18 Ağustos 2016 Perşembe

Limon Kokulu Kadınlar Vardır


"Kalırsa içimde bir derin sızı kalır"
İnsanın üzerine bi' nehrin sessizliği gibi çöküyor hüzün. Bu yerler iyi yerler değil, bulanık bi suda yok oluş gibi. Derin bir "ah" çekmek başka ne gelir elimizden. Ama hiç unutmayan kadınlar vardır. Yağmur kokulu kadınlar, limon kokulu kadınlar vardır.
Neşet Ertaş "Ah Yalan Dünya" derken sana yanlış mı demiş? Ahmed Arif'in yüreğinde Tanrıçalaştırırcasına sevdiği kadın Leyla Erbil Hanımefendiyi Mehmet Bey'e yâr eden dünya değil misin?
Çaylar hazırsa gel gelelim asrın sevdalarından dilimizdekine; Ahmed Arifin büyük sevdası Leylası leylim leyi.
Hikaye başladığında Leyla Erbil henüz 23 yaşında.
İkili tanıştıklarında Leyla Erbil de Ahmed Arif gibi yalnız, o dönemde mektuplar daha bi flörtöz havada sanki. Daha sonraları aralarına üçüncü kişilerinde girmesi ve yanlış anlaşılmalardan kaynaklı sorunlardan dolayı bozulur daha çok soğur gibi oluyor.
Bu dönemde Leyla Erbil, eşi olacak olan Mehmet Beyle tanışır. Sonra sonra Ahmed Arifle aralarında olan yanlış anlaşılmalar düzelse de Leyla Erbil çoktan evlilik kararını almıştı. Ahmed Arifin bu konuda da sessiz bir kabullenişi var. hatta bu evlilik haberine karşın düğün hediyesi olarak bir şiir gönderiyor. O sıralar Ahmed Arif, Leylasını sadece hayatında tutmak çabasında.
Leyla Hanım evleniyor ve Ankara'ya yerleşiyor sonraları ama tabi birbirlerinin üzerindeki etkileri bitmiyor bitabi. Ahmet Arif yazdıklarıyla "ne yazsam sana, içinde hep sen varsın"a getirse de Leyla Erbil yazmamayı tercih ediyor.
Bazen, erkekleri anlamak da kadınları anlamak kadar zor olabilir. Öyle ki, kimisi ayağına kadar gelen ve çok sevdiği bir kadını var olmayan ve hiçbir zaman da var olmamış olan bir eşitsizliği eşitlemek adına reddedebilirken, kimisi de kendisine bir dost mesafesinden başka bir şey sunmayan bir kadına onlarca şiir dövebilir. Kimisi sevdiğini "Üzerim ben seni" diye uzaklaştırırken, kimisi karşılıksız mektuplarıyla gözlerinden öpebilir. Ahmed Arif'in hikayesi de, bu ikinci cümleciklerde anlattığımdır. Gözlerinden ve bazen de burnundan öpen, evlilik hediyesi olarak şiir gönderen, Leyla Erbil'i Leylim yapan, karşılıksızlığın kıyılarında gururunu hiçe sayan, yarısını memleketine, yarısını sevdasına adadığı tek ve çok büyük eseriyle hasretinden prangalar eskiten bir erkeğin hikayesidir bu anlatacağım.
Şairlerin de aslında sizin, benim kadar insan oldukları, duygularını kağıtlara dökmelerinin onları insanüstü değil, sadece "mutsuz" yaptığı gerçeğidir... Şair ve aşık bir erkeğin psikolojisidir bu anlatacağım, cesur bir adamın hikayesidir ve her şair ve aşık erkeğin hikayesi gibi mutlu bir sonu yoktur. Ağır gelebilir.

"Leyla, Zalım Leyla!
Bu, benimki dördüncü. Oysaki senden bir tek mektup aldım. O belalı ve korkunç ilk mektubun, yani 4-1, ben mağlubum… Ben, belki yazamazdım da, melankolim ve serseriliğim tutar da yazamaz, boş verirdimse, sen yazacak, “bu oğlan, öldü mü kaldı mı?” diye sen arayacaktın, değil mi?
Bari bu suskunluğun sebepli ve hayırlı olsa ve bana bu kadar kahırdan sonra, parıltılı şiirler göndersen. Öyle olacak elbette. Sen, osun çünkü. O, şair, dost, en sevgili ve en kardeş… Başka türlü olamaz…
Mektuplarımı almıyor musun yoksa? Hep de taahhütlü gönderiyorum. Geçen gün coştum, annene bayram kartı ile hürmetlerimi gönderdim, ellerinden öptüm, söyledi mi?
“Bin yıl, bahar içre ömrünü sürsün,
Seni doğuran ana.”
 ...
Bir daha hiçbir ana doğurmaz seni. Bir daha hiçbir cihan bulamaz seni. Tekrar öperim.
Senin."(Arif, 3-9)
 Bir erkek kendini ne zaman küçülttüğünün farkında değil midir zannediyorsunuz? Aslında geçirdiği her bir anın farkında olduğunu, ama işte o lanet olası sevginin koca erkeklik gururunu bile ayaklar altına alabilecek kudrette olduğunu, ben her ne kadar bunu sonradan reddedecek olsam da her erkeğin neticede yalnızca bir tane ilk aşkının bulunduğunu, bundan sonra daha kuvvetli bir biçimde bağlandığı birkaç kadın olsa da bu ilk aşkın kolay kolay ne zihinden ne de fikirden silinmediğini bilmiyor musunuz? Aksine, ortalama ve üzerinde bir zekaya sahip her erkek, bilinçaltında kendisini neyin, nasıl küçülttüğünü bilir. Ama dediğim gibi, bilinçaltında kalır bu bilgi. Çünkü bilinç yüzeyine çıkarsa mantıklı olan yolu seçecektir aşık kişi. Mantıklı yolu seçen bir kişi, aşık olamaz ki. Aşk, pek çok daha güzel biçimlerde tanımlanabilir elbet ancak, özünde aşk kalbin, yoğun duyguların istenildiği biçimde karşıya yansıtılabilmesi için beyne yaptığı bir lokal anestezidir. Mantığı bilinçaltına iter.
Ahmed Arif, kendisi bunun gibi dört tane daha dolu dolu mektup yollamışken, sadece bir tane cevap aldığının, bunun da aslında bir çeşit "ayıp olmasın" mektubu olduğunun, mürekkebini her kağıda vuruşunda daha da dibe vurduğunun, farkındadır elbet. Ama dediğim gibi, bilinçaltındadır bu farkındalık. Birçoklarının, iş işten geçip bağlandığı kişinin aslında verdiği emeklere değmediğini fark ettiğinde, "Ne aptalmışım, bilmiyor muydum sanki böyle olacağını" şeklinde haykırmasının sebebi de budur. "Bilinçaltındalık."
"Bu, beşinci mektubum. Yine 5-1 mağlubum. Benim de mağlup olmam mukaddermiş meğer. Niye yazmıyorsun hayatım?"(20)
Yine mağlup, yine üzgün. Bazen sessizce,  içten içe duyamayacağını bile bile, utana sıkıla "Günaydın" dersiniz de karşınızdakine, o duymaz da üzülürsünüz ya. Aynısını, bağıra bağıra yaptığınızı, ama yine karşılık alamadığınızı, hasbelkader bir karşılık aldıysanız, bunun da "kırılmasın" temalı bir karşılık olduğunu düşünün, Ahmed Arif'in bu mektupları nasıl bir psikolojiyle yazdığını anlarsınız. Kaybedeceği daha en başından belli olmasına rağmen pes etmeyen, durmayan, yazan, yazan, tekrar yazan bir yürek. Takdir edilesi, ama imrenilesi mi? O ilk aşkın toyluğu, yoğunluğu, belki, ama daha fazlası değil.
"Şunu da bir iyi belle: Benim için çok mühim olan, sana âşık olmak veya âşık olmadığımı bağırıp yırtınmak değildir. Aslolan, seni kırmamak, üzmemek, kaybetmemektir. Anladın mı canım?"(35)
İşte, her ne olursa olsun hiçbir koşul, hiçbir durum, hiçbir mesafe bir erkeğe bu sözleri söyletecek kadar alçalmamalıdır. Kuşkusuz sevginin en saf hali, karşılığında hiçbir şey alamayacağını bile bile, elinde olan tek şeyi, karşıdakinin mesafesini, kaybetmeme için çırpınma halidir. İnsanoğlunun herhangi bir kişiye adanmışlığının son noktasıdır. Sonu, genellikle hüzünle sonuçlanır. Çünkü elinde olan hiçbir zaman yetmez insanoğluna, neticede Himalayalar dururken Ay'a çıkması da bundan değil midir? İnsanın doğasında vardır bu, aşkta da, bilimde de, ekonomide de. Bazı şeyleri eleştirmek, onlara karşı çıkmak yersizdir. Bizim yetinememezliğimiz de bunlardan biridir.
"Nasılsın" diyemedim. Şarkıdaki gibi "tutmadı yüzüm" değil. Bilmem ki artık hal hatır sual etmeme müsaade edecekler mi hanımefendi? O Japon ressamı gibi, ben de, cihanın bütün doktorları senin öleceğini söyleseler inanmam. Onlara "budalalar" derim."(40)
Bu mektupta öncekilerden bir farklılık var ama. Bu mektupta ufaktan bir isyan var. Tamamen saf bir sevgiyle dolu olan bir insanın, kızamayışıyla beraber küçücük bir gönül koyuşu var. Bu mektupta görüyoruz ki, Ahmed Arif her ne kadar Leyli'sini kaybetmemek için sürekli kendinden vermeye hazır olsa da, o da bir yerden sonra daha fazlasını istemiş. Yakarış, haykırış dolu mektuplardan sonra, hafiften bir sitem ve gönül koyma içeren bu cümlesini görmek, insanı şaşırtıyor. Ama aslında o da karşılıksız seven her erkek gibi davranmış sadece. Hayran olmuş, karşılık alamamış, psikolojik olarak her şeyini vermeye hazır hale gelmiş, bir yere kadar vermiş de, vermiş vermesine ama yorulmuş. Ufacık da olsa bir karşılık beklemiş, Orhan Veli'nin de dediği gibi, ne de olsa "serde erkeklik var" Hepsi bir araya gelmiş, süreç işlemeye devam etmiş, Ahmed Arif de aşkını mektuplara ve şiirlere dökmeye...
"Evleneceksin demek?
Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesud olursun canım.
Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah. Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur."(43)
Ve yıl 1955'e, Ahmed Arif bir erkeğin yaşayabileceği pek az acılardan biriyle karşı karşıya gelmiş. Leylasıyla mesafeli bir dostluktan başka bir şey yaşayamayacaklarını bile bile, yine de "acaba" diyerek ufacık bir umudu kendisine yaşam kaynağı yaparak çıktığı bu yolda, sarsılmaz bir soğukkanlılıkla karşılamış, vaktinden evvel gelen gerçeği. 1954'ün sonlarına doğru yazışmaya başlamışlar neticede, ve 1955'in Nisan'ında da evlilik haberi gelmiş. Hayat, çabuk ilerliyor. Çok çabuk. Bu yazıyı girmemin sebebi aslen Ahmed Arif üzerinden şairlerin de aslında normal birer erkek olmalarına rağmen nasıl şair olduklarını göstermek olmasına rağmen, Ahmed Arif'in aşkı için kendisini bu kadar geri plana atışına, evlilik haberini bile bu kadar soğukkanlı karşılayışına yapacak yorumum yok. Ahmed Arif'te şiirlerinden öte bir insanüstülük varsa, o da sevgisine karşı bu sarsılmaz bağı olsa gerek.
"Canım, mektubun geldi. Çok teşekkür ederim. Dün sana üç şiir gönderdim. Biri, kabul edersen, düğün hediyen olsun. Orada olsaydım İstanbul'un bütün çiçekçilerini angaje eder, bineceğin trene ayrı bir çiçek katarı takardım! Ne palavra! Değil mi? Ama bilirsin, senin için yapamayacağım (hiç olmazsa canımı veririm ya) bir şey yoktur..."(46)
Ve evlilik hediyesini de yollamış Ahmed Arif böylece sevgilisine, dostuna, kardeşine, aziz Leyla'sına, bir parçasını paylaşacağım en güzel şiirlerinden birini, "Suskun"u...
"Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?

Ruhum...
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşıların en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namussuzu...
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği...
Ağlıyor yeşil."
Psikolojisini incelemeye devam etmek isterim Ahmed Arif'in, isterim elbet ama, daha onlarca mektup var, ve neredeyse yarısı tarihsiz. Tarihsiz mektuplar, konuşmanın normal akışını okumamı ve Ahmed Arif'i anlamamı zorlaştırıyor. Dolayısıyla bütünüyle hakim olamadığım bir psikolojiyle ilgili yaptığım yorumların adı, bir yerden sonra en iyimser haliyle tahmin yürütmek olur, ayıp olur. Hikayenin sonu ne peki diyebilirsiniz. Haklısınız. Hikayenin bizim bildiğimiz sonu, en başında da söylediğim gibi, mutlu bir son değildir. Çünkü, bir adamın fena halde aşık olduğu bir kadın, bunca güzel mektuba, beklentisiz bir adanmışlığa, her türlü emre amade bir şairaneliğe karşın başka biriyle evleniyorsa ve o adam da bu evliliği yolladığı bir şiirle kutluyorsa, orada o hikayeye dair söylenecek çok fazla bir söz kalmamış demektir. Sonsuzluk diye bir şey var mıdır, bu ikili mektuplaşmalarına şimdi orada devam etmekte midir, bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, "bir daha hangi ana doğurur", bu mektupları yazacak bir yiğidi?
Cemal Süreya, belki de bu dizeleri Ahmed Arif'e yazmıştır ha, ne dersiniz? Ne de olsa Leyla'sına aynı anda hem sevgilim, hem dostum, hem kardeşim diye hitap etmemekte midir Ahmed Arif?

"Ben senin
Sevgilin, eşin, baban, ağabeyin, arkadaşınım.
Biri bitse biri kalır,
Seni hiç bırakmayacağım!"

Ve belki içki içmeyi öğrendiği Edip Cansever'e şiir yazmasını öğreten Cemal Süreya, sevmeyi de Ahmed Arif dostundan öğrenmiştir? Olamaz mı? Olabilir. Ne de olsa, eğer Ahmed Arif'ten bir şey öğrenilmek istenebilse idi, bu istek, şiir yazmaktan öte böylesine tutkulu bir biçimde sevmek üzerine olurdu. Kalın sağlıcakla...

"Elifle karı-koca olmanıza elbette çok sevindim ama sana da rahmet okumadım değil. İnsan iki satır yazıyla böyle bir olayı, eşe, dosta duyurmaz mı? Neyse bari bu kızcağızı hoş tut. Onunla çoluk çocuğa karışmanızı dilerim. Ama, şeytan kulağına kurşun, diğer karıların gibi bu kızı da heder edersen bu Sefer benden çekeceğin var!"