22 Haziran 2013 Cumartesi

Üç Kutu Yarabandı

İçemediğimiz çayın şiiridir yazdığımız. İçtiğimiz çay ise yazamadığımız şiirin tesellisidir.
Bırak gitsin… Onlarsız da yapabilirsin. Bir kahve koyarsın güneşin batmasına yakın kendine, ya da güzel bir çay demlersin. Okumayı bıraktığın bir kitap tutuşturursun eline. Bir dize dolandırırsın diline. Belki bir şiir ezberlersin. Bırak giden şiir olsun gitsin; sen yalnız da güzelsin.
Sen denizsin;  bira şişeleri âşık sana, sarhoşlar âşık, sevgililer âşık, yalnızlar âşık, herkes âşık sana. Ve sen hepsini kucaklayabilecek kadar büyüksün deniz. Dünyaya sığamıyorum, sana sığabilirim, sığınabilirim. Akıntıya kapılıp bilmediğim yerlere sürüklenebilirim kanımdaki bin bir nevî kimyasalla. Her şeyi bir halisünasyonmuş gibi yaşayıp her halüsinasyonu gerçekmiş gibi sevebilirim. Tek başına yeryüzünde dolaşan bir insanım, aslında bütün insanoğluyum ben; yalnız, amaçsız ve ürkek.
Denize atlamak işten değil. Umutsuzluk; ne bir eksik, ne bir fazla. Çırılçıplak dikiliyor karşımda, davetkâr. Şemsiyelerini zor taşıyan ince bilekli kadınlar kaldırımlara namlarını yazıyorlar. Uzaktan bakılıyorlar uzaktan bakanlar tarafından. Gagasında sevincini taşıyor bir kırlangıç, gagasından sevincini düşürüyor kırlangıç. Mutsuzluk; ne bir eksik, ne bir fazla. Kemanın biri ağlıyor ahşap pencereli bir dairede; başını virtüözünün omzuna yaslamış, hıçkırıyor: "sol diyez, fa, mi..." bina ağlıyor sanki. Çünkü binadaki herkes ağlayacak bir şeyler arıyor.
Ah ne kolay ağlayacak bir şeyler bulmak! Binadaki herkes ağlayacak bir şeyler buluyor. Mesela yalnızlık; ne bir eksik, ne bir fazla. Tanrısına küsen bir peygamberin yalnızlığı var üstümde. Kesiklerle dolu sağım solum, yaram berem içimde kalbim. 
Gözleri görmeyen bir kadın bağırarak geçiyor penceremin dibinden, yazmanın beni iyileştiremeyeceğini anlatmak istercesine:
"Üç kutu yarabandı 1 liraa!
Üç kutu yarabandı bir liraa!
Üüüç kutu yarabandı 1 lira!"
Sen hiç yalnızlıktan ölen birisini gördün mü? Göremezsin. Yalnızlık ölümcül değildir çünkü. Yalnızlığı dayanılmaz ve çekilmez kılan da budur zaten. Sigara tiryakisi olup da sigara içememek gibi. Sen hiç sigarasızlıktan ölen birisini gördün mü? Göremezsin..
Aç parantez, kapa parantez.
Söyleyemediğin cümleleri tıkıştır araya. Çiçekler kırmızı değil artık, artık kapı yok, pencere yok. Salıncaklar boş, atlar ölü, tanrı küs. Ve tütün külü kokan boş bir otobüs, bütün şehri alıp gider. Bütün şehir dalıp gider. İşi gücü bırakır bütün şehir, düşünmek yapar, ağlamak yapar, muhakkak yakar binalarını bütün şehir dalıp giderayak. Tüm halklar kınar beni sonra, bir tek ben beni ben kılar.
Şehir başını alıp gider uzaklara. Bütün şehir dalıp giderken uzaklara, bir taşın üstüne oturur bir adam küçük bir sopayla toprağı kurcalar ağlayarak. Hayat parantezin içindekilerden ibaret. Bir sürü sıfır işte, hayatlarımız gibi. Hiçliğin ortak noktasındayız. Bir intihar mektubunun satır aralarında. Sakat kalmış bir sokak köpeği gibi. Tir tir titriyoruz kaldırımlarda. Kimse gelmiyor. Kimse gelmiyor.. Kimse gelmiyor...
Bir tek ben seviyorum beni sanki tanrı bile sevmiyor. Ve ben bazen kendimi hiç sevmiyorum.  Belki uyanmam diye uyuyorum sırf. Bazı cümleleri "sırf" ile bitirecek kadar tükenmişim, annem de farkında. Herkes gidecek bir yerler buluyor, ama kimse gelmiyor. Sanki herkes bir gün bir bir gidecek, bir ben kalacakmışım gibi geliyor.
Aydınlatması iyi yapılmamış bir yolda gece vakti trafiğe çıkarsın hani, yola düşen elektrik direği gölgeleriyle çukurlar birbirlerine çok benzer ve hangisinin gölge hangisinin çukur olduğunu anlayamazsın ya... "Gölgedir la" diyip kendimi frenlemediğim her karaltı çukur çıkıyor, tökezliyorum. Paldır küldürüm. Sonra bir gün her şey değişiyor ve sen kendinle kalıyorsun. Hiç tanımadığın kendinle. Aynada gördüğün yüzün ne olduğunu, kime ait olduğunu sen bile bilemiyorsun.
İçimdekileri yazsam roman çıkar herhal. Öyle ya insan göreceli bir varlık.
Hayat sağlıklı yaşamak için çabalamaya değmeyecek kadar kısa. Bir gün yola atlarsınız aniden, dalgınsınızdır veya müzik dinliyorsunuzdur, arabanın teki gelip önce kafanıza çarpar 70 kilometrelik bir hızla, ardından sizi altına alır ve bacaklarınızın-kollarınızın üstünden geçer tonlarca ağırlığıyla. Plakası düşer arabanın. Yol kenarında, “ah” edecek, Kelime-i Şahadet getirecek dermanın kalırsa eğer ölüm de güzel şeydir...
Soğuktur ölüm; insanın içini dağlar. Soğuk bir yangındır; cayır cayır yanarken üşüdüğümüz...
Ağlamak isteyip ağlayamamak, bağırmak isteyip bağıramamak...
Hayatımız geçiyor. Geçerken her durakta ve dönemeçte bıraktıklarımız oluyor. Kimileri kendi istekleriyle kalıyor oralarda, kimilerini kader alıyor bizden, kimilerini ise Hak Teâlâ ayırıyor. Böylece büyüyoruz.
Evet büyüyoruz. Bunları yaşarken fark etmeden büyüyoruz. Canlarımız acıyor ama dayanıyoruz. Çünkü ne olursa olsun hayatımız devam etmekle mükellef. Biz istesekte istemesekte gidenlerle kalamıyoruz olduğumuz yerde.
Ne diyor şair: "bilirim ölenlerle ölünmüyor ama kalanlarla da yaşanmıyor."
Nitekim öyle. Ölenler; ölülerimiz bizden giderken yanlarında götürdüklerini bile soramadığımız ölülerimiz. Ölüm anidir, bilmeden gelir. Soğuktur ölüm; yakışmaz kimseciklere. Bazen de biz konduramayız.
Ölüm Allah'ın emri. Öyle buyruluyor ki: ""De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir." (EN'AM/162) Bize düşen elbet kabullenmek. Zira O'ndan gelen kabulümüzdür elbet.
Ama ölüm yine de acıdır, üzücüdür; soğuk bir yangındır. Cayır cayır yanarken üşüdüğümüz... Bir de beklenmeyendense gelen haber işte o zaman bir boşluk ki büyür içimizde. İsyan değil Yarabbi, bu sana isyan değil ama insan dediğin varlık anlamıyor işte.
Suyun altında nefes almaya çalışırsan mesela, yaşamak gibi; yine görünmüşse camdan yapılmış bir şişenin dibi, ne dili kalır aşkın ne de matemi... İçindekiyle dışındaki birbiriyle örtüşmezken, birbirine âşık iki insan konuşamazken, bulutsuz bir gökyüzünde hiçbir yıldız gözükmezken mesela; nefesi daralır bir şairin. Kendisi olur önce, sonra sen olur, o olur, bir başkası olur; sırayla herkes olur kendisini bulmak için. Bana biraz umut verin, gerisini ben hallederim.
Vakit çürütüyorum. İşsize iş vermiyor hiç bir patron. Yaprak dolması gibi hissediyorum kendimi. Sarılıp sarmalanıp tutsak edilmiş tüm pirinçlerim. Hayatıma limon sıkılmış gibi. Ev terliklerini içselleştiriyorum sık sık. Artık evde çay istediğimde çok kızıyor annem. Çok konuşunca da çok kızıyor annem. Oturmadığımda da kızıyor annem. Ev terlikleri...
Vakit çürütüyorum. Koydum çay tabağına şekeri, üstüne de sıcacık çay dolu bardağımı... Radyoda bir şarkı çıkıyor, çok sevip seninle beraber dinlediğimizi hayal ediyorum. Tam o an realist bir el çekiyor kulaklarımı, parmakları da buz gibi. Oysa sürrealizm ne güzel, sıcacık. Bütün siyah atların ismi Siyah İnci mesela. Bütün beyaz atlar Düldül. Bütün Japonlar profesör bizce, bütün komşu kadınlar Songül... Sonra mesela bilyeler. Sonra tasolar. Sonra yine terlikler. Ama annemi seviyorum. Bilmiyorum, böyle bir şeyler işte.
Vakit çürütüyorum... Ölümü bir anlık olmaktan çıkartıp bütün hayatıma yaymışım, sürekli ölüyorum.
Mis...
Ama ölüm bile üzerinden zaman geçince eskir. Geçmeyecek diye yanıp tutuştuğunuz acılar eskir, aşklar eskir, gidenler eskir, dönenler eskir. Benden bu kadar, Allah herkesin gönlüne göre versin. Yarınki Beraat Kandilinizi şimdiden kutlarım. Haydiyin sağlıcakla.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder