30 Ekim 2016 Pazar

Bir Küçük Rüzgar Meselesi


Gerçekten bir şey oluyor burada.
Gizemli bir şey.
Bir denizaltı kadar görkemli ve garip.
Gri bir günde camlardan yağmuru seyretmek.
Saydam yusufçuklar yavaşça uzaklaşıyor
Ve beni sana getiriyorlar topaz tapınaklarda.
Sen bir güneş tanrısı gibi gülümsüyorsun.
Biliyor musun kaç yıl tek başınaydım ben?
Karmaşanın içinde...
Bir türlü tutunamıyordum işte.
Bir tek senin yanında yürümüştüm ben,
Topaz bir günde ve suya yakın.
Geceleri üstümü örterdin.
Sonra konuşmazdın hiç.
Uzun süre konuşmazdık.
Gözlerinde kaybolurdum.
Bu suskunluk anlaşılır bir şeydi.
Deniz ve karanlık yerlerden geçen bir nehrin sessizliği gibi...
 Biliyor musun bir şey oluyor burada.
Garip bir şey.
Bulanık bir suda yokoluş gibi.
Gözlerimde beyaz kelebekler uçuşuyor
Ve beni kendime getiriyorlar yavaşça
Beyaz odalarda...
Unutuşum başka bir sendi.
Ben ölüyordum Tropiko.
Unutuşun beyaz romansıyla ölüyordum.
Söyleyecek başka bir şeyim yok artık.
Unutmak istemiyordum oysa.
Güzel kalan yaralarda vardır çünkü...
Limon kokulu, yağmurlu kadınlar vardır.
Hiç unutmayan kadınlar vardır...
Limon kokulu...
Her şeye rağmen...
Yağmur kalan kadınlar vardır...
 Ben iyiyim şimdi. Sen nasılsın?


16 Eylül 2016 Cuma

Her Eylül Vedadır Biraz

 

Biz çocukken her şey gibi farklı anlamları vardı Eylül'ün. Sahi ne güzel bizim çocukluğumuz. Şimdilerde ölmeye yüz tutmuş çocukluklara inat çocukluk gibi çocukluktu. Kıpır kıpır hareketli, tek dünyası bilgisayardan yada telefondan ibaret olmayan çocuklardık biz. Güzel eylülleri vardı çocukluğumuzun biraz hüzünlü biraz buruk. Eskiden geldi mi eylül anlardık ki annelerimizin telaşından kış kapıyı çalmaya yakın, okular kapı önünde halihazır. 
Eylül hazırlık ayıydı biler için ve yazın bittiğinin kötü habercisi. Öyle ya çocuktuk hayattaki en büyük düşüncemiz ve eğlencemiz gündüzleri mahallenin sokaklarında maç yapmak, misket oynamak birbirimizi kovalayarak koşuşturmak, akşamları sobanın kenarına sinip televizyonun karşısında uyuyakalmaktı, bundandı eylüle nefretimiz. Geldi mi tüm özgürlüğümüzü alırdı elimizden. Ben hiçbir zaman okulu öyle aman aman çok seven bir çocuk olmadım, nefret de etmezdim ama olmasa da olurdu.
Eylül geldi mi tatlı bi telaş belirirdi evlerimizde; kışlık hazırlıklar başlardı, bir kaç ev bir araya gelir yufka yaparlardı, bu sanırım bi tek bizim yöreye özgü bişey değil her yörede adı farklı ama çocuklar için bayram neşesinde bir etkinlik, etkinlik diyorum çünkü şimdiki çocuklar bundan bihaber. Yufka hazırlığı da ayrı güzeldi, sacdan sobalar kurulur, babalara kilo kilo unlar aldırılırdı. Annelerin biri hamura, biri yufka açmaya, biri pişirmeye bi diğeri kesmeye otururdu; bizlerse ortalıkta payımıza düşeni ne zaman yiyeceğiz diye düşünürken oyuna dalardık.
Bir de bizim oranın insanı başkadır; mesela sabah işe giderken "güle güle" demez, "insana rast gelesin" der annem. İyidir annem. Bizim çocukluğumuzda misafir odalarımız vardı mesela, misafir odasına girmek şimdiki Beyazsaray'a girmekten daha zor ve gizemliydi. Annem mis gibi tarhana yapardı, tarhanayı misafir odasına sererdi, oda mis gibi tarhana kokusuyla dolar, annem kontrol için kapısını açtığında eve mis gibi taze tarhana kokusu yayılırdı. Çocukluğumun en sevdiğim kokularındandı. Şimdiki çocuklara bunlar çok uzak. Ne acı. 
Eskiden bi tatlı telaşı, bi tatlı hüznü vardı eylülerin, şimdi sadece hüznü kaldı. Artık veda anlamına geldiğinde eylüller anladım büyüdüğümü, buruk bir sevgiyle sevmeye başladığımda eylülü kabullendim büyüdüğümü. Evet; her eylül vedadır biraz; biraz hüzün, biraz acı; her eylül kopuştur biraz kendinden, biraz hayattan. Ve şimdi biraz daha gitmek eylül, uzaklara...
"Sessizlik huzur vermeye başladığında yaşlanmağa başlamış olacaksın" demişti annem. Bu kadar erken olabileceğini tahmin etmemiştim. 
Merhem kullanmamam yaralarım olmadığı anlamına gelmez. İnsanın gözlerine otururmuş acı. Bir insanın mutluluğu gülümseyişinden belli olur zaten, öyle içten öyle samimi olur. Kahkahası bol olan insanların gözlerine iyi bakın onların ki gözleri mezarlık gibidir. Sanki herkes tek tek gidecekmiş, ben bekleyecekmişim gibi. Sanki yıllardır uzaktayım ben. Acıya alışmış kişiye bahtiyarlık güneşinin, ışıklarını kısa bir an göstererek sonra yine onu karanlığa boğmasında sanki ne mânâ vardı? Düşün ki tepeden tırnağa dertsin ve insanlar sana gelip "Dur orada, bana derman olacak endâm görüyorum sende" desin.
Delirmekle sakinleşmek arasında gidip geliyorum sürekli. Kafamın içinde tanımadığım insanlar konuşuyor. Çöller, deryalar taşıyor gönlüm. İçimde biriken hislerin birden bire patlayarak beni zerreler halinde dağıtacağından korkuyorum. Kaçıp gitmek istediğim çok zaman oldu. Mesela bulutlara da dokunmak istiyorum ama elimde değil. Daha iyi, daha aydınlık bir yere varılacağına inanılmadan nasıl olur da bu yol yürünür
Gökyüzü, üç beş bulut, akşam garipliği.. Başka nemiz kaldı ki şu yalan dünyada?
Bir yüreğiniz vardı, onu hatırlayınız. Yüreğinizi kollayınız, ölmeden çürüyorsunuz bayım. Ve göğsünde papatya kokusu taşıyan kadınları sevin, onlar hep çocuk kalır.


18 Ağustos 2016 Perşembe

Limon Kokulu Kadınlar Vardır


"Kalırsa içimde bir derin sızı kalır"
İnsanın üzerine bi' nehrin sessizliği gibi çöküyor hüzün. Bu yerler iyi yerler değil, bulanık bi suda yok oluş gibi. Derin bir "ah" çekmek başka ne gelir elimizden. Ama hiç unutmayan kadınlar vardır. Yağmur kokulu kadınlar, limon kokulu kadınlar vardır.
Neşet Ertaş "Ah Yalan Dünya" derken sana yanlış mı demiş? Ahmed Arif'in yüreğinde Tanrıçalaştırırcasına sevdiği kadın Leyla Erbil Hanımefendiyi Mehmet Bey'e yâr eden dünya değil misin?
Çaylar hazırsa gel gelelim asrın sevdalarından dilimizdekine; Ahmed Arifin büyük sevdası Leylası leylim leyi.
Hikaye başladığında Leyla Erbil henüz 23 yaşında.
İkili tanıştıklarında Leyla Erbil de Ahmed Arif gibi yalnız, o dönemde mektuplar daha bi flörtöz havada sanki. Daha sonraları aralarına üçüncü kişilerinde girmesi ve yanlış anlaşılmalardan kaynaklı sorunlardan dolayı bozulur daha çok soğur gibi oluyor.
Bu dönemde Leyla Erbil, eşi olacak olan Mehmet Beyle tanışır. Sonra sonra Ahmed Arifle aralarında olan yanlış anlaşılmalar düzelse de Leyla Erbil çoktan evlilik kararını almıştı. Ahmed Arifin bu konuda da sessiz bir kabullenişi var. hatta bu evlilik haberine karşın düğün hediyesi olarak bir şiir gönderiyor. O sıralar Ahmed Arif, Leylasını sadece hayatında tutmak çabasında.
Leyla Hanım evleniyor ve Ankara'ya yerleşiyor sonraları ama tabi birbirlerinin üzerindeki etkileri bitmiyor bitabi. Ahmet Arif yazdıklarıyla "ne yazsam sana, içinde hep sen varsın"a getirse de Leyla Erbil yazmamayı tercih ediyor.
Bazen, erkekleri anlamak da kadınları anlamak kadar zor olabilir. Öyle ki, kimisi ayağına kadar gelen ve çok sevdiği bir kadını var olmayan ve hiçbir zaman da var olmamış olan bir eşitsizliği eşitlemek adına reddedebilirken, kimisi de kendisine bir dost mesafesinden başka bir şey sunmayan bir kadına onlarca şiir dövebilir. Kimisi sevdiğini "Üzerim ben seni" diye uzaklaştırırken, kimisi karşılıksız mektuplarıyla gözlerinden öpebilir. Ahmed Arif'in hikayesi de, bu ikinci cümleciklerde anlattığımdır. Gözlerinden ve bazen de burnundan öpen, evlilik hediyesi olarak şiir gönderen, Leyla Erbil'i Leylim yapan, karşılıksızlığın kıyılarında gururunu hiçe sayan, yarısını memleketine, yarısını sevdasına adadığı tek ve çok büyük eseriyle hasretinden prangalar eskiten bir erkeğin hikayesidir bu anlatacağım.
Şairlerin de aslında sizin, benim kadar insan oldukları, duygularını kağıtlara dökmelerinin onları insanüstü değil, sadece "mutsuz" yaptığı gerçeğidir... Şair ve aşık bir erkeğin psikolojisidir bu anlatacağım, cesur bir adamın hikayesidir ve her şair ve aşık erkeğin hikayesi gibi mutlu bir sonu yoktur. Ağır gelebilir.

"Leyla, Zalım Leyla!
Bu, benimki dördüncü. Oysaki senden bir tek mektup aldım. O belalı ve korkunç ilk mektubun, yani 4-1, ben mağlubum… Ben, belki yazamazdım da, melankolim ve serseriliğim tutar da yazamaz, boş verirdimse, sen yazacak, “bu oğlan, öldü mü kaldı mı?” diye sen arayacaktın, değil mi?
Bari bu suskunluğun sebepli ve hayırlı olsa ve bana bu kadar kahırdan sonra, parıltılı şiirler göndersen. Öyle olacak elbette. Sen, osun çünkü. O, şair, dost, en sevgili ve en kardeş… Başka türlü olamaz…
Mektuplarımı almıyor musun yoksa? Hep de taahhütlü gönderiyorum. Geçen gün coştum, annene bayram kartı ile hürmetlerimi gönderdim, ellerinden öptüm, söyledi mi?
“Bin yıl, bahar içre ömrünü sürsün,
Seni doğuran ana.”
 ...
Bir daha hiçbir ana doğurmaz seni. Bir daha hiçbir cihan bulamaz seni. Tekrar öperim.
Senin."(Arif, 3-9)
 Bir erkek kendini ne zaman küçülttüğünün farkında değil midir zannediyorsunuz? Aslında geçirdiği her bir anın farkında olduğunu, ama işte o lanet olası sevginin koca erkeklik gururunu bile ayaklar altına alabilecek kudrette olduğunu, ben her ne kadar bunu sonradan reddedecek olsam da her erkeğin neticede yalnızca bir tane ilk aşkının bulunduğunu, bundan sonra daha kuvvetli bir biçimde bağlandığı birkaç kadın olsa da bu ilk aşkın kolay kolay ne zihinden ne de fikirden silinmediğini bilmiyor musunuz? Aksine, ortalama ve üzerinde bir zekaya sahip her erkek, bilinçaltında kendisini neyin, nasıl küçülttüğünü bilir. Ama dediğim gibi, bilinçaltında kalır bu bilgi. Çünkü bilinç yüzeyine çıkarsa mantıklı olan yolu seçecektir aşık kişi. Mantıklı yolu seçen bir kişi, aşık olamaz ki. Aşk, pek çok daha güzel biçimlerde tanımlanabilir elbet ancak, özünde aşk kalbin, yoğun duyguların istenildiği biçimde karşıya yansıtılabilmesi için beyne yaptığı bir lokal anestezidir. Mantığı bilinçaltına iter.
Ahmed Arif, kendisi bunun gibi dört tane daha dolu dolu mektup yollamışken, sadece bir tane cevap aldığının, bunun da aslında bir çeşit "ayıp olmasın" mektubu olduğunun, mürekkebini her kağıda vuruşunda daha da dibe vurduğunun, farkındadır elbet. Ama dediğim gibi, bilinçaltındadır bu farkındalık. Birçoklarının, iş işten geçip bağlandığı kişinin aslında verdiği emeklere değmediğini fark ettiğinde, "Ne aptalmışım, bilmiyor muydum sanki böyle olacağını" şeklinde haykırmasının sebebi de budur. "Bilinçaltındalık."
"Bu, beşinci mektubum. Yine 5-1 mağlubum. Benim de mağlup olmam mukaddermiş meğer. Niye yazmıyorsun hayatım?"(20)
Yine mağlup, yine üzgün. Bazen sessizce,  içten içe duyamayacağını bile bile, utana sıkıla "Günaydın" dersiniz de karşınızdakine, o duymaz da üzülürsünüz ya. Aynısını, bağıra bağıra yaptığınızı, ama yine karşılık alamadığınızı, hasbelkader bir karşılık aldıysanız, bunun da "kırılmasın" temalı bir karşılık olduğunu düşünün, Ahmed Arif'in bu mektupları nasıl bir psikolojiyle yazdığını anlarsınız. Kaybedeceği daha en başından belli olmasına rağmen pes etmeyen, durmayan, yazan, yazan, tekrar yazan bir yürek. Takdir edilesi, ama imrenilesi mi? O ilk aşkın toyluğu, yoğunluğu, belki, ama daha fazlası değil.
"Şunu da bir iyi belle: Benim için çok mühim olan, sana âşık olmak veya âşık olmadığımı bağırıp yırtınmak değildir. Aslolan, seni kırmamak, üzmemek, kaybetmemektir. Anladın mı canım?"(35)
İşte, her ne olursa olsun hiçbir koşul, hiçbir durum, hiçbir mesafe bir erkeğe bu sözleri söyletecek kadar alçalmamalıdır. Kuşkusuz sevginin en saf hali, karşılığında hiçbir şey alamayacağını bile bile, elinde olan tek şeyi, karşıdakinin mesafesini, kaybetmeme için çırpınma halidir. İnsanoğlunun herhangi bir kişiye adanmışlığının son noktasıdır. Sonu, genellikle hüzünle sonuçlanır. Çünkü elinde olan hiçbir zaman yetmez insanoğluna, neticede Himalayalar dururken Ay'a çıkması da bundan değil midir? İnsanın doğasında vardır bu, aşkta da, bilimde de, ekonomide de. Bazı şeyleri eleştirmek, onlara karşı çıkmak yersizdir. Bizim yetinememezliğimiz de bunlardan biridir.
"Nasılsın" diyemedim. Şarkıdaki gibi "tutmadı yüzüm" değil. Bilmem ki artık hal hatır sual etmeme müsaade edecekler mi hanımefendi? O Japon ressamı gibi, ben de, cihanın bütün doktorları senin öleceğini söyleseler inanmam. Onlara "budalalar" derim."(40)
Bu mektupta öncekilerden bir farklılık var ama. Bu mektupta ufaktan bir isyan var. Tamamen saf bir sevgiyle dolu olan bir insanın, kızamayışıyla beraber küçücük bir gönül koyuşu var. Bu mektupta görüyoruz ki, Ahmed Arif her ne kadar Leyli'sini kaybetmemek için sürekli kendinden vermeye hazır olsa da, o da bir yerden sonra daha fazlasını istemiş. Yakarış, haykırış dolu mektuplardan sonra, hafiften bir sitem ve gönül koyma içeren bu cümlesini görmek, insanı şaşırtıyor. Ama aslında o da karşılıksız seven her erkek gibi davranmış sadece. Hayran olmuş, karşılık alamamış, psikolojik olarak her şeyini vermeye hazır hale gelmiş, bir yere kadar vermiş de, vermiş vermesine ama yorulmuş. Ufacık da olsa bir karşılık beklemiş, Orhan Veli'nin de dediği gibi, ne de olsa "serde erkeklik var" Hepsi bir araya gelmiş, süreç işlemeye devam etmiş, Ahmed Arif de aşkını mektuplara ve şiirlere dökmeye...
"Evleneceksin demek?
Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesud olursun canım.
Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah. Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur."(43)
Ve yıl 1955'e, Ahmed Arif bir erkeğin yaşayabileceği pek az acılardan biriyle karşı karşıya gelmiş. Leylasıyla mesafeli bir dostluktan başka bir şey yaşayamayacaklarını bile bile, yine de "acaba" diyerek ufacık bir umudu kendisine yaşam kaynağı yaparak çıktığı bu yolda, sarsılmaz bir soğukkanlılıkla karşılamış, vaktinden evvel gelen gerçeği. 1954'ün sonlarına doğru yazışmaya başlamışlar neticede, ve 1955'in Nisan'ında da evlilik haberi gelmiş. Hayat, çabuk ilerliyor. Çok çabuk. Bu yazıyı girmemin sebebi aslen Ahmed Arif üzerinden şairlerin de aslında normal birer erkek olmalarına rağmen nasıl şair olduklarını göstermek olmasına rağmen, Ahmed Arif'in aşkı için kendisini bu kadar geri plana atışına, evlilik haberini bile bu kadar soğukkanlı karşılayışına yapacak yorumum yok. Ahmed Arif'te şiirlerinden öte bir insanüstülük varsa, o da sevgisine karşı bu sarsılmaz bağı olsa gerek.
"Canım, mektubun geldi. Çok teşekkür ederim. Dün sana üç şiir gönderdim. Biri, kabul edersen, düğün hediyen olsun. Orada olsaydım İstanbul'un bütün çiçekçilerini angaje eder, bineceğin trene ayrı bir çiçek katarı takardım! Ne palavra! Değil mi? Ama bilirsin, senin için yapamayacağım (hiç olmazsa canımı veririm ya) bir şey yoktur..."(46)
Ve evlilik hediyesini de yollamış Ahmed Arif böylece sevgilisine, dostuna, kardeşine, aziz Leyla'sına, bir parçasını paylaşacağım en güzel şiirlerinden birini, "Suskun"u...
"Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?

Ruhum...
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşıların en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namussuzu...
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği...
Ağlıyor yeşil."
Psikolojisini incelemeye devam etmek isterim Ahmed Arif'in, isterim elbet ama, daha onlarca mektup var, ve neredeyse yarısı tarihsiz. Tarihsiz mektuplar, konuşmanın normal akışını okumamı ve Ahmed Arif'i anlamamı zorlaştırıyor. Dolayısıyla bütünüyle hakim olamadığım bir psikolojiyle ilgili yaptığım yorumların adı, bir yerden sonra en iyimser haliyle tahmin yürütmek olur, ayıp olur. Hikayenin sonu ne peki diyebilirsiniz. Haklısınız. Hikayenin bizim bildiğimiz sonu, en başında da söylediğim gibi, mutlu bir son değildir. Çünkü, bir adamın fena halde aşık olduğu bir kadın, bunca güzel mektuba, beklentisiz bir adanmışlığa, her türlü emre amade bir şairaneliğe karşın başka biriyle evleniyorsa ve o adam da bu evliliği yolladığı bir şiirle kutluyorsa, orada o hikayeye dair söylenecek çok fazla bir söz kalmamış demektir. Sonsuzluk diye bir şey var mıdır, bu ikili mektuplaşmalarına şimdi orada devam etmekte midir, bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, "bir daha hangi ana doğurur", bu mektupları yazacak bir yiğidi?
Cemal Süreya, belki de bu dizeleri Ahmed Arif'e yazmıştır ha, ne dersiniz? Ne de olsa Leyla'sına aynı anda hem sevgilim, hem dostum, hem kardeşim diye hitap etmemekte midir Ahmed Arif?

"Ben senin
Sevgilin, eşin, baban, ağabeyin, arkadaşınım.
Biri bitse biri kalır,
Seni hiç bırakmayacağım!"

Ve belki içki içmeyi öğrendiği Edip Cansever'e şiir yazmasını öğreten Cemal Süreya, sevmeyi de Ahmed Arif dostundan öğrenmiştir? Olamaz mı? Olabilir. Ne de olsa, eğer Ahmed Arif'ten bir şey öğrenilmek istenebilse idi, bu istek, şiir yazmaktan öte böylesine tutkulu bir biçimde sevmek üzerine olurdu. Kalın sağlıcakla...

"Elifle karı-koca olmanıza elbette çok sevindim ama sana da rahmet okumadım değil. İnsan iki satır yazıyla böyle bir olayı, eşe, dosta duyurmaz mı? Neyse bari bu kızcağızı hoş tut. Onunla çoluk çocuğa karışmanızı dilerim. Ama, şeytan kulağına kurşun, diğer karıların gibi bu kızı da heder edersen bu Sefer benden çekeceğin var!"


27 Haziran 2016 Pazartesi

Terk Edilmiş Kent Şarkıları


Yıllardan geçilir demişti zamanın bir yerinde şair; insanlardan geçilir, insanlardan geçilir...
Başlayan her güzel şey çabuk biterdi. Bilinirdi, gün gelirdi insan eliyle yaptığı her şeyin yok oluşunu izlerdi. En sabırsız, en tez canlı olanı bile tutardı böyle zamanlarda kendini. İnsanlardan geçilirdi sonuçta. Gideni tutamazsın ki.
Aşk dediğin öyle büyük bir yalan ki gözün kapalı inandığın her şeyi bir çırpıda alır elinden. Çünkü aşk temelinde bir duadır. Evel yükseklerden uçtu düze indi şimdi gönlüm. O dua şimdi Allah'a emanet.
Tam bu noktada da şarkılar giriyor devreye; sözleri zehir zemberek. İçinle konuşmaya başlıyorsun sonra. İnsan en kolay kendini avuturdu hani?
Bir gün bitebiliyor büyük aşklar, hüsranla bitebiliyor. Fakat devam eden bi hayat var güçlü olmak gerekiyor. Elbette sonu geliyor yalnızlığın, elbet sonu geliyor. Bir vakit bir başkası seni sarıyor, umut yenileniyor. Ağladığına yanıyor insan. Zaman geçiyor öyle böyle geçiyor, her şey anılaşıyor; hayat devam ediyor. Bazen gidesin gelir uzak ülkelere, bazen sığınasın gelir. Bir değer tutar seni, tutar sımsıkı; sonra kalasın gelir.
Gitarımın perdesini söktüm, evimin penceresine taktım. Her yerde senin parmak izin. Püfür püfür vurunca rüzgar, senin şarkıların çalar; şarkılarda nefes izin. Sesini bütün şehre dağıtan yel , değirmenleriyle dansa kalkıyor. Bu mucizeyi kıskandığından olsa gerek; bütün yangınlar içinde bir tek benim yüreğim yanıyor. Ve biliyorsun, yanık izi kolay kolay geçmiyor.
Yalnız sana açılmış ve sana kapanmış o kapıda; kırık bıraktın gönlümü, kırıp bıraktın gönlümü. Aldın götürdün ne varsa, yarım bıraktın ömrümü. Kalbim gebe, sancıdı durdu, kalbim senden bir kıvılcım doğurdu. Yandım, yandım bir orman gibi. İçimde harfler kelimeler boğuldu.
Giderken; üstüne bir şeyler alıp giderken, paranı alıp notunu bırakıp giderken; tırnaklarımı ve saçlarımı koparıp giderken hiç canın yanmadı mı?
Ayrılık bir bardak su değil ki, aksın da otursun midemize. Kör olası kuru ekmek gibi takılıp kalıyor insanın boğazına. Ayrılık öyle bir geliyor ki insan mendiller dolusu ağlıyor. Ömrünü ortadan ikiye bölüyor, bir hayat bölünüyor.
Karanlık bir gece bir şiir feneriyle, gecenin göğsüne sokuldum gidiyorum. Silinsin istedim göğümden resimler. Gelmesin peşimden mevsimlik gülüşler.  Alnını öptüğüm akşamı hatırladım, aynalar görmüştü, radyolar duymuştu. Her yalan eksiltti bizdeki gerçeği, sonunda kuruttuk bahçede çiçeği.
Yabancı yollardan bir tren vagonunda, sevgiyi inciten her şeyden kaçıyorum. Yoruldum şehirden, betondan, demirden; ışıklar, gölgeler, gürültü ve senden. Terk edilmiş kent şarkılarıyla uğurla beni, ihtimal, ihtimal ki dönmeyeceğim geri. Ankara da uzak bana İstanbul da uzak, bilemezsin görmeyeceğim belki.
Deniz anlatıyor mu beni sana? Hatırla sesimi dalga dalga. Sularda esen yel ben miyim ki, sor suyun rüzgarına. Hatırla adımı koylarında, hala mı uzaktayım yoksa yanı başında kalbinde güzel uykuda?
Bir bütün aşktım ben, haydi böl beni. Dağılsın elinde hissimin her zerresi. Seyrettiğim senin kalbin bakta gör beni. Sağılsın senin ağzından adımın her hecesi. Ölürsem kimliğimden öğren adımı, bölüş annenle acını, sına sabrını. Yıka kefenle duala bütün kahrımı. Sevgilin şimdi sorguda, sevgilin şimdi yangında.
Sen gidersen bir ülke yetim kalır, koskoca bir ülke. Sen gidersen çay soğur masada kalır, kahveler kapanır. Susmaz içimin sesi, su konuşur susmaz. Evim küser, barkım küser, odam kireç tutmaz. Sen gidersen şarkılar üşür. Mevsim değişir, mevsimler üşür. Ayrılık kalın giyinir, ayrılık sıcak kalır. Aşk üşür, aşk üşütür.
Sen gidersen avuçlayıp yalnızlığımı yüreğine sürmez hiç kimse. Hiç kimse bölmez beni, hiç kimse tamamlamaz. Sancıyla söver ömrüme hasret, hasret sınır dikenli tel. Karnı hep açtır hasretin, karnı hiç doymaz.
Seni bıraktım zifiri bir gecede, ağlamalar yadigar ikimize de. Gömülür şarkılarım acının merkezine, zaman çizer adımı derinliğine. Eğer geri dönersem vur ömrümü yüzüme, kan dökülür sesimden dizelerime. Hem sen hem ben hazırdık bu zamanlı vedaya. Kaldı bütün umutlar o şehirde. Bir ömrün üstüne insan kaç kez yaşayabilir? Ve kaç kez ölebilir hayatında? Bir şey yok konuşulacak hesap kitap ortada, hatırlama bu anı ömrün boyunca.
Ne kadar yazabilirsin ki kaderin sana yazmadığını mısralarına?

10 Haziran 2016 Cuma

Kalem Radyosu

O kadar uzun zaman oldu ki bu mikrofona geçmeyeli.
Halbuki çok geceler hiç tanımadığım radyo başındaki insanlarla paylaşmıştım dertlerimi, özlemlerimi.
Bu mikrofondan hep aynı kişiye binlerce cümleyle seslenirdim, beni hep duyduğunu bile bile.
Şimdi nerede ve ne halde olduklarını bilmediğim ama çok özlediğim insanlar var.
Onlar benim kayıp parçalarım...
Gittiklerinden beri hayatımın yıkık, eksik ve anlamsız olduğunu bilmiyorlar.
Bilmiyorsun, ah bilmiyorsun...
Sen gidince ben hiç tamam olamadım.
Tuşu eksik bir daktilo, son sayfası yırtılmış bir roman, iğnesi kaybolmuş bir gramafon, öznesini yitirmiş bir cümle gibi noksan kaldım.
Artık ne yazsam eksik, neyi okusam yarım, neyi anatsam sahipsiz, ne dinlesem bölük pörçük...
Ama uzun zaman önce kabul ettim ben; yaşadığım her mutluluk en az bin eksik, her üzüntü en az bin fazla olacak. Ne yaşarsam yaşayayım; ben eksik kalan o sayfanın yasını tutacak, seni gömdüğüm o sokağa çiçekler ekeceğim.
Biliyor musun sevdiğim, gönlü ömrüme yakışanım; ben seni hiç unutmadım.
Senin gibi ardımı dönüp gidemedim hiç.
Ben hala bıraktığın o yerdeyim.
Hala aynı kadın, hala aynı yürek, hala aynı sevda, hala sen...
Ben seni hiç öldüremedim.
Kim bilir şimdi hangi şehirde, hangi sokaktasın. 
Keşke beni duyabilseydin, senden tek bir şey isterdim;
Gitmiş de olsan, beni unutma.
Ben seni unutamadım, sen de beni unutma... 


1 Haziran 2016 Çarşamba

Beni Güzel Hatırla


Beni güzel hatırla
Bunlar son satırlar
Farzet ki bir rüyaydım esip geçtim hayatından
Yada bir yağmur sel oldum sokağında
Sonra toprak çekti suyu kaybolup gittim
Beklide bir rüyaydım
Senin için..
Uyandın ve ben bittim
Beni güzel hatırla
Çünkü sevdim seni ben her şeyini
Sana sırdaş oldum dost oldum koynumda ağladın
Yüzüne vurmadım hiçbir eksikliğini
Beni üzdün kınamadım
Alışıktım vefasızlığa el oldun aldırmadım
Beni güzel hatırla
Sayfalarca mektup bıraktım sana
Şiirler yazdım her gece
Çoğunu okutmadım
Sakladım günahını sevabını içimde
Sessizce gittim senden öncekiler gibi sende anlamadın
Beni güzel hatırla
Sana unutulmaz geceler bıraktım
Sana en yorgun sabahlar
Gülüşümü gözlerimi sonra sesimi bıraktım
En güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka
Söylenmemiş merhabalar sakladım her köşeye
Vedalar bıraktım duraklarda
Ne arasan bir sevdanın içinde
Fazlasıyla bıraktım ardımda
Beni güzel hatırla
Dizlerimde uyuduğunu düşün
Saçını okşadığımı üşüyen ellerini ısıttığımı
Mutlu olduğun anları getir gözünün önüne
Anlından öptüğüm dakikaları
Birazdan kapını çalan kişi olabileceğini düşün
Şaşırtmayı severim biliyorsun
Bu da sana son sürprizim olsun
Şimdi seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum
Beni güzel hatırla
Gidiyorum…


12 Şubat 2016 Cuma

Ne Okuyorum?'dan Mücella

 Nazan Bekiroğlu Nar Ağacı’ndan sonra merakla beklenen yeni romanı Mücella’da bizleri 1920-1970’li yılların Türkiye’sinden nostaljik bir hikayeyle buluşturuyor.
Mücella şimdi bitti. Nazan Bekiroğlu bu defa, Mücella romanında bir genç kızın kadın olmaya giden hüzünlü ve çarpıcı hikayesi anlatılıyor. Bu kitabı okuyacak olanlar farkedecekler Nazan hoca dilde sadeleşmeye gitmiş.
Onun o şiirsel dili,cümleleri burada az. Düz, sade birazda yüzeysel bir anlatımla aktarmayı tercih etmiş hikayesini. Belki daha fazla insan tarafından anlaşılabilmek, daha fazla okura ulaşabilmek içindir yada sadece bu hikayeyi de böyle anlatmak istediği içindir bilememekle beraber cümlelerinde ki alışageldiğimiz derinlik, ki bana göre tüm lezzet, bu kitapta pek yok.  Ama hikaye güzel.
Öncelikle bir "kadin" romanı. Mücella anlaşılacağı üzere gerçek bir karakter. Nazan hoca yine de kendi üslubuyla güzelce de işleyerek çok hoş bir roman çıkarmış ortaya.
Kitabi okurken biraz da bir zaman tünelinden geçiyormuş hissine kapilabilirsiniz. 1920'lerden 70'lere kadar ülkemizde olan olaylara ufak olaylara değiniyor. Ne yollardan geçtik neler kazandık diye düşünürken diğer yandan teknoloji ile beraber hayatımızda ne güzelliklerin söndüğünü, tarihe gömüldüğünü yani neler kaybettiğimizi üzülerek farkediyoruz.
Mücella Teyze onun üniversite yıllarında vefat etmiş bir insan. Geriye dönerek onun çocukluğundan itibaren başlayan roman, içinde bir çok kadın hikayesini barındırıyor.
Aslında mucella roman karakteri olarak cok etkileyici değil, gösterişsiz sade, ama dediğimiz gibi onun etrafında olan kadın hikayeleri ile birlikte koca bir bütün. Sadece kadın değil elbette ama ağırlıklı olarak kadın.
Evvela Mücella'nın annesi Neyire hanim, sonra kendisi, yetiştirilişi, örfler, ananeler, komşuları Münire onun kızı Filiz. Güzide 'si, Nefise'si, Zarife'si, Suna'sı,Rengin'i, onların hikayeleri ile aslında bizi bize anlatan bir "ayna" gibi .
Bir de Yusuf Ziya'nın Suna'ya bir mektubu var, kitabın en vurucu yerlerinden biri. Hüzünle okudum. Ayrıca o mektupta Nar Ağacı'nda uzun uzun anlatılan balkan gönüllüsü İsmail'in de geçmesi güzel bir ayrıntıydı.
Açıkçası Mücellâ'nın hayat hikâyesinden çok Yusuf Ziya'nın sevdasını sevdim ben. Sevdayı dizi dizi sıralamasını içi cız ederek okudum. Zaman kaybı denilmiş ama bence sırf mektupta geçen bir tek cümle için bile okunmalı bu kitap. Herkesin derdine derman olan, yaraları hep iyileştirmeye çalışan çok güzel bir insan Mücellâ.
Kitap hakkında daha fazla gevezelik edip de kitabın lezzetini kaçırmak istemiyorum açıkçası, bu nedenle burda noktalıyorum kitabımızı.
Velhasıl kelam. Herkesin okuyabileceği güzel bir roman olmuş. Kapağı şahane.
Kalemine sağlık hocanın.
O yazsın biz okuyalım derim her zaman.

Kitaptan Alıntılar:
"Zaman iyi bir öğretmendi ama bu ne pahalı bedel, bu ne kabadayı bilgiydi."
"İyi de affa değer olanı zaten herkes affeder. Asıl af, affa lâyık olmayanı da affetmek değil mi?"
"Bildikleri bir yana kim bilir bilmeden nelerin yanından geçip gitmişti."
"Tüten bir baca kadar hayatı haber veren ne olabilir ki?"
"Nazlıgül dedi. Bu kadar okuyorsun, korkarım bir gün yazmaktan başka bir işin olmayacak seni, yazar olacaksın. O zaman, beni yazarsın. Şu Mücella Teyze’nin solan gülünü, gün görmediğini, içinde yazmaya değer bir şey olmayan kayda değmez ömrünü."
"Korkma dedi. Kimse aşktan ölmez. O işler sadece masallardadır. Hangi ateş sonsuza kadar yanmış ki? Biraz tüter sonra sönersin."
"Yara sıcakken duymamıştı acıyı. Gerçek acı zamanla başlayacaktı."
"Çam ağaçlarının altında, mavi mineye, kır menekşesine, beyaz gelin tacına, güle, suya, ışığa karıştı."

Arka Kapaktan:
Nazan Bekiroğlu Nar Ağacı’ndan sonra merakla beklenen yeni romanı Mücella’da bizleri 1920-1970’li yılların Türkiye’sinden nostaljik bir hikayeyle buluşturuyor.
Mücella, genç Cumhuriyet’le yaşıt bir kızın, unutulmuş kumaşların, kokuların, alışkanlıkların, iğne oyalarının, kimi yarım kalmış kimi tamamlanmış aşkların, hayatı seyretmekle yaşamak arasında gelip giden kadınların romanı.
Zamanın daha ağır aktığı, hayatın ritminin daha çok mahalle aralarında karar bulduğu vakitler. Gaz lambasının ışığında içilen nohut kahvesinin ağızda buruk bir tat bıraktığı dönemler.
Arka planda Türkiye, pek çok çalkantının içinden geçerken bile kendini bildi bileli çeyiz işleyen bir genç kız Mücella. Adım adım hayattan çekilirken bunu neredeyse hiç fark etmeyen... Neyi beklediğini bilmeden bekleyen... Derken günün birinde, kıyısında kaldığı hayata son bir çabayla dönmek isteyen...
Sümbül kokulu bembeyaz yastık kılıfları, kanaviçe işli peçeteler, uçları fistolanmış havlular, çeyiz sandıkları arasında…
Hanımeli, yasemin ve leylak kokulu yaz ikindileri gibi uzun kış gecelerinde de, ya çardağın altında ya hep o soldaki pencerenin içinde...
Mücella’nın dupduru ve çarpıcı hikayesi.

Portakal Çiçeği

Dalında eğreti güz yaprakları, aramızda uçurum rengi bıkkınlık; varız zannederek yok oluyoruz. Bakan var olanı görüyor ama görmüyor işte. Erteleniyor düşler bir yabancı gülüşe. Kötü bi niyetim yok aslında benim. Sadece başka bir dünyada yaşamak istiyorum.
Hayat bazen çok zorluyor insanı. Git-geller arasında yaşarken yavaş yavaş sonbahara dönüyor ömrümüzün kuytuları. Şimdi gülersiniz belki ama annemden ayrı kaldığım süre de tüm belalar üstüme topranıyor gibi hissediyorum. 
Sahi annem. Ne çok özledim onu. Oysa tüm ömrümü onun dizlerinin dibinde geçirebilirmişim. Annem, ki beyaz bir kadındır, hiç kıyamazdı bana. Beyazın saflığını, sadeliğini, güzelliğini onda gördüm ondan öğrendim ben. İnsanlar annelerinin yanında kalmalıdır. Gerçekten annelerin çocuklarını tüm kötü şeylerden koruyabilecek güçleri var bence. Küçüklüğümden beri inanırım buna. Bu yüzden bu şehre gelince sıkılıyor içim. Annem bilmem kaç kilometre uzakken benden nasıl mutlu olabiliirm?
Neyse konu bu değildi, yine dağıttım. Şimdi mesela tam şu an bırakıp gitsem buraları, ardımdan ağlar mı birileri? Şarkı bangır bangır bunu soruyor bana. Köşe başını tutan leylak kokusu, bırak yakamı da gideyim. İçimdeki bulutların nere göçtüğü belli değil.
Uzaklara da gitmek istemiyorum artık. İçimde solan papatyalar öldükten sonra kokmuyorlar. İçe akıtılan fazla sudan olacak heralde ki öldü gittiler. Evet, öldüler. Papatyalar da ölürler. Hiçbir şey hissetmiyorum. Uyuyup uyanınca geçecekmiş gibi ama 24 saatin tamamını uyusam da geçmiyor bazı şeyler. Kahrolsun bağzı şeyler.
Gökyüzünde yıldızları göremez oldum. Sanki karanlık o sonsuz mavilik artık geceleri. Ay ruhu küsmüş geceye, dönmüyor yüzünü. Bu yüzden bu sessizlik hakim, konuşasım gelmiyor. İnsanın sustukça artıyor kırıkları. Demek ki hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir deniz. Hayat seni baska biri olmaya iter bazen.. Dönüştüğün şeye tahammül edemezsin.. İçime öküz oturdu. Vazgeçtim. Tüm ahır komple içimde şuan. Ve bir tren gelip geçer aniden ne zaman eğilip baksam yüreğime.
Ben hiç bu kadar yalnız kalmadım, ya da yalnız hissetmedim. Bundan sessizliğim. "Sessiz kadın" rolünü istemeden üstlendim. Her kesin bir rolü vardır öyle ya. Her şey kargacık burgacık. Herşey bi karanlık. Sis yakışmıyormuş herşeye. Ne çok severdim sislerin arasında kaybolmayı.
Çocuk aklımla oyunlar oynardım, kaçar saklanırdım istemediğim her şeyden. Artık kaçabileceğim bir sis yok buralarda. İyi ki kalbimi görebilener yok etrafımda. Gök gürlüyor sanki. Korkarım gök gürültüsünden. En iyi içimdekileri bilirim çünkü. Yüreğimdeki denizlerin hep dalgalı olmasından zahir göğüm hep bulutlu. Kazağımı geç içimdeki denizin mavisi soldu benim. 
Şimdi uzaklar uzak, oysa kafamı yastığa koyduğum an uyuduğum günlere dönmek isterdim; uykusuzluktan sızdığım günler uyumuşum gibi olmuyor çünkü. İnsan sabahına uyanmak istemiyor. İçimin sızladığı geceler oluyor bunlar. Sahi insanın içi sızlar mıydı? Dünyayı değiştirmek hissiyle uyanırdım bazı sabahları. En son ne zamandı unutttum. Uzun zaman önceydi. Gideni tutamazsın ki çünkü önce içinden gider her şey.
Aslında geçmiyor hiçbir şey. Sadece yoruluyorsun içinde tutmaktan. Sonra akıyorsun faydası yok belki bir gün diye atıyorsun içinin derinliklerine. Düşünmek istemediğin ne varsa bi oda var içinde oraya atıyorsun. Böyle odadan girmek istemeyi bırak aklından geçirsen için daralıyor çünkü. Bu hisse "büyümek" diyorlar. Kötü birisi.
İçimin sızladığı geceler demiştim ya, öylece durur duvarı izlerim. Kurduğum hayalleri düşünürüm. Kısa ömrümün geride kalan sayfalarında bıraktığım hayalleri ve bana bıraktıkları baş ağrılarını. Baş edemediğim ne varsa o odada benim. Odaya atılanlar çoğaldıkça, kayıtsızlaşıyor insan. Niye hep kirli ne kadar silsem de bu odanın camları? Oysa camlara ellerini süren çocular da kalmadı içimde. Evimi özledim...
Demiştim ya daha önce; kimse götürmeyecek beni kırlangıçların şölenine. Uçmayı hayal eden kuş, ölmek üzere...