecektir aşık kişi. Mantıklı yolu
seçen bir kişi, aşık olamaz ki. Aşk, pek çok daha güzel biçimlerde
tanımlanabilir elbet ancak, özünde aşk kalbin, yoğun duyguların istenildiği
biçimde karşıya yansıtılabilmesi için beyne yaptığı bir lokal anestezidir.
Mantığı bilinçaltına iter.
Ahmed Arif, kendisi bunun gibi dört tane daha dolu dolu
mektup yollamışken, sadece bir tane cevap aldığının, bunun da aslında bir çeşit
"ayıp olmasın" mektubu olduğunun, mürekkebini her kağıda vuruşunda
daha da dibe vurduğunun, farkındadır elbet. Ama dediğim gibi, bilinçaltındadır
bu farkındalık. Birçoklarının, iş işten geçip bağlandığı kişinin aslında
verdiği emeklere değmediğini fark ettiğinde, "Ne aptalmışım, bilmiyor
muydum sanki böyle olacağını" şeklinde haykırmasının sebebi de budur.
"Bilinçaltındalık."
"Bu, beşinci mektubum. Yine 5-1 mağlubum. Benim de mağlup olmam
mukaddermiş meğer. Niye yazmıyorsun hayatım?"(20)
Yine mağlup, yine üzgün. Bazen sessizce, içten içe duyamayacağını bile bile, utana
sıkıla "Günaydın" dersiniz de karşınızdakine, o duymaz da üzülürsünüz
ya. Aynısını, bağıra bağıra yaptığınızı, ama yine karşılık alamadığınızı,
hasbelkader bir karşılık aldıysanız, bunun da "kırılmasın" temalı bir
karşılık olduğunu düşünün, Ahmed Arif'in bu mektupları nasıl bir psikolojiyle
yazdığını anlarsınız. Kaybedeceği daha en başından belli olmasına rağmen pes
etmeyen, durmayan, yazan, yazan, tekrar yazan bir yürek. Takdir edilesi, ama
imrenilesi mi? O ilk aşkın toyluğu, yoğunluğu, belki, ama daha fazlası değil.
"Şunu da bir iyi belle: Benim için çok mühim olan, sana âşık olmak
veya âşık olmadığımı bağırıp yırtınmak değildir. Aslolan, seni kırmamak,
üzmemek, kaybetmemektir. Anladın mı canım?"(35)
İşte, her ne olursa olsun hiçbir koşul, hiçbir durum, hiçbir
mesafe bir erkeğe bu sözleri söyletecek kadar alçalmamalıdır. Kuşkusuz sevginin
en saf hali, karşılığında hiçbir şey alamayacağını bile bile, elinde olan tek
şeyi, karşıdakinin mesafesini, kaybetmeme için çırpınma halidir. İnsanoğlunun
herhangi bir kişiye adanmışlığının son noktasıdır. Sonu, genellikle hüzünle
sonuçlanır. Çünkü elinde olan hiçbir zaman yetmez insanoğluna, neticede
Himalayalar dururken Ay'a çıkması da bundan değil midir? İnsanın doğasında
vardır bu, aşkta da, bilimde de, ekonomide de. Bazı şeyleri eleştirmek, onlara
karşı çıkmak yersizdir. Bizim yetinememezliğimiz de bunlardan biridir.
"Nasılsın" diyemedim. Şarkıdaki gibi "tutmadı
yüzüm" değil. Bilmem ki artık hal hatır sual etmeme müsaade edecekler mi
hanımefendi? O Japon ressamı gibi, ben de, cihanın bütün doktorları senin
öleceğini söyleseler inanmam. Onlara "budalalar" derim."(40)
Bu mektupta öncekilerden bir farklılık var ama. Bu mektupta
ufaktan bir isyan var. Tamamen saf bir sevgiyle dolu olan bir insanın,
kızamayışıyla beraber küçücük bir gönül koyuşu var. Bu mektupta görüyoruz ki,
Ahmed Arif her ne kadar Leyli'sini kaybetmemek için sürekli kendinden vermeye
hazır olsa da, o da bir yerden sonra daha fazlasını istemiş. Yakarış, haykırış
dolu mektuplardan sonra, hafiften bir sitem ve gönül koyma içeren bu cümlesini
görmek, insanı şaşırtıyor. Ama aslında o da karşılıksız seven her erkek gibi
davranmış sadece. Hayran olmuş, karşılık alamamış, psikolojik olarak her şeyini
vermeye hazır hale gelmiş, bir yere kadar vermiş de, vermiş vermesine ama
yorulmuş. Ufacık da olsa bir karşılık beklemiş, Orhan Veli'nin de dediği gibi,
ne de olsa "serde erkeklik var" Hepsi bir araya gelmiş, süreç
işlemeye devam etmiş, Ahmed Arif de aşkını mektuplara ve şiirlere dökmeye...
"Evleneceksin demek?
Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesud olursun canım.
Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah.
Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur."(43)
Ve yıl 1955'e, Ahmed Arif bir erkeğin yaşayabileceği pek az
acılardan biriyle karşı karşıya gelmiş. Leylasıyla mesafeli bir dostluktan
başka bir şey yaşayamayacaklarını bile bile, yine de "acaba" diyerek
ufacık bir umudu kendisine yaşam kaynağı yaparak çıktığı bu yolda, sarsılmaz
bir soğukkanlılıkla karşılamış, vaktinden evvel gelen gerçeği. 1954'ün
sonlarına doğru yazışmaya başlamışlar neticede, ve 1955'in Nisan'ında da evlilik
haberi gelmiş. Hayat, çabuk ilerliyor. Çok çabuk. Bu yazıyı girmemin sebebi
aslen Ahmed Arif üzerinden şairlerin de aslında normal birer erkek olmalarına
rağmen nasıl şair olduklarını göstermek olmasına rağmen, Ahmed Arif'in aşkı
için kendisini bu kadar geri plana atışına, evlilik haberini bile bu kadar
soğukkanlı karşılayışına yapacak yorumum yok. Ahmed Arif'te şiirlerinden öte
bir insanüstülük varsa, o da sevgisine karşı bu sarsılmaz bağı olsa gerek.
"Canım, mektubun geldi. Çok teşekkür ederim. Dün sana üç şiir
gönderdim. Biri, kabul edersen, düğün hediyen olsun. Orada olsaydım İstanbul'un
bütün çiçekçilerini angaje eder, bineceğin trene ayrı bir çiçek katarı
takardım! Ne palavra! Değil mi? Ama bilirsin, senin için yapamayacağım (hiç
olmazsa canımı veririm ya) bir şey yoktur..."(46)
Ve evlilik hediyesini de yollamış Ahmed Arif böylece
sevgilisine, dostuna, kardeşine, aziz Leyla'sına, bir parçasını paylaşacağım en
güzel şiirlerinden birini, "Suskun"u...
"Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?
Ruhum...
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşıların en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namussuzu...
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği...
Ağlıyor yeşil."
Psikolojisini incelemeye devam etmek isterim Ahmed Arif'in,
isterim elbet ama, daha onlarca mektup var, ve neredeyse yarısı tarihsiz.
Tarihsiz mektuplar, konuşmanın normal akışını okumamı ve Ahmed Arif'i anlamamı
zorlaştırıyor. Dolayısıyla bütünüyle hakim olamadığım bir psikolojiyle ilgili
yaptığım yorumların adı, bir yerden sonra en iyimser haliyle tahmin yürütmek
olur, ayıp olur. Hikayenin sonu ne peki diyebilirsiniz. Haklısınız. Hikayenin
bizim bildiğimiz sonu, en başında da söylediğim gibi, mutlu bir son değildir.
Çünkü, bir adamın fena halde aşık olduğu bir kadın, bunca güzel mektuba,
beklentisiz bir adanmışlığa, her türlü emre amade bir şairaneliğe karşın başka
biriyle evleniyorsa ve o adam da bu evliliği yolladığı bir şiirle kutluyorsa,
orada o hikayeye dair söylenecek çok fazla bir söz kalmamış demektir. Sonsuzluk
diye bir şey var mıdır, bu ikili mektuplaşmalarına şimdi orada devam etmekte
midir, bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, "bir daha hangi ana
doğurur", bu mektupları yazacak bir yiğidi?
Cemal Süreya, belki de bu dizeleri Ahmed Arif'e yazmıştır
ha, ne dersiniz? Ne de olsa Leyla'sına aynı anda hem sevgilim, hem dostum, hem
kardeşim diye hitap etmemekte midir Ahmed Arif?
"Ben senin
Sevgilin, eşin, baban,
ağabeyin, arkadaşınım.
Biri bitse biri kalır,
Seni hiç
bırakmayacağım!"
Ve belki içki içmeyi öğrendiği Edip Cansever'e şiir
yazmasını öğreten Cemal Süreya, sevmeyi de Ahmed Arif dostundan öğrenmiştir?
Olamaz mı? Olabilir. Ne de olsa, eğer Ahmed Arif'ten bir şey öğrenilmek
istenebilse idi, bu istek, şiir yazmaktan öte böylesine tutkulu bir biçimde
sevmek üzerine olurdu. Kalın sağlıcakla...
"Elifle karı-koca
olmanıza elbette çok sevindim ama sana da rahmet okumadım değil. İnsan iki
satır yazıyla böyle bir olayı, eşe, dosta duyurmaz mı? Neyse bari bu kızcağızı
hoş tut. Onunla çoluk çocuğa karışmanızı dilerim. Ama, şeytan kulağına kurşun,
diğer karıların gibi bu kızı da heder edersen bu Sefer benden çekeceğin var!"