Dolunayın altında ıhlamur ağaçları, ve solda yürüyen kadının sağ omzu. Ayrık otunu bilir misiniz? Şimdi bir tren penceresinden başka yaşamlara bakar gibiyim. Zaman bir salyangozun vücudunda yaşıyor burada. Ve çok ağır ilerliyor. Sabah uyanır uyanmaz saçlarımı toplarım yerden.
Her gün düzenli olarak saçlarımı topluyorum yerden. Parmağımı ıslatıp geceden yere düşen yıldız küllerini yapıştırıyorum parmak uçlarıma, sonra parmaklarımdan birini kalemtıraşa sokup derimi yüzesim geliyor, vazgeçiyorum. Sıradan bir sabah işte. Tekrar uyanmış olmanın verdiği memnuniyetsizliği ekarte etme çabaları... Sabah güneşinin ışıldattığı rengarenk reçel kavanozlarının dizili olduğu ahşap bir mutfak rafı düşlerim sık sık. Bütün kötü alışkanlıklarımı gözden geçirir, hiçbirisinin aslında kötü olmadığına kanaat getiririm. Gerçi ne büyük zaaf inanmak! Ne büyük bir çıkmaz her gün yeniden uyanmak!
Her yara, yeni bir şey öğretiyor insana. Ayakta kalmasını
öğrenmiş insanlar için, kaybetmek büyük bir mesele değildir. Kafamda bir
tuhaflık vardı, içimde de ne o zamana ne de o mekana aitmişim duygusu.
Sonra bir gece yarısıydı, penceremden süzülen bir parçacık ay ışığının üzmesine uzandım, uzun uzun seyrettim gökyüzünü; gökyüzü ki her yerde aynı, tek buluşma noktası. Geçen zamanda kaybolan insanları düşündüm; onlardan biri olup olmadığımı. Bütün gökyüzü doldu ciğerlerime fazla havadan nefessiz kaldım. Kaç fırtına kopuyordu gönül denizimde ve ben inatla hiçbirini duymamak için ne kadar uzun süredir kapatmıştım yüreğim sesine kulağımı. Azad ettim tüm gönül kuşlarımı; çok uzaklara gittiler gökyüzünün sonsuz karanlığında, kızardı saçlarım yandı o derin karanlıkta.
Gönül dediğin öyle ağır yüklere ev sahipliği yapıyor, öyle ardına kadar açıp kapılarını ağırlıyor ki hüzünleri; bu kadarını ben mi barındırdım diyorsun. Etrafına ördüğü kalın yüksek duvarlar, kuşandığı zırh ve oklar hiçbiri boşa değil bir kere daha anlıyorsun. Yaraları ortak insanlar elbet daha iyi anlaşır. Beklenen ve bekleyen yolların bir yerde kesişmesi için beklemekteler; peki ya benim beklediğim?
Bir
hayali bekliyorum ben; aslında hiç var olmamış ve belki de hiç varolayacak
olanı. Kafamda olup bitenler, beni benden ettiler. Gelir mi her beklenen
umulmadık kışların baharlarına? Bilmiyorum. Her insan için doğru insan var
mıdır?
Sonra bir gece yarısıydı, penceremden süzülen bir parçacık ay ışığının üzmesine uzandım, uzun uzun seyrettim gökyüzünü; gökyüzü ki her yerde aynı, tek buluşma noktası. Geçen zamanda kaybolan insanları düşündüm; onlardan biri olup olmadığımı. Bütün gökyüzü doldu ciğerlerime fazla havadan nefessiz kaldım. Kaç fırtına kopuyordu gönül denizimde ve ben inatla hiçbirini duymamak için ne kadar uzun süredir kapatmıştım yüreğim sesine kulağımı. Azad ettim tüm gönül kuşlarımı; çok uzaklara gittiler gökyüzünün sonsuz karanlığında, kızardı saçlarım yandı o derin karanlıkta.
Gönül dediğin öyle ağır yüklere ev sahipliği yapıyor, öyle ardına kadar açıp kapılarını ağırlıyor ki hüzünleri; bu kadarını ben mi barındırdım diyorsun. Etrafına ördüğü kalın yüksek duvarlar, kuşandığı zırh ve oklar hiçbiri boşa değil bir kere daha anlıyorsun. Yaraları ortak insanlar elbet daha iyi anlaşır. Beklenen ve bekleyen yolların bir yerde kesişmesi için beklemekteler; peki ya benim beklediğim?

Doğru adam, sevgiyle büyümüş olduğu için, kendini belli
ediyor. Kestirip atmıyor, gönül alıyor, ayrılmayı değil onarmayı tercih ediyor,
güzel seviyor, sarıp sarmalıyor ve baya “ev” oluyor. Tanıyorsun görünce yani.
Zaten evini nerde görsen tanırsın. Bazı rastlantılar insana her şeyin mümkün
olduğunu inandıracak güçte ve güzellikte. Griden karaya çalan gökte bir parça
buz mavisine tutunur gönlümüz. Gökyüzüne bakarak uyuyan insanlar umutlu uyanır
çünkü. Benimkiyse bürgün gelecek umuduyla beklenen o adama duymayacağı bir
sesleniş. Varsın olsun bu da böyle olsun. Aynı duayı birbirinden habersiz eden iki
insan, er ya da geç birbirlerine kavuşur. Bir yerlerde elbet aynı duaya amin
deyip gözlerinizin uykuya yenik düştüğü birileri vardır habersiz beklenen.
Senin hikâyenin figüranı olabiliyorum en fazla öyle değil
mi? Hiç repliğim yok. Hem zaten kelimelerim yetmiyor; bir cümle kurmaya kalksam
yarım kalıyor, nefesim kesiliyor. Sen duymayınca da beni ben yarım kalıyorum,
şehir halkı çok üzülüyor bu duruma. Karanfil’de konçertolar çalıyor, birileri
bize kadeh kaldırıyor. Güvercin ölüleri düşüyor kaldırımlara patır patır, sokak
kedileri bir merdivenin kenarına sinmiş olan biteni izliyor. Ben sadece bir
araç oluyorum senin için, bu da bana dokunuyor. Olsun, şikâyet etmiyorum. Bir
kadın ruhunun her kıvrımı seninle doluyken, hiç konuşmadan, olması gerektiği
gibi, elinde sadece bir fincan kahve varken bile sevebilir. Ne büyük zaaf
inanmak!

Çok değil 100 yıllık bir yalnızlık bu bendeki, 100 yıl
kadardır belirsiz bir bekleyişteyim. Bir kez daha emin oldum ki her şeyiyle ben
bu zamana ait değilim. Ve yanılmıyorsam yalnız insanların, kahvaltı edip
ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman. Ve o zamanlar mutsuz olduğunda
insanlar, yok olurmuş bazı dakikalar.
Vücudum radyasyon üretiyor olmalı, yoksa duygularım böyle
biçimsiz mutasyonlara uğramazdı.

Bir şeyler birilerini kırdıktan sonra kırıldıktan sonra
önemli olmuyor. Ah içim ve güz yaprakları misali savrulan sancılarım, bir
sonbahar taşıyorum aslında gözlerimde kimsenin görmediği, ilkbahar tadında
görünüp savruluşu bundandır yüreğimin. Geçti artık göğsümde kuş barınmaz
anladım. Rıhtımlar, güz halatları, daha bir sürü şey ve görünmeyen şuramda
darmadağınık.
Terliklerimle gelsem sana, sonunda aşkı bulmuş gibi? Saçım
omzunu kessin. Sonra denize göm beni. Sen denizsin.