İnsan geçmişte kabullenemediği şeyleri şimdilerde kabullenir
oldu. İçimiz gitgide eskiyor işte; böyle böyle büyüyoruz.
Biz neden devamlı birine ihtiyaç duyuyoruz? Neden
yalnızlığımızla kalamıyoruz? Bu bizim belki de en zayıf noktamız Allah
tarafından verilen. Zamanın bize getirdiği bir özellik aslında bu sadece;
gitgide sahiplenilmek istiyor insan. Ah, telefonumuzun namaz saatinde bizi
uyarması gibi doğru olanda yanımızdayken uyarsa ya bizi "işte bu"
diye. Ama biz sahiplenilmek istedikçe insanlardan daha çok korkmaya başlıyoruz.
Sonra bir vadinin içinde buluyoruz kendimizi. Kuzuları
arıyoruz oysa ortalık sadece kurtlardan ibaret kalmış. Çünkü tüm kurtlar bir
olmuş kuzuları bir çırpıda bozguna uğratmış. Kalakalmışız bir başımıza yalnızlıkların
ortasında. Bu saatten sonra bize iki ihtimal kalıyor; ya kurtlara yem olacağız,
ya da o vadiden kaçacağız. Üçüncü bir ihtimal de var aslında insanın gururuna
dokunan; kurtlardan biri olmak.
Bir hüzün oturuverir ansızın birden içimize; nedenli yada
nedensiz... Şehrin kalabalıkları arasında yalnız kalmışızdır o zaman; her
yerden ardımıza bakmadan kaçmak isteriz bir çırpıda. Yağmur bizi ıslatmayı
bırakmış içimizi ıslatmaya başlamıştır. İşte o an insanlar ikiye ayrılır;
şehrin gök gürültüsünden yağmura kaçanlar ve şehrin gök gürültüsünden yağmura
tutulanlar...
Bizse hiç birinden olamadık. Kendimize aitleştirdiğimiz
köşelerden birine çekilip şehrin yağmurla savaşını izledik ellerimizde sıcacık
çaylarımızla... Yağmur bizi bizden öyle bir alıp götürdü ki nereye gittiğimizin
farkına bile varamadık. Ayağımızın dibindeki, içinde bulunduğumuz suyun
girdabını dahi çözmekten acizdik; yağmurdan mıydı dalgaların girdabı, suyun
çeşmesinden mi bir türlü çözemedik. O an kaybolmuştuk sanki bizi içine çeken o
girdabın içinde; evet bu şehir girdaptı ve biz içinde kaybolmuştuk kendi
halimizde...
Şehrin mavisini siyaha bırakmadan önceki son tonuydu
lacivert. İşte şehrin bu saatleri, şehrin içinden köşeye çekilip şehri izlemek
için Allah'ın bize hediyesiydi sanki. Bizde bu saatleri iki karışlık o odada,
iki sıcacık çay bardağına borçlu olduğumuz mutluluğumuzu, samimi sohbetimizle
taçlandırıyorduk şehri uzaktan izlerken, bu sırada yağmur dövüyordu penceremizi
tüm içtenliğiyle.
Orada kalabilirdik; hep orada kalabilirdik; sabaha kadar dört
bir yanımızı saran o pencerelerin kenarında oturup şehrin bütün kargaşasını,
yağmurlarıyla dövdüğü sokaklarını, karanlığını izleyebilirdik; rüzgar
pencerenin arasından sızarak odaya nefes aldırırken, bizim sohbetimize ortak
olmuşken, biz rüzgarla konuşan insanlar olmayı başarabilmişken. Her ne kadar
anlatamasak da üç nokta ile olan duygularımızı...
Nokta koymak aslında içimizde anlatamadığımız duygulardı, en
saf olanlarından, sadece üç nokta yan
yana geldiğinde anlatabiliyordu belki de tüm bu karmaşayı. Nokta çünkü her işin
başıydı; elif gibi. Elif ilk harfiydi alfabenin; elif bir demek, tek demek,
eliften gayrısı yok demek. Elif gibi sevmek gerek. Elif gibi sevilmeyi bilmek
gerek. Şöyle bir bakıldığında kalmamıştı sanki yeryüzünde elif gibi seven,
bundandır belki; elifim noktalandı.
İki bardak sıcak
çaydı bizi konuşturabilen, samimiyetimizi saflaştıran geceye karşı. Çay dedikçe
dururdu bizde akan tüm sular. Çünkü içemediğimiz çayın şiiridir yazdığımız,
içtiğimiz çay ise yazamadığımız şiirin tesellisidir bizim.Çay
anlatamadıklarımızı dökme halidir. Sonra sorduk anlatamadıklarımızı; önce
kalbimize sorduk, yok dedi; sonra mantığımıza sorduk, yok dedi; biz de
"Allah razı olsun" dedik; çayımıza devam ettik zira felsefemiz farklı
bizim; "biz bir çayı, bir de sevdiklerimizle arayı soğutmayız."
Belkide sonsuza kadar hayatımızı tek kelime ile sürdürebilirdik, çünkü başka
açıklaması yoktu ki biz gerçekten çaykoliktik.
Bilmez insanlar aslında; günün en güzel saatleriydi günün
geceye kavuştuğu an oysa. Bizde şanslı, sayılı insanlardık bu kavuşma sahnesini
izleyebilen. Üstelik bir de yağmur yağıyordu şimdi. Özel insanlar olduğumuzu
anlatıyordu gökyüzü bize bir kez daha. Bugünümüzü dünümüze değişen Rabbimize şükürler olsun. Günün en güzel saatleriydi bu saatler,
şehri bize bırakan saatleriydi. Yağmurdan kaçışan insanlar çoktan boşaltmıştı
sokakları ve artık tüm şehir bizimdi.
Not: Yağmur yağdığı günler aslında hayatın en güzel günleridir aynı zamanda eve tıkılmak için en yanlış günlerdir. Alın sevdiğiniz bir arkadaşınızı yanınıza bizim gibi yağmurun keyfini çıkarın. Yürüyün sokaklarda, yağmur eşlik etsin size usulca üçüncü tekil şahıs olsun muhabbetinize. Yorulduğunuzda bizim gibi çekilin bir köşeye ve sessizce izleyin yağmurun kaidesini.
Notun notu: Tüm bu yazılanlar çizilenler iki yüreğin birleşmesiyle ortaya çıkmıştır; tabi çayın hakkı inkar edilemez, inkar edilmesi teklif dahi edilemez. Duymasın, duyarsa çok üzülürüz. Tüm bu satırlar değerli dostum, çaydaşım "Büşra Adbay" gönlü ile birlikte yağmurlu bir günün akşamında oturduğumuz "Japon Parkı"nın bir numaralı odasında ortaya çıkan "çay muhabbetlerimizden birinde vuk'u bulmuştur. Sürç-ü lisan ettiysek affola. Muhabbetle dostlar; Allah demlikler dolusu çayı devirebileceğiniz muhabbetli insanlar nasip kılsın ömrünüze, sağlıcakla...