22 Temmuz 2014 Salı

İki Kere İkimsin İyi ki Geldin

 
İyi ki geldin; yüreğimin zarif acısı.
Şimdi bu şehir, adının incesiyle gülümsüyor kuşlara. Basıp geçtiğin yollar, dokunduğun duvarlar; her yer şarkı söylüyor. Kimyası değişiyor gökteki yıldızların. Parlıyor aklımdaki kuyruklu uçurtmalar. Şimdi her evin gölgesinde bir avuç su kalbim, yüzünü yıkıyor göçüp gitmiş babalar, ağzını uzatıp yudumluyor terlemiş şen çocuklar. 
İyi ki geldin bak!
Şimdi bu şehir çocuk, bu şehir baba, bu şehir aşk…
Seni yıllarca sakladım inan. Yazdıklarımda, çizdiklerimde. Şarkılarımda, sözlerimde. Gözüm gibi saklıyorum bendeki seni;  o gün bugün hiç kimseye dönüp bakmadım.  Bir tek seni yazdı kalemim ve yemin olsun kalemime senen başkasını değdirmedim. Teşekkür erdim böyle baktığın için, teşekkürler aklımda kaldığın için. İyi ki geldin !
Tüm yıl beklediğimiz güneşli günler, ağustos ayının görünmesiyle içimizi ısıtmaya başladı. Şimdi içimiz tatil düşünceleriyle kıpır kıpır. Biz güneş açtıkça heyecanlandık, hava kapandıkça sabırsızlandık şimdi vuslata geldi sıra. Konuşan iki yüreğin, iki kalemin kalemin konuşamayan yazıları bunlar. İlerleyen satırlarda hepsiyle tek tek tanışacaksınız. Biz bu satırlardan sesleneceğiz sizlere.
Hayata bir es verip durmanın zamanı şimdi, biraz soluklanmanın. Seni sana çağırıyor bu satırlar. Satırları çevirdikçe daya kulağını kalbine. İnsan kokulu hikâyelerin sesi karışsın sesine. Çocukluğun, yeniden çakıl taşları atsın pencerene. Aksini göreceğin, sudan bir aynaya dönüşsün kalbin. Kuşlar konsun omuzlarına. Özlediğin güneşin sarısı fener olup aydınlatsın yolunu. Seni sana çağırıyor bu satırlar.  Şimdi çok gerilerde bıraktığını sandığın geçmişinin sokaklarında gezin. Sohbet et kendinle, hayatı bir tüy gibi avucuna alıp üfle.
Yapraklar sararacak, yere bırakacak kendilerini ardından. Sen güneşin günden ayrılışını izleyeceksin. İşittiğini yazmak için, gördüğünü, kokladığını yazmak için kaleminle rüya göreceksin.  Yazlar güze dönecek, güzler kışa savacak sırasını. Kâinatın düzenine seyirci olacaksın. İçinde derde derman, aşka âşık var. Kollarınla sar ve kokla menekşemi, çevir satıları...
 Hazır mısın?
Avazın Çıktığı Kadar Bahar gönlüme!  Sen, pek sevip saydığımız mevsim! Gelişin gecikince seni çağırmaya karar verdik.  Seni şımartmaktan da korkuyoruz ama sen buna aldırma, biz pek çok şeyden korkarız.  Ey mevsimlerin özü! Pek kıymetli bahar! Ne olur beklenmedik bir anda gelsen. Akşam serinliğinde üstüme bir hırka alsam.
 Geceler benim olsa, geceler hepimizin olsa. Gelsen de huzursuzluk başucumuzdan kalksa!
 Öyle bir gelsen ki, ölüm gelince aklıma, “Allah’ım, n’olur şimdi değil” desem.
Yıllar geçse de hiç yaşlanmıyorum. Her mevsim biraz daha gençleşiyorum.
Biraz daha gülümseyerek bakıyorum hayata. Çevremdeki yüzler değişse de duyduğumuz heyecan, hissettiğimiz samimiyet hiç değişmiyor. Biliyorum.
Dönüp ardıma baktığımda; dünyaya gözlerimi açtığım o bahardan beri, geçip giden yılların yorgunluğunu, kırgınlıkları değil de dolu dolu yaşanmış tam 77 mevsimin varlığını hissediyorum.
Benimle birlikte bu yolda yürüyen ve şimdi dünyanın farklı yerlerinde kalbinde benim hatıralarımı taşıyan dostlarımın olduğunu düşündükçe mutlu oluyorum. Her gün her dakika yeni dostlar ediniyor, gençleşiyor, içimdekileri paylaşıyorum.
 Benim adım yok, ben yüreğinde hissettiğinim, ben seninim…
Bir veda daha ediyorum baharın tazeliğine ve yazın coşkusuna. Eylül, en sarı hâliyle usul usul kapımı tıklatıp, bir misafir tedirginliğiyle konuk oluyor satırlarıma. Buğulu camın önüne çektiği masasında en duygusal şiirlerini yazıyor. Yeni sözcükler keşfediyor satır aralarında. Yazın güneşinden kamaşmış hayalleri daha gerçekçi görünüyor gözüne.
Göçmen kuşlar güneye yönelmişken, yağmur tadında bir müzik açıyor. Sen yağmurda yürümeyi seversin; sonra sen çayı da seversin iki gözüm, çay demledim sıcacık; ellerini, yüzünü, yüreğini al da gel içelim.
Ağaçlardan düşen yapraklara bakıp hayatı ve ölümü sorguluyor. Hüzün kokuyor şimdi satırlarım ama umut baharlar kadar yakın. Sen geldin ya gönlüme her mevsim bahar şimdi.  Seni bana nerden göndermişler? Nasıl olup da kalbime kalbime eklemişler? En güz hâlimle ellerindeyim şimdi, koskoca 4 yıl yüreğimizdeki. Yıllardır topladığım yapraklardan ağaçların sırlarını fısıldıyorum kulaklarına; duy beni!
Kollarını açabildiğin kadar aç, çünkü mevsim bahar… Hafiften bir rüzgâr esiyor ve içimi ısıtan bir müzik çalıyor. Göçmen kuşlar geri geldi, dondurucu soğuklar, şiddetli yağmurlar gitti. Ağaçlar çiçek açtı, cemreler sırayla düştü. Uzun kış geceleri yerini uzun güneşli günlere bıraktı. Ve bahar geldi gönlüme. Hoş geldi. Bahar, sen satırlarıma dol diye açık bıraktım pencereleri…
Yaz, yaşamın anlamını bırak satır aralarına. Sevdalarını, korkularını, umutlarını, i­nsanlığını bırak. Ölmekle gömülmeyecek b­ir cümlen olsun hayata dai­r. Kend­inden geri­ye okunulası bi­r hayat bırak. Yorulma yasamaktan, yaşadığın kadarını yazmaktan…
Yaz! Bi­li­yorsun, bi­zi­ kalem tutmak yormaz!
Öyle bir an geliyor ki, susuyorsun. Sanki konuşmak istesen dilinden tek kelime çıkabilecekmiş gibi. Görmek istesen gözün güzelliği görebilecekmiş gibi. İşte öyle zamanları toplayıp sana bir ben biriktiriyorum. Çocukluğumun en masum gülümsemelerini kimseye elletmiyorum, sana aitler.
Yıllar geçmiş olsa da aradan bir sen kalıyordun tozlu raflardan bana. Sonra bakıyorum ki birbirimiz olmuşuz biz aslında geçen yıllarda. Küçük küçük şeyler biriktirerek büyük sevdim ben seni. Yıllar önce yüreğime değen sevdanla şimdi bir kuş olmuş gönlüm; pencerelerini açtığım an sana uçuyor. Avuçlarına bıraktım onu ve sen avuç içlerimden öptün beni; bu yüreğinden öpmek demektir aslında. Anladım ki neler geçerse geçsin şu ömrümden, yıllar da, benim dönüşüm hep sana.
Beklemek... Ne zor bir kelime... Olur ya elin gider kâğıda, kaleme. Yazamazsın. Yazarsın, kendine bile okuyamazsın. Özlemekten utandığın oluyor mu? Bu ne biçim yangın dediğin? Gözümü kapasam da bir gün daha geçse dediğin mesela?
"Allah sabredenle beraberdir" diyor ya Kitap, korkumdan sabrettiğim oluyor. İçim içimi kemirip de sabrediyormuş gibi yaptığım bazen. Sanki ellerim yetermiş gibi duygularımı kapatmaya. Yetmiyor... Gelecek derdim sana... Güzel günler gelecek, bu korku neden? Ne var ki, geleceğin daha fazla karanlıktan başka vaadi yok.
Sana uzun uzun susuyorum, zaten konuşmak istesem de dilimden tek kelime çıkmıyor... Lakin o gülümsemeler, hâlâ sana aitler...
Güneş gözüne doğar ya bazen, yani öyle gelir uykunda sana. Ama güneş benim tam gözümün içine doğdu bugün. Balkona çıkıp yalınayak sokağı seyrettim. Biraz gülümsedim. Biraz içim serinledi, biraz soğukkanlıydım… Aylardan beri uyuklarken minik bir buseyle hayata dönmüş gibiydim biraz…
Bugün, güzel bir gün... Bugün yağmur bile yağsa gökkuşağı çıkar ardından. Bugün rengârenk düşler  görüyorum gözümün değdiği yerlerde. Bugün hiçbir çocuk üzülmüyor gibi hissediyorum. Anlam  yüklemeden bakıyorum etrafıma ve insanlardan beklentilerimi yok denecek kadar aza indirgiyorum bugün… Ve sen iyi ki geldin bugün ! Sen varsın diye böyle bugün. Papatyalar gülümsüyor bugün. Papatyaları severim bilirsin; bugün daha çok seviyorum. Tüm papatyalarım sevgimizi fısıldıyor göğe, tembihlediğin gibi.
Balıklarım uyuyordu ben uyandığımda. Tek tek konuştum onlarla. Sessizdim. Uzanıyorlardı boylu boyunca. Biraz tedirginlerdi. Gözlerinin açıklığını ona yordum. Sahi, balıklar gözü açık mı uyur?
Yenilenmek... Adeta kökünden su aldıktan sonra eski dokularını terk eden bir bitki gibi... Hayatın her döneminde ihtiyaç duydun ve birçok kez yapamadın belki...
Eskiye kıymak zordur. Her şeyin anısı vardır. Atamazsın, kaldıramazsın ve bir zaman sonra yüküne katlanmak zorlaşır... Onunla ilk buluştuğun günkü kazak, tuttuğun ilk günlük, o yıl aldığın ilk kitap derken atamadıkların artar gider...
Yaz, yenilenmek için en güzel mevsimdir. Tüm yılın yorgunluğunu attığın, kendine zaman ayırdığın, yapmayı en çok sevdiğin şey ne ise onu yaptığın mevsimdir.
O olmazsa yaşayamam demediğin her şeyden vazgeç ve tazelenmek için kendine bir şans ver. Yüzüne doğan güneş her sabah yenilenmene yardımcı olacak...
Demiştik ya “böyle bir kara sevda kara toprakta biter” diye; bitmedi, bitmeyecek işte.
Bol güneşli, bol sohbetli, sıcacık ve hareketli mevsim kapında! Yaz burada!
Çünkü geldin, sen geldin… Hoş geldin!



15 Temmuz 2014 Salı

"Ne Okuyorum?"dan Galîz Kahraman



Bir kitap okurken en çok önem verdiğim kısım hayalimde canlandırabiliyor olmamdır. Kitabı okurken sanki roman yazarı veyahut olayların başkahramanının kankisi gibi kendinizi hissedebiliyorsanız hayal dünyasının vermiş olduğu zevk sınırının doruklarına çıkmışsınızdır demektir. Satır satır dolaşırken çevrenin varlığını gerçekten hissedebiliyorsanız ve kahramanların karakterlerini zihninizde yaşama kavuşturuyorsanız o zaman romanı diğer romanlarla yapılan maçta 1-0 galip başlatabilirsiniz. Bunu başarabilmenizin yolu da yazarın çocuksu ruhu sayesinde olduğunu düşünüyorum. Bir başka başarıya giden yol ise üsluptur. Üslubun özgün oluşu o kitabı tatlı kılar. Okurken kendinizi tatlı yiyormuşsunuz gibi hissetmenizi sağlar.
İhsan Oktay Anar kelimeleri kuyumcu gibi işliyor, dokuyor, havaya atıp tutuyor. O nefis Osmanlıca hâkimiyeti, Türkçe bilgisi ve benzersiz üslubuyla bizi mest ve meftun ediyor.
Kitap üzerine konuşmadan önce şunu belirteyim: Anar, sanat üretmeden tenkit edenlere, üretmeden tüketenlere, üretmeden büyüklenenlere karşı eleştirisinin dozunu arttırmış. Yedinci Gün’de sanat dünyasını üretenler ve tüketenler olarak ikiye ayırmıştı ki burada münekkitleri ve tüketenleri de ikiye ayırıyor. Bacaklarından…
Ustaca yazılan ve okuyucunun sıkılmasının neredeyse imkansız olduğu eserlerden biri de İletişim Yayınevi tarafından 2014 yılında 1. basımı gerçekleştirilen “Galiz Kahraman” isimli romandır.
Galiz Kahraman isimli romanında her eserinde olduğu gibi insana kendi kültürünü ve yaşantısını sevdirmeyi başarmış ve ne kadar zarif bir yaşam içinde olduğumuzu hatırlatmış lakin kaba bir yaşamın, Argo yaşam tarzının, kopilliklerin, bıçkın delikanlılıkların, meczupluğun, hovardalığın ve daha nice köftehorluğun aslında daha zevkli olduğunu ve daha neşeli olduğunu bir kez daha hatırlatmıştır. Evvelden Osmanlı döneminde geçen kitaplar yazmış fakat bu kitabında ise Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bıçkınlığı anlatmaktadır.
İhsan Oktay Anar’ın yeni kitabı Galîz Kahraman, unutulmaz kahramanı İdris Âmil Efendi Hazretleri ile karşımızda... Bu seferki karakterimiz İdris Amil Efendi adında kendini beğenmiş lakin başkaları tarafından beğenilmeyen bir delikanlıdır.Hem çok sayıda hayranı olan, hem de kült bir yazarın tutkun okurlarına sahip İhsan Oktay Anar, iki yıllık bir aradan sonra Galîz Kahraman ile hasret gideriyor. Bizim kuşaktan kalanlar bilir ama diğerleri için “galîz”in anlamını TDK Sözlüğü’nden naklen bildirelim: “Kaba ve çirkin, iğrenç.”
Galiz Kahraman , İhsan Oktay Anar Bey in okuduğum 3.kitabı. Diğerleri gibi bu kitabı da okurken hiç bitmesin istedim. Kahramanımız İdris Amil Efendimize yeri geldi kızdım, yeri geldi acıdım kimi zamanda etrafımdakilerin şaşıran bakışları arasında çok güldüm. Kesinlikle okunması gereken bir kitap, eğer İhsan Oktay Anar'ı ilk defa okuyorsanız inanıyorum ki sizde bağımlısı olacak ve her fırsatta çevrenize O adamdan bahsedeceksiniz.
Bu kitap, Osmanlı limon şerbeti eşliğinde "vay namuzsuz, seni gidi seni, aaaa vallahi doğru, yahu bu bir yerlerden tanıdık geliyor, Allah cazırtını versin" diyerek okuduğunuz, sağını solunu çizip yıldız koyduğunuz, dönüp dönüp tekrar göz gezdirdiğiniz bir kitap. Sevin Okyay'ın dediği gibi mest oldum. Kitabın içine girdim, her karakterinin çevremde yaşadığını hissettim, güldüm, kahkaha attım, tebessüm ettim, kıyasladım. Gönlümü hoş etti, tadı damağımda kaldı. Bir kitapdan başka ne beklenir ki... Sayın Anar'a selamlarımla, umarım hep yazar ve ben de yazdıklarını okuma fırsatını bulurum.
İhsan Oktay Anar, Galîz Kahraman adlı yeni romanında sıra dışı kahramanı İdris Âmil ile tanıştırıyor okuru. Bu güvenilmez kahramanın arayışları, Osmanlı Devleti ve Türkiye’nin modernleşme çabaları, daha doğrusu eğreti modernleşmesi üzerinden okunmaya elverişli.
İhsan Oktay Anar 1995’te Puslu Kıtalar Atlası’yla çıkageldi ve o günden beri çağdaş edebiyatımızın en ‘tuhaf’ eserlerini veriyor. Hulki Aktunç erken saptamıştı: “Tarihsel romanlar mıdır Anar’ın yapıtları? Hayır, romanlardır. Tarihsel olan’dan yeni bir roman çıkarmak, romanı da yeniden tarihselleştirmektir ama.” Anar’ı, tarihi dilediğince eğip büken, gönlünce değiştiren haylaz bir vakanüvis olarak nitelemek mümkün, üstelik bunu yaparken edebiyatın parametreleriyle de oynuyor. Galîz Kahraman’da, uzağında durduğu edebiyat camiasıyla, hatta etkilendiği cümlelerin altını çizen duyarlı okur profiliyle dalgasını geçerek başlıyor işe. Bir romanın ilk cümlesi çok önemlidir, mutlaka vurucu olması gerekir gibi bir klişeye nasıl cevap vermiş, girişte apaçık görülecektir:
"Hüüüüüüüüüpppp Jittttttt Nah-haa!"
Kitapta ara ara bu nidayı yani seslenişi duyacaksınız. Bu sesleniş efendi hazretleri İdris Amil’in seslenişidir. Genç bir delikanlı olan İdris Amil, manita avlamak adına bir plan çizer ve bunun için ünlü olması gerektiğini kafaya koyar. Bu sebeple önce Külhanbeyi olmak ister, sonra artist olmak, sonra şair olmak , hırsız olmak ister fakat talihinin bir türlü yaver gitmediği bir kahramanımızdır. Bu kitapta kahramanımızın başından geçen trajikomik olaylar anlatılmaktadır. Bazen İdris Amil’e bahtsızlığından dolayı üzülüyorken bir satır sonra küfür ettiğiniz olabiliyor. Devrin önde gelen külhanbeyinin kız kardeşine yamuk yapmadığı halde yapmış gibi gözüküp zorla evlendirilmesi sonra kendisinin hırsızlık için müteahhit efendinin evine girmesi ve tırlak dayısının aşkından yanıp tutuştuğu kıza aşık olması yüzünden dayısının tımarhaneye gitmesini sağlayan bir velet.
Efendi hazretleri her şey ters giderken son umut olarak yazar olma girişimine girip edebiyat hırsızlığı ile ün yapmak istiyor ve Muhtar Lüpen denen hırsızlar liderinden yardım istiyor. Muhtarda bunu dolandırıp kendisi ünlü olunca İdris efendi iyice yıkılıyor. Son olarak Aşık olduğu kızı da Muhtar Lüpen’in yatağında yakalayınca iyice batıyor. En sonunda mı?
Okuyun görün.
İhsan Oktay Anar kelimeleri kuyumcu gibi işliyor, dokuyor, havaya atıp tutuyor. O nefis Osmanlıca hâkimiyeti, Türkçe bilgisi ve benzersiz üslubuyla bizi mest ve meftun ediyor. Ya çoğunluk gibi mi yazsaydı? Neuzübillah!
Adam 1 yıl içinde ikinci kitabı yazdı, bunda sıkıntı olabilir demeden alın okuyun derim. Aynı Anar mizahını 95 yaşında, padişah gideli 20 yıl olmuşken halen Tanzimat Fermanını baz alarak duruşmalara giren avukatta bulabileceksiniz mesela, kısa yoldan para kazanmaya çalışan lokantacılarda, çakma Kasımpaşa delikanlılarında...
Çok eğleneceksiniz. Ömrüne bereket İhsan Hocam...
-Arka Kapak
Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesidir bu. O hem herkes hem de hiç kimsedir. dünyadan alacağını tahsil etmeye gelmiştir. Çünkü, tanrı dahil herkesin ona borcu vardır. Vebaline girilen tüyü bitmedik yetim işte odur. Kadim zamanlardan beri hakkı yendiğine göre, sonlu ama sınırsız bir evrenin engin ve derin merkezi olarak insan olmanın, "olmasa da olur" halini icrâ etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Romantik bir insafsızlığın bakir tacizcisi olmak sonuna kadar hakkıdır.Sıradanlığın üst insanıdır o. Asiliğiyle asilleşememesi umrunda bile değildir. Onun umrunda olan tek şey, sadece ve sadece kendini algılamak, kendi küçük âlemine sığan kainatı kabul etmektir. Çünkü bilmektedir ki, gerçek bilgelik de zaten budur.

Mekteb-i Yalnızlar


http://calikusu.caster.fm/


Ömründe bir kere mutlaka güdümlü anne terliği yemişlerin,
Ne kadar hesaplasalar da yine de otobüste güneşli tarafa oturanların,
En az bir kez leğenle karda kayak yapmış ve soba üzerine asılan bir aparatla çamaşırları kurutulmuşların,
Misafir odasına bir nevi seremoni eşliğinde, yılın sadece kutsal birkaç gününde girmişlerin,
“Kirlenmek güzeldir.” gezegeninde değil “Daha yeni yıkadım ben bunları, sen başımın belası mısın.” gezegeninde ikamet etmektekilerin,
Minibüste ineceği yeri söylemeye ve para üstü istemeye çekinen mizaçtakilerin,
Banka sıralarında, sıra esnasında, hemşehri bulma uzmanlarının,
Bir az çorba ile iki ekmek yeme kapasitesine sahiplerin,
Düğünlerde takı takma sırasına alternatif olarak “sıra fişiyle” çözüm önerenlerin,
Belediye otobüslerinde “bentersgidememcilik” akımına mensupların,
İşte bu sebepledir ki “Sanat toplum içindir. ”derler ama sadece derler. Sanatın akıl-kalp ve ruh için olduğunda ısrarcıların,
Mide gurultusu şairleri değil gerçek şairleri okuma taraftarlarının,
Popüler şair ve yazarları değil saygın yazar ve şairleri tercih edenlerin,
Her kitabın bir dünya olduğuna inanınların,
Bazı kitap kahramanlarını, gerçek hayattaki birçok kişiden daha çok sevenlerin,
Yabancı sözcüklere ve dilin yozlaştırılmasına karşı değildirler çünkü kapkarşı olanların,
Akıllarının dişi ağrıdıkça yazmayı severlerin yeri.



İnsanlar kalabalığın içinde yapayalnız. 

Yalnızlık; ne bir eksik, ne bir fazla. 
Televizyon bağımlılıktır; radyo özgürlük. 
Öyleyse #onair !
Yalnızlar olarak, bir mektep kurduk gönlünüze değebilecek; anlık psikolojiye bağlı tüm notalar müziğin kalbinin attığı. 
Burdaki hayata her an müzik hakim !


Her gece 22.00'de.


http://calikusu.caster.fm/



http://calikusu.caster.fm/

10 Temmuz 2014 Perşembe

Çıplak Ayaklı Düşes



Siz uyurken ben kalktım yürüyüş yaptım, evleri sildim, süpürdüm, toz aldım, çamaşırları serdim şimdi de kalkıp yemek yapıcam. Merhaba gençler!
Tulum+kemençe+çay = düşünmek için her şey hazır. Artık çayın bana verdiği yetkiye dayanarak istediğim kadar saçmalayabilirim. (http://youtu.be/JBQY5Es_Q8s)
Bir eski şarkı, bir eski bahar, bir bildik deniz... Vakit nisan ortasında bir akşam. İşte şimdi tablo tamam.
Ve gece, çok gece… İki artı ikinin dört etmediği saatler bunlar. Herkes kendi tarzında şizofren.  Ve artık her şey geçtikten sonra elinizde yalnızca şarkılar, şiirler, kitaplar ve bir bardak demli çay kalır. Acabalardır insana dert olan. Çayın saati mi olur? İngiliz miyim ben? Çay şiirin sıvı halidir. Her yudum çayda düşündüğümüz, her duada bahsettiğimiz insanlar var. Allah yokluklarını göstermesin. Demlikler dolusu çayı muhabbetiyle bitirebileceğimiz insanlar nasip olsun ömrümüze.
Ama söylemek lazım işte, içinde ne varsa söylemek lazım. Peki ya iç dünyamızda olanlar? Onlardan haberiniz var mı? Her ne düşünüyorsanız onu düşünmeye devam edin.
Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi. O işler öyle kolay değil işte. Geç kalıcaksın. Bazı şeyleri o kadar kolay söyledin ki. Umarım pişman olmazsın. Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun. Bir keskin kalem, bir kırık gözlük yürekli yiğitlere hatıran olsun. Uğurlar olsun.
En iyi niyetli şeyler de bile kendimle ilgili kötü sonuçlar çıkarabilirim. İyiler ilk görüşte tanınmaz. Bazen uyuyup uyanınca değişen tek şey, yarım yamalak görülen rüyaların gözaltlarını her geçen gün daha da kırıştırmasıdır. En azından bizim cephede durum böyle.  Söyleyeceklerim bu kadar.
Benimde çok istediğim şeyler var mesela. Bağzı anlar hiç bitmesin, anneme ömür biçilmesin, çay soğumasın, şarkılar hiç susmasın, dostluklar yarım kalmasın, sevdalar eskimesin, kitaplar küsmesin, bir de; neyse. Kent ışıklarını yaksa da karanlıkta kalır martı çığlıkları. (-da hep ayrı.)
Bir plak olsam, Zeki Müren çalsam, bozulsam, aynı yerde takılsam ve hep tekrarlasam. Beynimde hep manalı bir uçurum. Gittiğim her yerden az evvel çıkmış gibiyim, nereye baksam bulamıyorum kendimi. Olduğum hiçbir yerde değilmişim gibi geliyor, olmadığım her yerde de varmışım gibi. Ne istediğimi tam olarak bilmiyorum. Bildiğim şey... Herkesin bana ne yapmam gerektiğini söylemesinden bıkmış olmam. Bardak kırıldı. Dolu tarafından bakmak?
Atmosferden yeryüzüne kadar bütün coğrafya şahit olsun ki; sadece uçurtmalara ve kuşlara ev sahibidir maviliklerim. Ne demiştik: “mutluluk mavi çocuk, oynardı bahçemizde.”
İçimde bir masal cücesi, bir orman ciniyle birlikte natürmort modellerini kemiriyor. Bitmiyor, sadece bazen ‘belki güneşli bir günde veya kalabalık bir gecede’ geçtiğini sanıyorsun ama geçmiyor esasında. Alışıyorsun zamanla. Çekip gidene her şey mizah, kalıp bekleyene her şey şiirdir.
Biz ki kendi topraklarında yurdunu arayan mülteciyken; hangi umuda yelken açıp hangi sevdada murada erelim. Küsmek önemli gençler, öyle her önünüze gelene de küsmeyin. Nazım Hikmet anlatmış vaktiyle önemini. Ben çok kıskanıyorum Piraye’yi. Kim sevilebilir ki bu kadar güzel?
 ‘Özlem’ mastar ekini taşıyamayan yaşlı bir sözcük artık. Sırf yaşayabilmek adına sınırlandırılması gereken bir duygu. Bu şarkılar şifa duaları. Yalnız şarkılara fazla pul biber atıyorlar. "Ah"lar da sevdaya dahil. Bir adam bir kadını yüreğine koyup kötü olan her şeyden kaçırabilmeli bazen.
"...bir de öfkeni gizleyemezdin yani gizlerdin de benden gizleyemezdin. Ben gözlerine baktığım an anlardım içinde olup biteni. Bi kadın sevdiği adamın içindeki fırtınaları görür. Bana bişeyler söyle ama senin dilinden olsun. Belki anlamam dediğini ama senin dilinden olsun." dedi kadın; "Son kez kirpiklerinden öpüyorum kadın… " dedi adam. İşte bunlar hep aşk.
Çok sevilmek için ölüyorsunuz. Çok sevilince, dirilip öldürüyorsunuz çok seveninizi. Hevesinize, gücünüz yokken "aşk"; varken "kısmet" demeyin! Hem sevmek de yorulur…  Nar tanelerini kabuğun içine tek tek yerleştiren, seni de hangi gönüle yerleştireceğini bilir elbet. Hiçbir acı bakî değil, üflersin geçer.  Ah sizin şu “benzemez kimse sana” ezgileriyle başlayıp “sende artık herkes gibisin” şiirleriyle biten aşklarınız. Asıl mesele birini "Sen bu şarkıyı çok seversin" diyebilecek kadar tanımaktır.
Hem insan ayrılınca değil, yeniden kavuşma ihtimalleri tükenince yıkılır. O zaman hayat son zerresine kadar kocaman bir can sıkıntısına dönüşür. Sanki son vapuru kaçırmışsın da bir adada mahsur kalmışsın, güneş ağır ağır batarken sonraki vapurun hiç gelmeyeceğini söylemişler sana, bunun can sıkıcı bir şaka olmadığını, gerçek olduğunu söylemişler. Buydu vaziyetim. Beni o kış bir kişi terk edip gitmişti ama sanki iki yüz elli kişi terk edip gitmiş gibi hissetmiştim. Çay bardağıyla konuşmaya başlayınca anlarsın onu, tam böyle kendini çay bardağınla dertleşirken bulduğunda, işte o an. Ne? Karanlıktan korktuğunda yüksek sesle kendi kendine konuşmadın mı sen hiç?
Yüzüne bakıp da derdini hissetmeyen dosta, kelimelerin zaten gücü yetmez bir de. Hem derdini anlatmış olacaksın, hem de anlaşılmayacaksın. En iyisi sus. Bari derdin dökülüp ziyan olmasın.
Önünüzden kara kedi geçmesi, hayvanın bir yere gitmekte olduğuna dalâlettir. Yani her şeyin altında çok da bişey aramayın. İşime gelmeyince konu değiştirmede öyle profesyonel davranıyorum ki, bence uzmanlar beni bir düşünmeli. 10 dakika içinde 8 kere mutlu, 9 kere mutsuz, 7 kere neşeli, 5 kere agresif olabiliyorsam benim suçum mu yani? Her 30 saniyede bir ruh halim değişmese bende daha dengeli bi insan olabilirdim pek tabii.
Bi’ yabancı düşün. Kalbinin atışını ezbere bildiğin bir yabancı. Ne garip di'mi? Garip değil işte; bunlar hep mümkün.
Sen bilmez sanırsın ama gönül hisseder gizlediğin hayaleti. Çok bunaldığın anlara bak; muhtemelen çekip gitmenin zamanını kaçırdığın anlardır onlar. Bütün kadınlar, bir erkeğin omzunun üzerinde uyumak ister. Siz beni dinleyiiiin; seven sevdiğini sahura kaldırsın.
Gündelik sıkıntıları, gelecek kaygısını, ne yapacağını bilmemenin vermiş olduğu çaresizlik hissini, unutulan düşleri ve yalama olmuş hatıraları… Hepsini boşverin. İsmail Abi o kadar beklemiş gelmemiş o gemi. İçimiz hep bi “hoşça kal” ülkesi. Öyleyse hadi bakalım sende hoşça kal…
Hayırlı zamanlar dostlar, bu seferki tek şarkılık yayınımıza hoşgeldiniz. Öyleyse sıradaki şarkı, bu geceki şarkımız, her bitişle yeniden başlayanlara, her yeni güne, ''bu son olsun'' ümidiyle uyananlara, tek isteği yeniden aldığı nefesi hissedebilmek olanlara, kaybettikçe değişenlere, acısıyla beraber büyüyenlere gelsin... Dikkat edin, ameliyatlı yerinize gelmesin… Kalın sağlıcakla...