23 Haziran 2013 Pazar

"Ne Okuyorum?"dan Milena'ya Mektuplar

 
 Milena çok mu güzeldi? Hayır değildi. Ama Kafka onu sevmişti. Kafka onu görmeden sevmişti. Bir insan bir insanı satırlarda sevebilir mi?
Günümüzde işlevselliğini iyice kaybetse bile mektuplar, iletişimin vazgeçilmez unsurlarındandır. Hele içeriğinde kötü ve olumsuz haberler yoksa,  aşk sözleri ve özel duygular ifade ediliyorsa. Adı üzerinde " Milena'ya Mektuplar". Sanki Nazım’ın kadınlarına yazdığı mektupları çağrıştırıyor.
Bu sefer biraz fazla görsel ögeli bir tanıtım yapacağım sizlere ama. Baştan söylüyorum.
Çek asıllı aslında, ama Alman Edebiyatı'nın usta yazarlarından kabul edilen (Almancayı daha çok benimsediği için.) Franz Kafka'nın, eserlerini Çek diline çeviren, güzel Milena Jesenka'ya duygularını ifade ettiği mektuplardan oluşuyor kitap. Fakat okurken insana çok tad vermiyor, neden mi?
Milena'nın, Kafka'ya yazdığı cevapların akıbeti belli değil. Kitabın sonunda, Milena'nın, Kafka'nın arkadaşı Max Brod'a yazmış olduğu mektuplar var sadece. Bu nedenle bu fırtınalı aşk öyküsünün bir yanı yarım gibi geldi bana, gerçi o dönemlerde olağanüstü olan bu aşk öyküsü, şimdiki zamanda çok yüzeysel görülebilir ve basit gelebilir.
1920 yılında tanışmışlar, Milena evli ve evliliğin kutsallığına inanıyor. Kafka ise 3. kez nişanlanmış ve evliliğe sıcak bakmıyor. Evlilikten kaçışına sebep olarak hastalığını gösteriyor, çünkü verem hastası. Babası, Çek asıllı sonradan zengin olmuş bir tüccar, annesi ise Alman asıllı varlıklı bir yahudi, Prag doğumlu, Prag Üniversitesinde Hukuk öğrenimi yapmış. Alman okullarında okumuş, aynen diğer kız kardeşleri gibi.
Milena ise Viyana'da yaşıyor, 5 yıl boyu süren mektuplaşmalarına rağmen, sadece 3 kez yüz yüze görüşebiliyorlar. Milena'da aynı şekilde verem hastası, mektuplarda ortak konu, karşılıklı sağlık durumları, havadan sudan konuşmalar. Yani dertleşiyorlar, bazı bazı kapris yapıp küsüyor Kafka, hemen her gün, bazen günde birkaç kez mektup gönderiyor. (Postacılar epeyce yorulmuştur, üstelik o devirde) Ama her ikisi de birlikte olmamak için çaba gösteriyorlar sanki hem birbirleri için vazgeçilmezler hem de çekingen davranıyorlar.
Hani, Âşık Veysel demiş ya:
"Kız oğlanı sever, oğlan kızı. Kavuşamazlarsa aşk olur." İşte böyle bir aşk.
Seveni, sevileni, hasreti, gurbeti, varsıllığı, savaş döneminde ise yoksulluğu ve ölümü barındırıyor. Kolay okunabilir bir kitap, özellikle kişilik analizleri açısından yararlı olabilir... Öneririm.
KİTAPTAN ALINTILAR:
*Ateşten örülmüş uzun alevlerdir sevgilim, dolaşır yeryüzünü sarar beni. Ama sandıklarını değil, görmesini bilenleri sürükler ardından.
*Mavimtırak kımıldayan bir nesnesin, hortlak gibi bir şey! Sen de kollarını açıyorsun, ama gerinmek için değil bu, bir çeşit kutsallık var bu kolların açılışında. Birden akşam olmuş ve sen yanımdasın... Sokakta, kaldırımın üstündesin. Benim bir ayağım kaldırımda, bir yağım yerde, elini tutuyorum. Hızlı hızlı, kısa kısa cümlelerle bir konuşmadır başlıyor aramızda. Bu konuşma hiç kesilmiyor, uyanıncaya kadar.
*Karşılıklı kapıları olan bir odayız sanki ellerimiz kapı tokmaklarında, birinin bir göz kırpışı diğerini kaçırmaya yetiyor, hele bir söz edecek olsa, öteki kapısını kapamış, gözden yok olmuştur, biliyorum. Açacak kapıyı yine elbet, bu öyle bir oda ki, bırakılamaz belki de. Biri ötekine benzemese bu kadar, rahat olsa, ötekine bakmıyormuş gibi davransa... Odayı düzene sokacak yavaş yavaş, herhangi bir odaymış gibi, ama hayır, o da kendi kapısının önünde öteki gibi davranıyor. Kimi zaman ikisi de kapının ardına kaçmışlar ve bu güzel oda bomboş kalıyor.  
*Bütün evliliklerin yalnızlıktan kurtulmak için yapıldığına inanamıyorum. Daha kutsal nedenleri vardır; yanılmıyorsam, "o Melek" de benim gibi düşünüyor. Evlenmenin nedeni yalnızlıktan kurtulmaksa ne elde edilir? Yalnızlığı yalnızlıkla birleştirmekten bir yuva kurulamaz. Birinin yalnızlığı ötekine yansır, karanlık gecelerde bile. Hele yalnızlığı silah gibi kullanmak daha da kötüdür.
*Ama üzüntü demek; gece gündüz, uykuda olsun, uyanık olsun, vücuduna saplanmış bir oku taşımak demek. Çekilir şey değil bu.
*İnsan kötü uyuyunca ne sorduğunu bilmeden soruyor. Sürekli sormak istiyor, uyuyamamak demek, soru sormak demek, zaten cevabı bulsa insan, uyuyabilecek.
*Aslında seviyor olduğum sen değilsin, daha fazlası, senin aracılığınla bana hediye edilen varlığım.
*Olmamasına razıyım. Oluyormuş gibi olmasın yeter Milena!
*‘Ya hep ya hiç.’ sözü ne kadar büyük bir söz. Sen de ya benimsin ya değilsin. Benimsen eğer hiç mesele yok her şey yolunda demektir. Ama benim değilsen hiçbir şey yok demektir. Farkındayım bir insana böylesine bağlanmak bayağılığın da ötesi bir şey. İşte bu yüzden aklıma bu düşünce geldiğinde durmadan bir korku çöküyor yüreğime.
*Ne durumda olduğumu kimseye anlatamam, sen de anlayamazsın, kendim bile anlayamıyorum, nasıl başkalarına anlatabilirim? O kadar da önemli değil bu, önemli olan şu: insanca yaşanamaz çevremde, bunun böyle olduğunu sen de biliyorsun, biliyorsun da inanmak istemiyorsun gene.
*Yorgunum. Tek istediğim, yüzümü kucağına koymak. Başımın üzerinde dolaşan elini hissetmek ve sonsuza dek öyle kalmak.
*Kesin olan az şey var, asla birlikte yaşayamayacak olmamızda bunlardan biri, aynı evde, beden bedene, aynı masada, aynı şehirde bile olamayacağız.
*Bu son mektubum artık postaya uğramama gerek kalmadı. Ayrılmadığımız için vedalaşmıyorum Milena. Toprak beni içine çekerse o başka. Ama bunu başaramayacak çünkü sen varsın…
*Artık önemsiz geliyor bu yazışmalar; önemsiz de. En iyisi bir trene atlayıp Viyana’ya gitmek ve seni almak; yaparım da belki, istemediğini bildiğim halde. Yapılacak iki şey var, biri ötekinden daha güzel: Ya Prag’a gelirsin ya da Libesic’e gidersin.
*Çok sert iki cümle var bugünkü mektubunda. “Sen gelmezsin elbet çünkü sen gelmeyi, sana gerektiği zamana bırakırsın!” diyorsun birincisinde. Gerçek payı yok değil bunda ama yüzde yüz doğru değil; ikinci tümce şu: “Hoşça kal, Franku!” diyor, şunu ekliyorsun: “Uydurma telgrafı çekmenin anlamı kalmadı artık, çekmeyeceğim.” Gene de çektin o telgrafı, neden? “Hoş kal Franku!” demen kadar yersiz bir şey olamaz! Bu iki tümceyi geri alabilir misin Milena? Birinci tümcenin yarısına göz yumayım, ama ikincisini istemiyorum, olduğu gibi al onu.

*Hikâye bize ait. Tıpkı bizim ona ait olduğumuz gibi. Nir defasında bir köstebek bulmuştum ve onu şerbeti otu bahçesine götürmüştüm. Onu yere bıraktığımda birden çıldırmış gibi toprağın altına girdi, suya dalarcasına gözden yitti. Bu hikâyeden böyle kaçmak gerek işte.

22 Haziran 2013 Cumartesi

Üç Kutu Yarabandı

İçemediğimiz çayın şiiridir yazdığımız. İçtiğimiz çay ise yazamadığımız şiirin tesellisidir.
Bırak gitsin… Onlarsız da yapabilirsin. Bir kahve koyarsın güneşin batmasına yakın kendine, ya da güzel bir çay demlersin. Okumayı bıraktığın bir kitap tutuşturursun eline. Bir dize dolandırırsın diline. Belki bir şiir ezberlersin. Bırak giden şiir olsun gitsin; sen yalnız da güzelsin.
Sen denizsin;  bira şişeleri âşık sana, sarhoşlar âşık, sevgililer âşık, yalnızlar âşık, herkes âşık sana. Ve sen hepsini kucaklayabilecek kadar büyüksün deniz. Dünyaya sığamıyorum, sana sığabilirim, sığınabilirim. Akıntıya kapılıp bilmediğim yerlere sürüklenebilirim kanımdaki bin bir nevî kimyasalla. Her şeyi bir halisünasyonmuş gibi yaşayıp her halüsinasyonu gerçekmiş gibi sevebilirim. Tek başına yeryüzünde dolaşan bir insanım, aslında bütün insanoğluyum ben; yalnız, amaçsız ve ürkek.
Denize atlamak işten değil. Umutsuzluk; ne bir eksik, ne bir fazla. Çırılçıplak dikiliyor karşımda, davetkâr. Şemsiyelerini zor taşıyan ince bilekli kadınlar kaldırımlara namlarını yazıyorlar. Uzaktan bakılıyorlar uzaktan bakanlar tarafından. Gagasında sevincini taşıyor bir kırlangıç, gagasından sevincini düşürüyor kırlangıç. Mutsuzluk; ne bir eksik, ne bir fazla. Kemanın biri ağlıyor ahşap pencereli bir dairede; başını virtüözünün omzuna yaslamış, hıçkırıyor: "sol diyez, fa, mi..." bina ağlıyor sanki. Çünkü binadaki herkes ağlayacak bir şeyler arıyor.
Ah ne kolay ağlayacak bir şeyler bulmak! Binadaki herkes ağlayacak bir şeyler buluyor. Mesela yalnızlık; ne bir eksik, ne bir fazla. Tanrısına küsen bir peygamberin yalnızlığı var üstümde. Kesiklerle dolu sağım solum, yaram berem içimde kalbim. 
Gözleri görmeyen bir kadın bağırarak geçiyor penceremin dibinden, yazmanın beni iyileştiremeyeceğini anlatmak istercesine:
"Üç kutu yarabandı 1 liraa!
Üç kutu yarabandı bir liraa!
Üüüç kutu yarabandı 1 lira!"
Sen hiç yalnızlıktan ölen birisini gördün mü? Göremezsin. Yalnızlık ölümcül değildir çünkü. Yalnızlığı dayanılmaz ve çekilmez kılan da budur zaten. Sigara tiryakisi olup da sigara içememek gibi. Sen hiç sigarasızlıktan ölen birisini gördün mü? Göremezsin..
Aç parantez, kapa parantez.
Söyleyemediğin cümleleri tıkıştır araya. Çiçekler kırmızı değil artık, artık kapı yok, pencere yok. Salıncaklar boş, atlar ölü, tanrı küs. Ve tütün külü kokan boş bir otobüs, bütün şehri alıp gider. Bütün şehir dalıp gider. İşi gücü bırakır bütün şehir, düşünmek yapar, ağlamak yapar, muhakkak yakar binalarını bütün şehir dalıp giderayak. Tüm halklar kınar beni sonra, bir tek ben beni ben kılar.
Şehir başını alıp gider uzaklara. Bütün şehir dalıp giderken uzaklara, bir taşın üstüne oturur bir adam küçük bir sopayla toprağı kurcalar ağlayarak. Hayat parantezin içindekilerden ibaret. Bir sürü sıfır işte, hayatlarımız gibi. Hiçliğin ortak noktasındayız. Bir intihar mektubunun satır aralarında. Sakat kalmış bir sokak köpeği gibi. Tir tir titriyoruz kaldırımlarda. Kimse gelmiyor. Kimse gelmiyor.. Kimse gelmiyor...
Bir tek ben seviyorum beni sanki tanrı bile sevmiyor. Ve ben bazen kendimi hiç sevmiyorum.  Belki uyanmam diye uyuyorum sırf. Bazı cümleleri "sırf" ile bitirecek kadar tükenmişim, annem de farkında. Herkes gidecek bir yerler buluyor, ama kimse gelmiyor. Sanki herkes bir gün bir bir gidecek, bir ben kalacakmışım gibi geliyor.
Aydınlatması iyi yapılmamış bir yolda gece vakti trafiğe çıkarsın hani, yola düşen elektrik direği gölgeleriyle çukurlar birbirlerine çok benzer ve hangisinin gölge hangisinin çukur olduğunu anlayamazsın ya... "Gölgedir la" diyip kendimi frenlemediğim her karaltı çukur çıkıyor, tökezliyorum. Paldır küldürüm. Sonra bir gün her şey değişiyor ve sen kendinle kalıyorsun. Hiç tanımadığın kendinle. Aynada gördüğün yüzün ne olduğunu, kime ait olduğunu sen bile bilemiyorsun.
İçimdekileri yazsam roman çıkar herhal. Öyle ya insan göreceli bir varlık.
Hayat sağlıklı yaşamak için çabalamaya değmeyecek kadar kısa. Bir gün yola atlarsınız aniden, dalgınsınızdır veya müzik dinliyorsunuzdur, arabanın teki gelip önce kafanıza çarpar 70 kilometrelik bir hızla, ardından sizi altına alır ve bacaklarınızın-kollarınızın üstünden geçer tonlarca ağırlığıyla. Plakası düşer arabanın. Yol kenarında, “ah” edecek, Kelime-i Şahadet getirecek dermanın kalırsa eğer ölüm de güzel şeydir...
Soğuktur ölüm; insanın içini dağlar. Soğuk bir yangındır; cayır cayır yanarken üşüdüğümüz...
Ağlamak isteyip ağlayamamak, bağırmak isteyip bağıramamak...
Hayatımız geçiyor. Geçerken her durakta ve dönemeçte bıraktıklarımız oluyor. Kimileri kendi istekleriyle kalıyor oralarda, kimilerini kader alıyor bizden, kimilerini ise Hak Teâlâ ayırıyor. Böylece büyüyoruz.
Evet büyüyoruz. Bunları yaşarken fark etmeden büyüyoruz. Canlarımız acıyor ama dayanıyoruz. Çünkü ne olursa olsun hayatımız devam etmekle mükellef. Biz istesekte istemesekte gidenlerle kalamıyoruz olduğumuz yerde.
Ne diyor şair: "bilirim ölenlerle ölünmüyor ama kalanlarla da yaşanmıyor."
Nitekim öyle. Ölenler; ölülerimiz bizden giderken yanlarında götürdüklerini bile soramadığımız ölülerimiz. Ölüm anidir, bilmeden gelir. Soğuktur ölüm; yakışmaz kimseciklere. Bazen de biz konduramayız.
Ölüm Allah'ın emri. Öyle buyruluyor ki: ""De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir." (EN'AM/162) Bize düşen elbet kabullenmek. Zira O'ndan gelen kabulümüzdür elbet.
Ama ölüm yine de acıdır, üzücüdür; soğuk bir yangındır. Cayır cayır yanarken üşüdüğümüz... Bir de beklenmeyendense gelen haber işte o zaman bir boşluk ki büyür içimizde. İsyan değil Yarabbi, bu sana isyan değil ama insan dediğin varlık anlamıyor işte.
Suyun altında nefes almaya çalışırsan mesela, yaşamak gibi; yine görünmüşse camdan yapılmış bir şişenin dibi, ne dili kalır aşkın ne de matemi... İçindekiyle dışındaki birbiriyle örtüşmezken, birbirine âşık iki insan konuşamazken, bulutsuz bir gökyüzünde hiçbir yıldız gözükmezken mesela; nefesi daralır bir şairin. Kendisi olur önce, sonra sen olur, o olur, bir başkası olur; sırayla herkes olur kendisini bulmak için. Bana biraz umut verin, gerisini ben hallederim.
Vakit çürütüyorum. İşsize iş vermiyor hiç bir patron. Yaprak dolması gibi hissediyorum kendimi. Sarılıp sarmalanıp tutsak edilmiş tüm pirinçlerim. Hayatıma limon sıkılmış gibi. Ev terliklerini içselleştiriyorum sık sık. Artık evde çay istediğimde çok kızıyor annem. Çok konuşunca da çok kızıyor annem. Oturmadığımda da kızıyor annem. Ev terlikleri...
Vakit çürütüyorum. Koydum çay tabağına şekeri, üstüne de sıcacık çay dolu bardağımı... Radyoda bir şarkı çıkıyor, çok sevip seninle beraber dinlediğimizi hayal ediyorum. Tam o an realist bir el çekiyor kulaklarımı, parmakları da buz gibi. Oysa sürrealizm ne güzel, sıcacık. Bütün siyah atların ismi Siyah İnci mesela. Bütün beyaz atlar Düldül. Bütün Japonlar profesör bizce, bütün komşu kadınlar Songül... Sonra mesela bilyeler. Sonra tasolar. Sonra yine terlikler. Ama annemi seviyorum. Bilmiyorum, böyle bir şeyler işte.
Vakit çürütüyorum... Ölümü bir anlık olmaktan çıkartıp bütün hayatıma yaymışım, sürekli ölüyorum.
Mis...
Ama ölüm bile üzerinden zaman geçince eskir. Geçmeyecek diye yanıp tutuştuğunuz acılar eskir, aşklar eskir, gidenler eskir, dönenler eskir. Benden bu kadar, Allah herkesin gönlüne göre versin. Yarınki Beraat Kandilinizi şimdiden kutlarım. Haydiyin sağlıcakla.


19 Haziran 2013 Çarşamba

"Ne Okuyorum?"dan Şehrin Aynaları

Mayıs'ta okumayı planlamışım fakat 5 gün önce elime alabilmişim. Hızıma hayran kalmamak gerçekten zor dimi? Dün gece bitirdim kitabı ve sanırım bu kadar beklemesinde bir hayır olduğunu düşünmeye başladım.
Elif Şafak'ın kitabı olduğu için kesinlikle +1 ile başladım kitabın ilk sayfalarına. Alonso Perez, Andres, İsabel kim derken içimden, karakterlere de ısındım. Kendilerinden bahsederken takındıkları açıksözlü tavır hoşuma gitti. Herkes nerde hata yaptığının farkındaydı ama düzeltmeye ya gerek yoktu; ya da şartlar oluşmamıştı... İsimlerine alışmayı deneyip başaramadıktan, hepsine kendimce Türkçe isimler verip öyle okumaya çalışıp yine başaramadıktan sonra koyverdim kitabın gidişatına kendimi.
1500'lü yıllarda Madrid'te geçen bir öyküye koyverdim düşüncelerimi. Engizisyon hâkimiyle içindeki sesin konuşmalarına kulak kabarttım ve kendilerini tebrik edişlerine bende kadeh kaldırarak eşlik ettim. İsabel'in durgunluğuna,işlediği günahın altında ezilmesine,çocuğuna karşı hissettiği ama gösteremediği anneliğine tanıklık yaptım.Zavallı Andres; annesi ve babası tarafından eksik bırakılan duygusal yanının komşusu Elena tarafından doldurulmaya çalışılacağını;bunun herkesin hayatını mahvedeceğini nereden bilebilirdi...Zavallı çocuk...
Peki ya o Miguel'e ne demeli? Andres'in amcası olan yakışıklı delikanlının en büyük becerisi sefahat âlemlerine dalıp sabahlara kadar içmek, ayık olduğu zamanlarda da kendisine kahretmek. Kitap boyunca kıvırcık, gür, kuzguni siyah saçlarına ellerimi dokundurmak istesemde bunun onun en büyük kozu olduğunu hatırlayıp her seferinde vazgeçtim. Abisi Antonio(yani benim zavallı Andres'imin babası) hekimliğinin zirvesindedir, Felsefe kürsüsünün başkanlığına adaydır, karısı İsabelle arasında aşılmaz dağlar vardır ve oğluyla ilgilenecek ufacık bir zamanı bile yoktur.
Bütün bu kişilere ilave olarak Yaşlı adındaki bilgin Müslüman kadın, bir haham, bir şeyh, şeyhin yüzünün yarısı yanmış kızı Zülfe, dallarını sokağa sarkıtmış bir armut ağacı ve aynalar şehri İstanbul eşlik etti kitap boyunca bana...Hikaye kahramanlarının birbirleriyle olan ilişkilerini, olayların nasıl geliştiğini anlatırsam zaten kitabı okumuş gibi olursunuz,o zaman kitabı okumak istemezsiniz.Bu da her ne kadar çok sevdiklerim arasında olmayacak olsa da bu kitaptaki kelimelerin dansını kaçırmanız anlamına gelir ki ben bunu da istemem. :)

Benim kanaatimce, Elif Şafak okumaya "Siyah Süt" ile başlayıp "Aşk" ile devam edenlerdenseniz ve başka kitabını okumadıysanız şimdilik bu kitaba pek alıcı gözle bakmayın, eminim sizi sıkacaktır. Yok ben o bölümü atladım ve "Mahrem"i de sevdim diyorsanız o zaman elinizin altında bulunsun ama sonunun biraz karışık hatta bulanık olduğunu aklınızdan çıkmasın. Eğer benim gibi Elif Şafak külliyatı her şekilde okunacak diyorsanız zaten sıra bir şekilde bu kitaba gelecektir ve siz kitabın sonuna takılmayıp içindeki sözlerin sihrine, cümlelerin birbiriyle dans edişine ve heccavın yıldız olmuş harflerine (kitaptaki en etkileyici bölümlerden biriydi bence heccavın hikâyesi) kapılıp gideceksiniz.

İşte Heccavın yıldızlarından benim payıma düşenler:
***Aynalar şehrine geldim çünkü benden evvel yazılmış bir hikâyenin içindeyim. Aynalar şehrindeyim çünkü kim olduğumun peşindeyim. (syf.5)
***Geldiğimden beri yağmur yağıyor şehirde. Bense, ne zaman güneşin sarısını özlesem, niçin buraya geldiğimi hatırlatıyorum kendime."Aynalar şehrine geldim çünkü benim hikayemin önünü,benden evvel kaleme alınmış bir başka hikaye tıkıyor.Aynalar şehrindeyim çünkü bir kez şu bendi yıkabilsem sular çağlayacak,deli deli akacak;hissediyorum.Aynalar şehrindeyim çünkü ben bir korkağım;ve ne olduğunu bilen her korkak gibi,bu sırrı kendime saklıyorum." (syf.7)
***Gayet iyi biliyordu ki, hüzün denilen şey tıpkı siyah, dalgalı saçlarının arasına nasılsa yerleşivermiş beyaz bir saç teline benziyordu. Hüzün, koparıldıkça çoğalıyor, çoğaldıkça arsızlaşıyordu. (syf.26)
***Anlayamıyordu. Anlamaktan korkuyordu. Bir zamanlar tepeden tırnağa tutku, tepeden tırnağa aşk ve tepeden tırnağa ona ait olan bir kadının şimdi nasıl bu kadar uzak, bu kadar soğuk ve ulaşılmaz olabildiğini anlayamıyordu. Sevdiğinin aniden bir yabancıya dönüşmesini içine sindiremiyordu.(syf.46)
***İnsan bazen bir haritaya ihtiyaç duyar. Hiç gitmediği ya da hep gittiği yerin haritasına değil; bir daha asla gidemeyeceği bir yerin haritasına. Geçmişi bir rüya olmaktan çıkartıp oranın hep var olduğuna ve geleceği ümitsizlikten kurtarıp oranın hep öyle kalacağına inandıracak bir haritaya. İnsan bazen sevgilisinin haritasını çıkarmaya ihtiyaç duyar. Terk edilmenin acısını unutturup, acısını çoğaltacak bir haritaya.(syf.47)

***Yaşlı'ya ihtiyacım var. Söylesene Antonio, birine ihtiyaç duymanın ne demek olduğunu biliyor musun? Antonio Pereira yıkılmış görünüyordu."Nasıl istersen." dedi kısık bir sesle."Yarın, onu alması için birini göndereceğim."
"Lütfen bunu yapma." dedi İsabel." Sen sadece haber gönder. O istediği yoldan, istediği zaman gelir." (syf.73)
***Ölümü anlamak çok daha kolaydı. Ölmüş bir baba zaten yok demekti. Oysa hayatta olan bir babanın yokluğunu içine sindirebilmesi bir hayli zordu.(syf.75)
***Çemberde bir son ya da başlangıç tayin etmek ise mümkün değildi. Kan, çemberin yarısında peyderpey kirleniyor, öteki yarısında ise kademe kademe temizlenerek arınıyordu. Hal böyle olunca da, pislik ve temizlik, parça ve bütün, çirkinlik ve güzellik aynı çemberi tamamlıyordu.(syf.127)
***Bilmemek, kendi gölgenden korkmana sebep olur; bilmekse başkalarının gölgesinden. Biri içerden kuşatır seni, öteki dışardan. Korktuğun zaman bil ki korkuda cesaret de, aynı çemberin parçalarıdır. Bil ki çember senin içindedir. Demek ki,korkak olduğun kadar cesur olabilirsin.Ne kadar derine düşersen düş,bir o kadar yükseğe çıkabilirsin.Korkuya tosladığında,felakete uğradığında,çukura düştüğünde tek yapman gereken çemberde geri geri yürümektir;ta ki zıt parçaya ulaşana dek. (syf.128)
***Bir insana sırrınızı verdiğinizde, özgürlüğünüzü veririsiniz. (syf.147)
***Kendini keşfedebilmenin bedeli değildir delirmek, delirebilmenin bedelidir kendini keşfetmek. (syf.155)
***Ne var ki kaçmak, varmaktan da gitmekten de faklıydı. Gitmek başı sonu olmayan,menzili meçhul bir seyrüsefer,varmaksa güzegahı önceden çizilmiş,hedefi malum bir tırmanıştı.Gitmekte aslolan dere tepe taban tepip durmaksızın hareket ederek rüzgarı hissetmek;varmakta aslolansa,o tepeye ulaştıktan sonra durup rüzgarı elde etmekti.Kaçmaya gelince o bambaşkaydı.Kaçmak sürekli hareket halinde olmasıyla gitmeyi ve gizliden gizliye barındırdığı bir başka,öte mekan arzusuyla da varmayı çağrıştırıyordu.Velhasıl kaçmak,hem gitmeye hem de varmaya, ne gitmeye ne de varmaya benziyordu.(syf.157)
***Ne kadar uzaklık yeterince uzaktı ki? (syf.163)
***An kopukluktu, zaman süreklilik. Zaman nizamdı, an düzensizlik.Akıl zamanın ellerinde yeşerirdi;sezgiyse anın.şeytan anın efendisiydi,Tanrıysa zamanın. (syf.206)
***Her zaman olduğu gibi, her ikisi de, konuşulmaması gerekeni konuşmak yerine konuşulması gerekeni konuşmamayı yeğlediler. (syf.213)
***Tanımadığım daha kaç kişi var içimde yaşayan? (syf.224)

***"Ne kadar yaşarsam acaba yaşamış olurum acaba?" diye sormuş kendine. Cevabını bulamamış. (syf.229)
***Fakat sevgili ustam, bence mutsuzlardan değil, hala mutlu kalanlardan şüphe duymak gerekir. (syf.261)

***Kapatılmışsınız ama yalnız değilsiniz. Açık sokaklarda yürüyüp de tutsak olan niceleri var. (syf.263)

17 Haziran 2013 Pazartesi

Miyelinli Aksonlar

Seyahat yalnızlığın harcı, çoğulluktan kaçış, tekilliğe sığınış. Söylenen her söze inat, suskun kalınan her geceye bir yenisini ekleyerek yaşamak. Hiçbir düşünceye kapılmadan öylece yürümek ve yolların sonunun geleceğini bilmemek insanı mutlu eder mi?
Kelimelerimin kanatları kırık, ne kadar uğraşsam da yüksekten uçamazlar. Fakat biliyorum ki sen hayallerinle onların kanatları olacaksın. Sandın ki sen, ben seni hiç sevmiyorum. Oysa sen benim uykusuz gecelerimin anlamıydın, dile gelmeyen yanımın saflığıydın, benim parçalarımı toplayandın.
Öyle bir an olur ki.
Bütün bir hayatını, saniyeler içinde, film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirirsin. Yaşanmış güzel hatıraların üzerinden çok zaman geçse de unutulmaz olduğunu bilirsin. Hatta unutulmadığı gibi gün geçtikçe izleri derinleşir, efsaneleşir. İnsanlar, eşyalar, şehirler, renkler, kokular. Hepsinin ayrı bir yeri vardır zihinlerimizde ve her biri ayrı bir hikâyeye taşır.
Kokular hatıralarımızın da kahramanıdır. Hatıraların kokusu bize insan olduğumuzu hissettirir. Bir kişiye aitse eğer hafızada kalan, onun yokluğunda can acıtan, burun direğini sızlatan şeydir... O kokuyu duymak onun yakınlarda bir yerlerde olduğunu hissettirir, sanki ''buradaymış'' gibi düşünmeye sebep olup aklınıza oyun oynar, tehlikelidir... Acıtır...
Yıkıntılardan yeniden inşa etmeye çalıştığın dünyanda, gözün takılır farkında olmadan yosun tutmuş taşlara. Her ne kadar unuttum dese de dilin, beynini resetleyemediğin için silinemeyen bir virüs gibi çıkagelir önüne. Lakin yara, müzmin bir kabuk bağlamıştır kadife teninde. Eskisi kadar acıtmaz canını. Buğulu cama bir yürek çizersin ve şöyle dersin; ihanet kasırgasında rotasız ne ilk, nede son gemisin sen.
Şükürler olsun ki hayal edebiliyor ve hatırlıyoruz.
Hani gözlerinizi kapatırsınız ve şuan içinde bulunduğunuz dünyadan çok çok uzaklara gidersiniz. Aklınıza takılan her şeyi; sıkıntıları, kırgınlıkları, sorunları unutuverirsiniz. Gözlerinizi kapadığınızda önünüzde bambaşka bir dünya açılır. Sanki elinizde bir fırça vardır ve binbir çeşit boya ile şekillendirirsiniz. Ağaçlar çizersiniz, gözünüzün gördüğü son noktaya kadar uzanan dağlar, yanıbaşınızdan akan bir dere ve gülümseyerek içinizi ısıtan bir güneş. Hepsi sizin elinizdeki fırça ile şekillenir. Çizdiğiniz tablonun orta yerine kendinizi koyarsınız. Gözlerinizi kapadığınızda unutursunuz her şeyi ve sadece hayalleriniz kalır. Çünkü gözlerinizi kapadığınızda Hayal Dünyası’na adım atarsınız.
İnsanlara bişey anlatmaya çalışmak, buğulu cama yazı yazmaya benziyor. Binbir özenle yazıyorsun, gün gibi görünüyor derdin, yazdıkların; ama silinip gidiyor işte. Köleler efendilerinden nefret etmektense özgür ruhlu kölelerden nefret etmeyi tercih ederler. Böylesi onlara daha kolay gelir. Ki efendilerinin gözüne gelme çabaları da vardır bununla. Konu bu olunca öyle kolay birleşirler ki şaşarsın.
Üç sütun üstüne kapkara haykıran putonlarla yalnız neslin haberleri yapılıyor; öyle büyümüş ki içimizdeki yalnızlık, sevilmeyi beklerken beklemeyi sevmişiz.

Nöronlar uyanacak da, beyni uyaracak da selebral kortexin frantal lobundaki miyelin kaplı aksonlar kalbe ulaşacak da sevmek zor iş. Çay var mı çay?

7 Haziran 2013 Cuma

Seyduna İle Şahrud


Bildiğim ve sevdiğim en eski masaldır bu. Kuşaklardır dolaşır. Varlığına, gerçekliğine gün gibi inandığım, inancımı hâlâ gün gibi canlı tutan tek masaldır, herkese heyecanla anlattığım. "Aşkı anlat" denildiğinde en kısa haliyle tanımladığım ilk dinlediğim masaldır bu. İlklerde hep bunu anlatırım. Yitik öyküdür... Sağlıcakla dostlar...

"Tarihten iki ayrı coğrafyaya damlayan, iki ayrı yürekte durmadan kanayan;
Seyduna’yla Şahrud…

Yüreklerin akarken bıraktığı izi birbirlerinin gözlerinde aradılar.
Yoktu.
İki iklim farkıydılar.
Ne zaman göz göze değseler;  yangın çıkmayacak denli uzaktılar.
Yalnızca aynaların dökülen sırrına yansırdı; üçüncü bir kente düşmüş suretleri.

Şahrud gökyüzü geliniydi; yüzüne bulut inse dolardı masal gözleri.
Bir solukluk rüzgarda bile, usul usul kanardı gelincik bedeni.

Seyduna yeryüzü cehennemi; ölüm, çağrılı uçurumlarda sınardı sevdasını.
Yalnız ufuk çizgisinde buluşurlardı, onu da güneş günde iki kez ateşe verirdi.

İki iklim ayrıldılar.
“Ya Şahrud!” dedi Seyduna
“Gözlerime mermi diye sevdanı sürdüm.Ardına bakma, gözyaşımla vurulursun.
Su gibi git.”

Şahrud’un yüzüne keder mayın gibi durdu. Ve zaman gözlerinin su yeşilinde kuruldu.
Hüzün bir Buda heykeli gibi çırılçıplak, yüzlerine oturdu.

Rivayet odur ki,
Şahrud vardığı denizlerde hala, Seyduna türküleriyle uyanmakta.
Seyduna, Şahrud’un gözlerinden kalan, masalla yaşlanmakta."

Issız Adam

 

Bu sefer de sizlere kısacık bir öykü anlatacağım. Şimdi gidin elinize sıcak bir bardak çay alın; demli ve tavşan kanı olsun. Sonra hafif bir müzik açın; gürültüsüz sakin, hatta sözsüz belkide. Ve okumaya başlayın:

Kelimeler dökülmüyor kağıda. Kalemin ucunda duruyor mürekkep, damlamıyor bir türlü kağıda konu bu aşkı anlatmak olunca. Bir kapıdan geçiyor sözcükler ve bir yudum alıyorsunuz çayınızdan saymaya başlamadan başlıyorsunuz öyküye ve birer birer diziliyor satırlar önünüze; Ah şahrud yaşamaktır aşk !

Kocaman bir yüreği vardı. Ve herkese yetecek kadar sevgisi... Kendi halinde yaşayan sorumluluklarını bilen biriydi. İnsanları gereği gibi çok severdi, bir de kitapları. Çok yakışıklı değildi; aham şaham bir görüntüsü de yoktu zati. Ama herkes ona hayran dururdu. Her gönüle kolayca düşüverirdi aşkı. Eski İstanbul Beyefendilerindendi; bir cebinde mendili ve tarağı, diğerinde köstekli saati ve tırnak makası... Şu nesli şimdilerde tükenmekte olanlarından hani. Kol saati takardı ve hiç çıkarmazdı ama buna karşın köstekli saati bir sır gibi hep cebinde taşırdı. Gençti. Yaşına oranla ince düşüncelere sahipti. rüzgârla konuşabilen bir adamdı. 
Hayatını, yaşamını kimse tam olarak bilmezdi. Sırdı sanki her şeyi. Yalnızdı; yaşadığı kalabalıklar arasında yapayalnız... Ama yalnızlığını severdi. Bir de çayı severdi kitapları gibi. Çayı çok severdi, çok çay içerdi. Herkesin örnek alabileceği gibi bir karaktere sahipti. Yaşından kat be kat olgun kocaman bir yüreği vardı. Gönlü güzeldi o da her şeye yeterdi. O gönülün içinde saklananları bilinmezdi; hiç de bilinemedi.. Hem çok yakın hem çok uzaktı. Kişisine göre muameleyi iyi bilirdi. İnandıklarını söylemekten hiç vazgeçmedi. Düşündüklerini aktarmayı severdi. Bir de ona mavi çok yakışırdı.
Sonra bir gün bir kız onu sevdi. Herkes gibi sevmedi; bambaşka, kocaman sevdi. Herkesin imreneceği, şaşacağı kadar çok sevdi. Öyle ki tozlu yıllardan, eski raflardan, geçmiş gitmiş şarkılardan, hatıralardan bir tek o kaldı ona. Ama adam hiç bilmedi. Kız yıllarca onu bekledi, uzaktan izledi saçlarını, gülüşünü ve ellerini... İçinde büyüttü sevgisini. Kocaman bir yürek etti; ama adam hiç bilmedi.
Kız da çirkin değildi. Güzel alışkanlıkları vardı. Herkes onu severdi. Yaşından olgun düşüncelere sahipti. Kocaman değildi yüreği ama o adamı kocaman sevdi. Kitaplardaki insanları sokaklardakilerden çok severdi. Dünyadan ziyade kafasının içinde doğru bildiklerini yaşardı. Yalnızdı. Kalabalıkların içinde yapayalnız... Nesneleri severdi; asla gitmeyeceklerine inanırdı çünki. Bir de çayı severdi; her şeyden çok severdi, çok fazla çay içerdi.. Herkesin hayatında varlığı belirli bir yere sahipti; ilginç alışkanlıkları ve inanışları vardı. Sevginin dillendikçe azaldığına inanırdı bu yüzden kimseyle paylaşmadı sevdasını hep küçücük yüreğinde sakladı.
Aslında adamda kıza hayrandı. Belki her şey bambaşka olurdu onlar için; başka bir zamanda başka bir mekanda karşılaşmış olsalardı. Kadın adamın ellerine hayrandı; adam elleriyle yaptıklarını izleyen gözlerine. Adamın sıcacıktı elleri kendi gibi, yüreği gibi; kadının kış gibiydi elleri gözleri gibi...
Kadın içinde sakladı sevgisini kimsecikler bilmedi. Bir tek rüzgârla paylaştı derdini; sevdiği adamın rüzgârla konuştuğunu bilirdi. Zaten ömrü boyunca hep rüzgârla konuşan bir adam hayal etmişti. Bu yüzden kimseyi de sevmemişti onun gibi. Rüzgârı beklediği için özellikle geceleri severdi. Az uyurdu, çok beklerdi geceleri. Geceler yüreğin vatanı...
Yüreğinden taştı dilsiz sevdası; iki damla gözyaşı oldu kimi zaman satırlara aktı. Ama hep içinde kaldı ne satırlarını okuyabildi biri, ne de sesini duyabildi. Hiç yokken umudu bekledi sevdiğini, imkansızdı bildi; bildi imkansızı bekledi.
Birbirlerini bilseydiler çok sevebilirlerdi. Güzel bir hayat kurup mutlu mesut ölebilirlerdi. Çok mutlu olabilirlerdi. Aynı yapıya sahiplerdi. Herkes de onları çok yakıştırırdı. Öyle söylerlerdi. Aynıydı alışkanlıkları. Ve başka gönüllerde birbirlerine yazık ederlerdi. Çünkü ikisinden başka hiç kimse onları anlamazdı, anlayamazdı. Zaman gelir birbirlerinden habersiz aynı anda aynı şarkıları dinler, aynı kitabı okur, aynı çayı içerlerdi. Aynı şarkıları sevebilen insanlar birbirlerini de sevebilirdi. 
Kimbilir belki adamda kadını sevmişti.. İkisi de bunu hiç bilmedi. Kadın bir ömrü göze aldı bu uğurda; yüreğine kilitledi sevdasını ve kimseye söylemedi, eğer söyleseydi onu alırlardı bilirdi. Onda olmayan onu, ondan alırlardı, bilirdi... Oğlunu hayal ederdi; bir gün sahip olursa sevdiği adamla aynı adı taşıyacak olan oğlunu... Adam sessizdi, adam kendi içinde yaşardı her şeyi. Ve adam kızı sevdi... Hiç kimseyi sevmediği kadar çok sevdi; bu bilindi. Çok çok değer verdi. Ama kadının onu sevdiği gibi mi; kimse bilmedi, bilemedi.
Kimbilir belki bu sevda Leyla'dan Mevla'ya taşıdı ikisini; sıkıldıklarında hep aynı ayette dinginleştirildi gönülleri: "Ümitsizliğe kapılanlardan olma!" Ama sustukları için kimse hiç bir şeyi bilmedi, bilemedi. Sustuklarında konuştular kimse duymadı, gözleriyle anlattılar kimse görmedi, yürekleriyle anlaştılar kimse anlamadı.. Umut olmasına vardı, sonsuzluk düzine olacak kadar umut vardı avuçlarında; ama birbirleri için değildi sanki. Hep öyle bildi, öyle sandı ikisi. Olsun, istisna bir yara gibi kaldılar yüreklerinde; hayra yorulan düşleri oldular birbirlerinin...
Kocaman güldüler birbirlerine; önce hiç ayrılmayacak gibi, sonra da hiç kavuşamayacak gibi. Sonra kadın uzaklara gitti, adam hep uzaklara baktı geceleri. "Aşk böyledir" dedi kimileri; kadın gider, adam susar ve aşk biterdi...

"Ne Okuyorum?"dan Yeni Hayat

 
Daha önce size Orhan Pamuk’u başka bir kitabı ile tanıtmıştım zaten. Şimdi o yüzden direk bodoslama kitaptan giriyorum:
“Kitabı okumuşsun dedi. Ne buldun onda? Yeni bir hayat. İnanıyor musun buna? İnanıyorum.”
Yeni Hayat, Orhan Pamuk, İletişim Yayınları, 20. Baskı, 1994
2011 yılından beri kütüphanemde duran Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat'ına sonunda elimi uzattım, yıllardan beri bir türlü yeniden okuyamadığım bu kitabı okumayı başardım!
Yeni bir hayat mümkün müdür? Yeni bir yaşam? Yeni bir dünya? Bu kavramlar, konular insanlığın başlangıcından beri her zaman bir çok bilge, düşünür, yazar ve filozofun dikkatini çekmişlerdir.
Yahudi-hristiyan eskatolojisinde (eskatoloji: eskatologya, sonbilim, mebhasi ahiret: insanın ve dünyanın sonunu inceleyen tanrıbilim, teoloji, dinbilim dalı) yeni yaşam, yeni dünya terimleri ile tanrısal krallık altında, ölüm veya dirilişten sonraki bir varolma konumu kastedilir. Ancak, bu yeni yaşamda, islamın mitolojik cennetindeki gibi ceylan gözlü huriler, hurlar, bilezikli gılmanlar, yeşil yastıklar, şarap ve bal ırmakları yoktur. Eskatolojik yeni yaşam teokratik bir süreç olup bunun Mesih yönetiminde bir milenyum boyunca yeryüzünde egemen olacağı öngörülür.
Pamuk’un “Yeni Hayat'ında ise, bu dünyada salt kendileri için gerçek ve geçerli olan kendi yeni yaşamlarını inşa etmeye, örmeye, çalışanların başlarından geçen olağanüstü olaylar süreci kurgulanmaktadır.
Kitabı bitirdim. Olaylar ve kahramanlar içiçe geçmiş. Anlamak için biraz kafa yordum, hatta geri dönüp okuduğum bölümler oldu. Hayal ile gerçek olaylar arasında gidip gelen bir kişinin öyküsü. Bir üniversite öğrencisi. Okuduğu kitaptan etkilenip yola çıkan bir gencin öyküsü ve yolculuk sırasında yaşadıkları, eski sevgili, kaybolan kız, gencin aşkla tanışması... Olaylar ve kişiler, bir labirentin içinde gibi hissediyor insan kendini... Biraz sıkıldım okurken. Yazarın diğer kitaplarındaki anlaşılmazlık burada da mevcut. Ama edebi yönden güzel bir örnek, öneririm.
Orhan Pamuk ve Yeni Hayat kitabını duymayan kalmamıştır artık. "Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti." sözü slogan gibi dilimize yerleşmiştir. Ben de ilk yazılarımın birinde bu sözü bir kitap tanıtımı için başlık olarak kullanmıştım. Köşe yazılarına, haberlere ve konuşmalara en çok konu olan kitabıdır. İlk kitaplarından ve postmodernizmin ülkemizde ilk örneklerinden biri olduğu için, yazarın tarzını henüz bilmeyenler tarafından çok ağır eleştiriler almıştır, en çok satan kitaplar arasında olmasına rağmen. Ben 90'lı yıllarda hatırlıyorum, Orhan Pamuk kitabı satın almak, okumak ve okuduğunu anlamak bir prestij sağlıyordu insanlara. Okumaya yeni başlayan ve prestij kazanmak isteyen çaylak okuyuculardan bu kitapla ilgili birçok eleştiri duymuştum . "Okudum, ama hiçbir şey anlamadım, anlayanın alnını karışlarım..."vb. Ben de basıldıktan 17 yıl sonra okudum, belki o önyargıyla olacak, çok beğendiğimi söyleyemem. Ama şimdi okusam zevk alacağım ve daha iyi anlayacağım ve de buraya daha değişik bir görüş yazacağım kesin. O yüzden yeniden okuma kararı aldım gitti.
Dante’nin “Yeni Hayat”ı gibi Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat”ı da yazarın kendi özyaşam öyküsü gibi. Romandan çok masalımsı bir öyküyü andırıyor. Ama biz yine de roman diyelim.
Roman, başkahraman birinci tekil şahısın ağzından anlatılıyor. Romanı anlatan başkahraman, veya kısaca anlatıcı, (narrateur, story-teller) Orhan Pamuk ile bir çok yönden örtüşüyor. Yine de başkahraman anlatıcı ile yazarı tamamen özdeşleştirmek amacında olmadığımı belirtmek isterim.
Teknik Üniversitede mimarlık okuyan, isminin Orhan, Osman veya Kenan... [Çünkü romanın başkahramanı, anlatıcısı, sevgilisi Canan ile isimlerinin uyaklı olduğunu belirtir: Örneğin, Orhan – Canan gibi. Bu bakımdan romanda açıkça isimlendirilmeyen başkahramanın isminin büyük olasılıkla Orhan olması gerek. Orhan isminin ibranice benzer seseli “Ornan”dır. Ornan, Aranuah (sağlam olan) isminden gelir. (Tevrat, I. Tarihler 21:15) ]... olabileceğini tahmin ettiğimiz anlatıcı günün birinde rastlantı sonucu -ki aslında bunun bir çeşit tezgah olduğunu çok sonra öğrenecektir- bir kitap okumaya başlar, ve, ondan sonra olanlar olur: Tüm yaşamı değişir. Ancak, bu değişimin neden olduğu, nasıl olduğu ve ne olduğu romanda açık seçik belirtilmez. Bu bir sırdır.
Başkahraman anlatıcımız, o sihirli kitabı okuduktan sonra, “yabancı bir ülkenin tehlikeli sokaklarına çıkar gibi” yirmi iki yıldır yaşadığı mahallesinin sokaklarına çıktığında, hem büyük bir öfke, hem büyük bir sevinç duyacaktır: Bugüne kadar hep kandırılmıştır. Oysa, bu ülkenin çocuğu değildir o. Herşey değişmiştir. Bu topraklar “yabancı bir ülke”dir. O, bambaşka dünyaların, hayatların insanıdır. Anlatıcı, sırrını ve ruhunu açacağı kişileri de “kitaptaki dünyada yaşayan gölgeler arasından” seçmeye karar verir.. Eski dünya bir süprüntüden farksızdır.
Doğduğu günden beri kendisini bu ülkede yaşayanlardan biri zanneden anlatıcı, yeni “bir hayatı, bir yüzü, bir hikayesi olduğunu tuhaf bir şekilde hissederek” farklı bir kimliğe kavuşmuştur. O artık gücü damarlarındaki soylu kanda olanlardan veya ne mutlu falancaya diye haykıranlardan biri değildir. Tapınmak için ayak teri ve kokusu sinmiş halılarda yuvarlanmasına, takla atmasına da gerek yoktur.
Anlatıcı “nereden geldiğini bilmeden, nerede olduğunu bilmeden, nereye gittiğini bilmeden” hiç durmadan sürecek yolculuklara çıktığı takdirde, kitaptaki o büyülü, ışıklı dünyaya ulaşacağına inanmaktadır. Üç ay sürecek kaza, tehlike ve olaylarla dolu uzun yolculuğunda birbirine benzeyen, camili, Atatürk büstlü, beyaz eşya bayili bir sürü sıkıcı kent, kasaba ve köyden geçen anlatıcı, “kendine benzeyen ötekileri” de sürekli araştırmaktadır.
Bu kendine “benzeyen ötekiler”den “melek” olarak tanımladığı Canan... (Canan isminin seçilmesinin pek rastlantısal olduğunu sanmıyorum. İlginçtir ki, ingilizcedeki “Canaan” özel isminin türkçe karşılığı “Kenan”dır. “Kenan Ülkesi” Tevrat’a özgü bir deyim olup Allah tarafından İbrahim peygamberin soyuna verileceği vadedilen ülke, arzı mevut, cennet anlamına gelir. Günümüzde, Kenan Ülkesi bugünkü İsrail ve Filistin devletinin bulunduğu topraklardır.) ... ve tıp okuyan Mehmet ile tanışır. Mimarlık öğrencisi Mehmet de yepyeni biri olmak için tüm geçmişini terk etmesi gerektiğini anlamış, tüm zamanını kitaba, kitaptaki yaşama adamış biridir. Mehmet, bir misyoner gibi, bu kitabı kahvelerde, otobüs duraklarında, sinema kapılarında, vapur iskelelerinde dağıtır.
Kopyaları elden ele dolaşan bu kitabı okuyan “ruh kardeşleri”nden bazıları sapıtır, kimi yemeden içmeden kesilir, beriki canına kıymayı düşünür, kimisi kötü ruhların saldırısından korunmak amacıyla –Omen filmindeki papazın İncil’in sayfalarıyla odasını kapladığı gibi- “Yeni Hayat” kitabın sayfalarıyla tüm odasının duvar ve camlarını kaplar.
Kitaptan “fışkıran ışığı” aldıktan sonra “eski hayatı”nı tümden kafasından atan anlatıcı, kendisini “o ışıktan ülkede gezinirken” bulur. Pamuk, bu temayı da muhtemelen Dostoyevski’den almış olsa gerek. Çünkü, “ışık ülkesi” temasını ilk Dostoyevski’de görüyoruz. Yaşamının son yıllarında ezilen insanlara yardım etmek için “düşünce ve ışık ülkesi”ne giden yolu aramaktan ilk Dostoyevski söz etmiştir.
Buna ek olarak, anlatıcının yüzünün kitaptan çıkan ışıkla aydınlanması bizi ibrani mitolojisindeki eski bir öyküye kadar götürür: Dinsel bir kitap olmanın da ötesinde bir tarih ve destan olan Tevrat’a göre, Allah ile yüz yüze konuştuktan ve On Emir’i içeren taş tabletleri aldıktan sonra Musa Sina dağından iner. Ancak, tanrısal ışıktan dolayı Musa’nın yüzü parıl parıl parlamaktadır. Öyle ki, yoldaşları ona bakamaz hale gelirler. Yüzünden yayılan bu ışığı engellemek amacıyla Musa yüzünü örtmek, kapamak, gizlemek zorunda kalır. Yani yüzünü peçeyle örter. Böylece peçeli ilk erkek olarak tarihe geçer! (Tevrat, Yaratılış 34: 33-35) .
Yine “ışık” ile ilgili benzer bir olay, fransız mistik filozof Blaise Pascal’ın yaşamında da görülür. Kitabı Mukaddes’i okurken Kutsal Ruh’ un (Ruhulkudüs, Saint-Esprit) bir ateşli ışık gibi bedenine döküldüğünü Pascal da felsefi yazılarında içtenlikle savunur. Kutsal Ruh’un insanlar üzerine dökülmesi Kitabı Mukaddes’e özgü temalardandır. “Yeni Hayat”ın anlatıcısı da kitaptan çıkan kutsal ışığın gücünün ensesinden tüm gövdesine ağır ağır yayıldığını hisseder. “Kitaptan fışkıran ışık” kendisini büyülemiştir. Ancak, romanın son bölümlerinde bu ışığın yaşam değil, “ölüm ışığı”, yeni yaşamın da ölüm olduğuna okur inandırılarak sırlar mühürlenecektir.
İlginçtir ki, anlatıcının okuduğu kitabın adı da “Yeni Hayat”tır. Kitap emekli bir TDDY müfettişi tarafından, 33 muhtelif çocuk kitapçığından faydalanılarak, yazılmıştır. 33 rakamının masonik terminolojide özel bir simgesel konumu olduğunu burada anımsatalım. Masonluktaki en yüksek mertebe Maşrıkı Azam 33.cü derecedir. İsa 33 yaşında öldürülmüştür. Öte yandan bazı inanlılara göre Tevrat 33 bölümden oluşmaktadır. Bu meyanda, “Yeni Hayat” kitabının Tevrat’ı simgelediği, veya, Tevrat’a işaret ettiği söylenebilir.
Ulusca yeni bir hayata adım attığımız bu günlerde Yeni Hayat kitabını okumadıysanız eğer, okuyun derim. Okuyup da anlamadıysanız eğer, yine okuyun, derim. Bu sayede nobelli bir yazarın kitabını okumuş olursunuz hem de...
Sevgiyle kalın, mutlu kalın! Okunacak kitapsız asla kalmayın!
Arkakapak notunda sözü geçen Dante'nin Yeni Hayat şiirini buldum sizler için:
YENİ HAYAT
ey yolcular, gidersiniz düşünceli,
aklınızda burada olmayanlar belki,
çok uzaktan mı gelirsiniz,
halinizden göründüğü gibi,
ki geçip gidersiniz ağlamadan,
ortasında bu acılı şehrin,
acısını bilmez görünen
insanlar gibi?

kalsanız oysa, dinleseniz onu,
diyor ki iniltili yüreğim,
ağlayarak çıkardınız buradan kesinlikle.
mutluluğunu yitirdi şehir, beatrice'yi*;
ve söylenecek sözlerin onun üstüne
gücü vardır ağlatacak herkesi.

DANTE ALIGHIERI