19 Haziran 2013 Çarşamba

"Ne Okuyorum?"dan Şehrin Aynaları

Mayıs'ta okumayı planlamışım fakat 5 gün önce elime alabilmişim. Hızıma hayran kalmamak gerçekten zor dimi? Dün gece bitirdim kitabı ve sanırım bu kadar beklemesinde bir hayır olduğunu düşünmeye başladım.
Elif Şafak'ın kitabı olduğu için kesinlikle +1 ile başladım kitabın ilk sayfalarına. Alonso Perez, Andres, İsabel kim derken içimden, karakterlere de ısındım. Kendilerinden bahsederken takındıkları açıksözlü tavır hoşuma gitti. Herkes nerde hata yaptığının farkındaydı ama düzeltmeye ya gerek yoktu; ya da şartlar oluşmamıştı... İsimlerine alışmayı deneyip başaramadıktan, hepsine kendimce Türkçe isimler verip öyle okumaya çalışıp yine başaramadıktan sonra koyverdim kitabın gidişatına kendimi.
1500'lü yıllarda Madrid'te geçen bir öyküye koyverdim düşüncelerimi. Engizisyon hâkimiyle içindeki sesin konuşmalarına kulak kabarttım ve kendilerini tebrik edişlerine bende kadeh kaldırarak eşlik ettim. İsabel'in durgunluğuna,işlediği günahın altında ezilmesine,çocuğuna karşı hissettiği ama gösteremediği anneliğine tanıklık yaptım.Zavallı Andres; annesi ve babası tarafından eksik bırakılan duygusal yanının komşusu Elena tarafından doldurulmaya çalışılacağını;bunun herkesin hayatını mahvedeceğini nereden bilebilirdi...Zavallı çocuk...
Peki ya o Miguel'e ne demeli? Andres'in amcası olan yakışıklı delikanlının en büyük becerisi sefahat âlemlerine dalıp sabahlara kadar içmek, ayık olduğu zamanlarda da kendisine kahretmek. Kitap boyunca kıvırcık, gür, kuzguni siyah saçlarına ellerimi dokundurmak istesemde bunun onun en büyük kozu olduğunu hatırlayıp her seferinde vazgeçtim. Abisi Antonio(yani benim zavallı Andres'imin babası) hekimliğinin zirvesindedir, Felsefe kürsüsünün başkanlığına adaydır, karısı İsabelle arasında aşılmaz dağlar vardır ve oğluyla ilgilenecek ufacık bir zamanı bile yoktur.
Bütün bu kişilere ilave olarak Yaşlı adındaki bilgin Müslüman kadın, bir haham, bir şeyh, şeyhin yüzünün yarısı yanmış kızı Zülfe, dallarını sokağa sarkıtmış bir armut ağacı ve aynalar şehri İstanbul eşlik etti kitap boyunca bana...Hikaye kahramanlarının birbirleriyle olan ilişkilerini, olayların nasıl geliştiğini anlatırsam zaten kitabı okumuş gibi olursunuz,o zaman kitabı okumak istemezsiniz.Bu da her ne kadar çok sevdiklerim arasında olmayacak olsa da bu kitaptaki kelimelerin dansını kaçırmanız anlamına gelir ki ben bunu da istemem. :)

Benim kanaatimce, Elif Şafak okumaya "Siyah Süt" ile başlayıp "Aşk" ile devam edenlerdenseniz ve başka kitabını okumadıysanız şimdilik bu kitaba pek alıcı gözle bakmayın, eminim sizi sıkacaktır. Yok ben o bölümü atladım ve "Mahrem"i de sevdim diyorsanız o zaman elinizin altında bulunsun ama sonunun biraz karışık hatta bulanık olduğunu aklınızdan çıkmasın. Eğer benim gibi Elif Şafak külliyatı her şekilde okunacak diyorsanız zaten sıra bir şekilde bu kitaba gelecektir ve siz kitabın sonuna takılmayıp içindeki sözlerin sihrine, cümlelerin birbiriyle dans edişine ve heccavın yıldız olmuş harflerine (kitaptaki en etkileyici bölümlerden biriydi bence heccavın hikâyesi) kapılıp gideceksiniz.

İşte Heccavın yıldızlarından benim payıma düşenler:
***Aynalar şehrine geldim çünkü benden evvel yazılmış bir hikâyenin içindeyim. Aynalar şehrindeyim çünkü kim olduğumun peşindeyim. (syf.5)
***Geldiğimden beri yağmur yağıyor şehirde. Bense, ne zaman güneşin sarısını özlesem, niçin buraya geldiğimi hatırlatıyorum kendime."Aynalar şehrine geldim çünkü benim hikayemin önünü,benden evvel kaleme alınmış bir başka hikaye tıkıyor.Aynalar şehrindeyim çünkü bir kez şu bendi yıkabilsem sular çağlayacak,deli deli akacak;hissediyorum.Aynalar şehrindeyim çünkü ben bir korkağım;ve ne olduğunu bilen her korkak gibi,bu sırrı kendime saklıyorum." (syf.7)
***Gayet iyi biliyordu ki, hüzün denilen şey tıpkı siyah, dalgalı saçlarının arasına nasılsa yerleşivermiş beyaz bir saç teline benziyordu. Hüzün, koparıldıkça çoğalıyor, çoğaldıkça arsızlaşıyordu. (syf.26)
***Anlayamıyordu. Anlamaktan korkuyordu. Bir zamanlar tepeden tırnağa tutku, tepeden tırnağa aşk ve tepeden tırnağa ona ait olan bir kadının şimdi nasıl bu kadar uzak, bu kadar soğuk ve ulaşılmaz olabildiğini anlayamıyordu. Sevdiğinin aniden bir yabancıya dönüşmesini içine sindiremiyordu.(syf.46)
***İnsan bazen bir haritaya ihtiyaç duyar. Hiç gitmediği ya da hep gittiği yerin haritasına değil; bir daha asla gidemeyeceği bir yerin haritasına. Geçmişi bir rüya olmaktan çıkartıp oranın hep var olduğuna ve geleceği ümitsizlikten kurtarıp oranın hep öyle kalacağına inandıracak bir haritaya. İnsan bazen sevgilisinin haritasını çıkarmaya ihtiyaç duyar. Terk edilmenin acısını unutturup, acısını çoğaltacak bir haritaya.(syf.47)

***Yaşlı'ya ihtiyacım var. Söylesene Antonio, birine ihtiyaç duymanın ne demek olduğunu biliyor musun? Antonio Pereira yıkılmış görünüyordu."Nasıl istersen." dedi kısık bir sesle."Yarın, onu alması için birini göndereceğim."
"Lütfen bunu yapma." dedi İsabel." Sen sadece haber gönder. O istediği yoldan, istediği zaman gelir." (syf.73)
***Ölümü anlamak çok daha kolaydı. Ölmüş bir baba zaten yok demekti. Oysa hayatta olan bir babanın yokluğunu içine sindirebilmesi bir hayli zordu.(syf.75)
***Çemberde bir son ya da başlangıç tayin etmek ise mümkün değildi. Kan, çemberin yarısında peyderpey kirleniyor, öteki yarısında ise kademe kademe temizlenerek arınıyordu. Hal böyle olunca da, pislik ve temizlik, parça ve bütün, çirkinlik ve güzellik aynı çemberi tamamlıyordu.(syf.127)
***Bilmemek, kendi gölgenden korkmana sebep olur; bilmekse başkalarının gölgesinden. Biri içerden kuşatır seni, öteki dışardan. Korktuğun zaman bil ki korkuda cesaret de, aynı çemberin parçalarıdır. Bil ki çember senin içindedir. Demek ki,korkak olduğun kadar cesur olabilirsin.Ne kadar derine düşersen düş,bir o kadar yükseğe çıkabilirsin.Korkuya tosladığında,felakete uğradığında,çukura düştüğünde tek yapman gereken çemberde geri geri yürümektir;ta ki zıt parçaya ulaşana dek. (syf.128)
***Bir insana sırrınızı verdiğinizde, özgürlüğünüzü veririsiniz. (syf.147)
***Kendini keşfedebilmenin bedeli değildir delirmek, delirebilmenin bedelidir kendini keşfetmek. (syf.155)
***Ne var ki kaçmak, varmaktan da gitmekten de faklıydı. Gitmek başı sonu olmayan,menzili meçhul bir seyrüsefer,varmaksa güzegahı önceden çizilmiş,hedefi malum bir tırmanıştı.Gitmekte aslolan dere tepe taban tepip durmaksızın hareket ederek rüzgarı hissetmek;varmakta aslolansa,o tepeye ulaştıktan sonra durup rüzgarı elde etmekti.Kaçmaya gelince o bambaşkaydı.Kaçmak sürekli hareket halinde olmasıyla gitmeyi ve gizliden gizliye barındırdığı bir başka,öte mekan arzusuyla da varmayı çağrıştırıyordu.Velhasıl kaçmak,hem gitmeye hem de varmaya, ne gitmeye ne de varmaya benziyordu.(syf.157)
***Ne kadar uzaklık yeterince uzaktı ki? (syf.163)
***An kopukluktu, zaman süreklilik. Zaman nizamdı, an düzensizlik.Akıl zamanın ellerinde yeşerirdi;sezgiyse anın.şeytan anın efendisiydi,Tanrıysa zamanın. (syf.206)
***Her zaman olduğu gibi, her ikisi de, konuşulmaması gerekeni konuşmak yerine konuşulması gerekeni konuşmamayı yeğlediler. (syf.213)
***Tanımadığım daha kaç kişi var içimde yaşayan? (syf.224)

***"Ne kadar yaşarsam acaba yaşamış olurum acaba?" diye sormuş kendine. Cevabını bulamamış. (syf.229)
***Fakat sevgili ustam, bence mutsuzlardan değil, hala mutlu kalanlardan şüphe duymak gerekir. (syf.261)

***Kapatılmışsınız ama yalnız değilsiniz. Açık sokaklarda yürüyüp de tutsak olan niceleri var. (syf.263)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder