24 Şubat 2014 Pazartesi

Yağmurla Demlenen Kalabalık Çay

 
  
İnsan geçmişte kabullenemediği şeyleri şimdilerde kabullenir oldu. İçimiz gitgide eskiyor işte; böyle böyle büyüyoruz.
Biz neden devamlı birine ihtiyaç duyuyoruz? Neden yalnızlığımızla kalamıyoruz? Bu bizim belki de en zayıf noktamız Allah tarafından verilen. Zamanın bize getirdiği bir özellik aslında bu sadece; gitgide sahiplenilmek istiyor insan. Ah, telefonumuzun namaz saatinde bizi uyarması gibi doğru olanda yanımızdayken uyarsa ya bizi "işte bu" diye. Ama biz sahiplenilmek istedikçe insanlardan daha çok korkmaya başlıyoruz.
Sonra bir vadinin içinde buluyoruz kendimizi. Kuzuları arıyoruz oysa ortalık sadece kurtlardan ibaret kalmış. Çünkü tüm kurtlar bir olmuş kuzuları bir çırpıda bozguna uğratmış. Kalakalmışız bir başımıza yalnızlıkların ortasında. Bu saatten sonra bize iki ihtimal kalıyor; ya kurtlara yem olacağız, ya da o vadiden kaçacağız. Üçüncü bir ihtimal de var aslında insanın gururuna dokunan; kurtlardan biri olmak.
Bir hüzün oturuverir ansızın birden içimize; nedenli yada nedensiz... Şehrin kalabalıkları arasında yalnız kalmışızdır o zaman; her yerden ardımıza bakmadan kaçmak isteriz bir çırpıda. Yağmur bizi ıslatmayı bırakmış içimizi ıslatmaya başlamıştır. İşte o an insanlar ikiye ayrılır; şehrin gök gürültüsünden yağmura kaçanlar ve şehrin gök gürültüsünden yağmura tutulanlar...
Bizse hiç birinden olamadık. Kendimize aitleştirdiğimiz köşelerden birine çekilip şehrin yağmurla savaşını izledik ellerimizde sıcacık çaylarımızla... Yağmur bizi bizden öyle bir alıp götürdü ki nereye gittiğimizin farkına bile varamadık. Ayağımızın dibindeki, içinde bulunduğumuz suyun girdabını dahi çözmekten acizdik; yağmurdan mıydı dalgaların girdabı, suyun çeşmesinden mi bir türlü çözemedik. O an kaybolmuştuk sanki bizi içine çeken o girdabın içinde; evet bu şehir girdaptı ve biz içinde kaybolmuştuk kendi halimizde...
Şehrin mavisini siyaha bırakmadan önceki son tonuydu lacivert. İşte şehrin bu saatleri, şehrin içinden köşeye çekilip şehri izlemek için Allah'ın bize hediyesiydi sanki. Bizde bu saatleri iki karışlık o odada, iki sıcacık çay bardağına borçlu olduğumuz mutluluğumuzu, samimi sohbetimizle taçlandırıyorduk şehri uzaktan izlerken, bu sırada yağmur dövüyordu penceremizi tüm içtenliğiyle.
Orada kalabilirdik; hep orada kalabilirdik; sabaha kadar dört bir yanımızı saran o pencerelerin kenarında oturup şehrin bütün kargaşasını, yağmurlarıyla dövdüğü sokaklarını, karanlığını izleyebilirdik; rüzgar pencerenin arasından sızarak odaya nefes aldırırken, bizim sohbetimize ortak olmuşken, biz rüzgarla konuşan insanlar olmayı başarabilmişken. Her ne kadar anlatamasak da üç nokta ile olan duygularımızı...
Nokta koymak aslında içimizde anlatamadığımız duygulardı, en saf olanlarından,  sadece üç nokta yan yana geldiğinde anlatabiliyordu belki de tüm bu karmaşayı. Nokta çünkü her işin başıydı; elif gibi. Elif ilk harfiydi alfabenin; elif bir demek, tek demek, eliften gayrısı yok demek. Elif gibi sevmek gerek. Elif gibi sevilmeyi bilmek gerek. Şöyle bir bakıldığında kalmamıştı sanki yeryüzünde elif gibi seven, bundandır belki; elifim noktalandı.
 İki bardak sıcak çaydı bizi konuşturabilen, samimiyetimizi saflaştıran geceye karşı. Çay dedikçe dururdu bizde akan tüm sular. Çünkü içemediğimiz çayın şiiridir yazdığımız, içtiğimiz çay ise yazamadığımız şiirin tesellisidir bizim.Çay anlatamadıklarımızı dökme halidir. Sonra sorduk anlatamadıklarımızı; önce kalbimize sorduk, yok dedi; sonra mantığımıza sorduk, yok dedi; biz de "Allah razı olsun" dedik; çayımıza devam ettik zira felsefemiz farklı bizim; "biz bir çayı, bir de sevdiklerimizle arayı soğutmayız." Belkide sonsuza kadar hayatımızı tek kelime ile sürdürebilirdik, çünkü başka açıklaması yoktu ki biz gerçekten çaykoliktik.

Bilmez insanlar aslında; günün en güzel saatleriydi günün geceye kavuştuğu an oysa. Bizde şanslı, sayılı insanlardık bu kavuşma sahnesini izleyebilen. Üstelik bir de yağmur yağıyordu şimdi. Özel insanlar olduğumuzu anlatıyordu gökyüzü bize bir kez daha. Bugünümüzü dünümüze değişen Rabbimize şükürler olsun. Günün en güzel saatleriydi bu saatler, şehri bize bırakan saatleriydi. Yağmurdan kaçışan insanlar çoktan boşaltmıştı sokakları ve artık tüm şehir bizimdi.

Not: Yağmur yağdığı günler aslında hayatın en güzel günleridir aynı zamanda eve tıkılmak için en yanlış günlerdir. Alın sevdiğiniz bir arkadaşınızı yanınıza bizim gibi yağmurun keyfini çıkarın. Yürüyün sokaklarda, yağmur eşlik etsin size usulca üçüncü tekil şahıs olsun muhabbetinize. Yorulduğunuzda bizim gibi çekilin bir köşeye ve sessizce izleyin yağmurun kaidesini.
Notun notu: Tüm bu yazılanlar çizilenler iki yüreğin birleşmesiyle ortaya çıkmıştır; tabi çayın hakkı inkar edilemez, inkar edilmesi teklif dahi edilemez. Duymasın, duyarsa çok üzülürüz. Tüm bu satırlar değerli dostum, çaydaşım "Büşra Adbay" gönlü ile birlikte yağmurlu bir günün akşamında oturduğumuz "Japon Parkı"nın bir numaralı odasında ortaya çıkan "çay muhabbetlerimizden birinde vuk'u bulmuştur. Sürç-ü lisan ettiysek affola. Muhabbetle dostlar; Allah demlikler dolusu çayı devirebileceğiniz muhabbetli insanlar nasip kılsın ömrünüze, sağlıcakla...


Gökyüzünün Dibinde Denizin Mavisi


Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca;
Alt katında uyumayı bir ranzanın,
Üst katında çocukluğum...
Kağıttan gemiler yaptım kalbimden,
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
Limanı olanın aşkı olmaz ki efendim!
Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca,
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım.
Hayır.
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi efendim.
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı,
Tesbih tanelerim bitse göz yaşlarım...
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya;
Ben istemenin Allahını bilirim efendim.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca;
Balkona yorgun çamaşırlar asmayı,
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı,
Ben acılarımın başını
Evcimen telaşlarla okşadım efendim.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim efendim.
Uzaklara gittim;
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin.
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar efendim.
Süt içtim acım hafiflesin diye,
Çikolata yedim bir köşeye çekilip;
Zehrimi alsın diye.
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz,
Çok şey öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz.
Zehir aşkı bilir oysa efendim!
Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca,
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi,
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm,
Mavi bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Kimi gün öylesine yalnızdım,
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem...
Ki beyaz bir kadındır,
Onu şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz efendim.
Ondan ayrıldığım gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca;
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi efendim.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun efendim.
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım,
Kendimin ucunda;
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.
Siz aşkı ne bilirsiniz efendim?

Aşkı aşk bilir yalnız!