22 Aralık 2012 Cumartesi

Oyuncak Müzesi



Aklıma geldi bugün, kalktık uzun zamandır aklımızda olan planımızı gerçekleştirdik en sevdiklerim olan arkadaşlarımla baktık ki gerçek olacağı yok hadi dedik gidiverdik. :) Vaktiniz olduğunda gidin gezin. Pişman olmazsınız. :)

Kendileri Sunay Akın’ın ailesinin Göztepe’deki köşkünde kurulmuş, 2005 yılında. Bir sürü yıllar boyunca dünyadan, açık arttırmalardan topladığı oyuncaklar ile açıyor burasını.
http://www.istanbuloyuncakmuzesi.com/ İletişim kısmından nasıl gidileceğine, nerede olduğuna ve açık olduğu gün saatlere ulaşabilirsiniz.

*Müze sözcük olarak ilham perisi anlamını taşır. “Müz” sözcüğü, mitolojideki Zeus’un dokuz güzel kızı Musalar’dan gelir.
Tarihte bilinen ilk oyuncaklar Mısırlılara aitmiş. Arkeolojik kalıntılar, MÖ 5. yüzyılda Mısır’daki çocukların tahta atlarla oynadıklarını göstermekteymiş. Oyuncakların seri üretimi ise 18. yüzyılda başlamış. 2. Dünya Savaşı sonrasında oyuncak pazarında bir durgunluk yaşanıyor, bunun nedeni ise oyuncak atölyelerinin savaş yıllarında silah üretimi amacıyla kullanılmış olması.

Oyuncak Müzesi kocaman, mis gibi bir yer. 6 katlı 10 odalı ve 80 vitrine sahip bir yer. Yaklaşık 4000 oyuncak sergileniyor.
Müjdat Gezen’e ait oyuncaklar var. Kendisi çocukken Fatih’te oyuncakçı dükkanında çırak olarak çalışmış. Aynı zamanda Müjdat Gezen’in kendisinin tasarladığı oyuncaklar da vardır. Sevdiklerine dört kolla sarılmaları düşüncesiyle 4 kollu olarak tasarladığı “Piti ve Pitiş” adını verdiği oyuncaklar da burada bulunuyor.

Koridorun az ilerisinde Eyüp Oyuncakçısı var. Eyüp, özellikle sünnet çocuklarının geldiği bir yer olduğu için, oyuncak üretiminin merkezi haline gelmiş. Eyüp Sultan Türbesi’ne giderken İskele Caddesi üzerinde bulunan Oyuncakçı Çıkmazı sokağındaki dükkanlarda yıllarca oyuncak üretilmiş ve satılmıştır. Eyüp oyuncakları 1950’li yılların sonlarında tarihe karışmıştır.
Bir diğer vitrinde ise Beyaz Saray ve George Washington’dan Richard Nixon’a kadar ABD Başkanları’nın oyuncakları görülüyor.
Bir de Tren Odası var ki, ne güzel düzenlenmiş anlatılamaz. Gerçek bir tren kompartmanı içinde sergileniyor trenler. Devlet Demir Yolları’nın Sakarya’daki bakım ünitelerinden sökülen tren koltukları, kapı ve pencereler, masa, imdat freni, merdiven gibi parçalar bu odada birleştiriliyor. Türkiye’de demiryollarına verilen önemin azlığından dolayı tren oyuncaklarının da diğer ülkelerin yapımı olan tren oyuncaklarının yanında çok basit kaldığı görülüyor.
Empire State’in yapıldığı tarihte yapılan bir maketi de bulunuyor burada.
En sevdiğim kısımlardan biri olan hastane vitrininde sıra. Tam donanımlı bir hastane, doktor, hemşire figürleri, çeşitli ambulanslar… Ambulansların birinci dünya savaşı sırasında daha fazla, daha etkin bir biçimde kullanıldığını biliyoruz. Hemingway’in de o dönem ambulans şoförü olduğunu buradan bildireyim dipnot olarak.
Ama ama ama, en sevdiğim, en bayıldığım kısım oyuncak evlerin olduğu kısım. Oyuncak evler, dollhouse diye tanımlananlar, ilk başlarda oyuncak olarak değil de evin görünüşünü göstermek amacıyla kullanılıyormuş. Daha sonraları oyuncak olarak üretilmeye başlanmış.
Dönme dolaplar, İngilizce’de Ferris Wheel olarak bilinen şeyler… Adını, yapımcısı George Washington Ferris’ten almış. ABD’de yaşayan Ferris, Chicago’da 1893 yılında açılan uluslararası bir fuarda sergilenmek üzere 75 metre çapında ve 2200 ton ağırlığında bir dönme dolap yapmış. Yaklaşık 2160 kişi taşıyabiliyormuş.
Atlıkarıncanın İstanbul’da boy gösterdiği ilk günlerde adı atlı karacadır. Bunun nedeni, bir at ile bir karacanın yan yana oluşudur. Erkek çocukların ata, kız çocukların ise karacaya binmesi düşünülür. Ne var ki kız çocuklar da ata binmek isteyince karacalar kaldırılır ve yerlerine at konulur. Böylelikle atlı karaca, atlıkarıncaya döner.
2. Dünya Savaşı’nın anlatıldığı vitrinler de mevcuttur. Bir kısımda Hitler’in askerleri selamladığı vitrin, bir kısımda 2. Dünya Savaşı’nın vitrini.
Noel Baba’nın bir şiirden çıktığı gerçeği var bir de ortada. 1822’de Amerikalı şair Clement Clarke Moore’un yazdığı bir şiirden esinlenerek karikatürist Thomas Nast 1863’de Noel Baba çizimlerini yapıyor ve bugünkü haline aslında Coca-Cola’nın reklamı için hazırlanan çizimleriyle geliyor.
İlk Miki Fare oyuncak, 1926 tarihinde ABD’de yapılıyor. Adı Mickey Mouse olan siyah beyaz renkli tahta fare çocukların karşısına ilk kez 1928 tarihinde bir çizgi film karakteri olarak çıkar. İki yıl sonra bez bebek görünümünde ilk oyuncağı yapılır.

http://www.youtube.com/watch?v=zK30E3D7OzA

20 Aralık 2012 Perşembe

Kar ve Kitaplar


Kar devam ediyor önümüzdeki günlerde Sibirya soğukları da gelecekmiş. Bu daha fazla kar manasına geliyor.Şuan; elimde kahvem, masamda kitaplarım, camın önündeyim ve kulaklarımda kocaman sevdiğim şarkılar.. 
Hayatımın vazgeçilmezlerinden biridir kar. Kış demek kar demektir benim için. Karsız bir kış düşünemiyorum nedense. Soğuğu ve yağmuru kıştan saymıyorum. Bir kışsever olarak sıcaktan çok soğuğa, kara düşkünümdür. Aşırıya kaçıp, zarar vermediği sürece güzeldir kar. Bir kar tanesini elinize alıp dikkatle baktığınızda ne kadar ince ve zarif şekillerinden oluştuğunu görürsünüz. Karın altında sessizliği ve adımlarımın çıkarttığı sesi dinleyerek saatlerce yürüyebilirim karın altında.
İstanbul ne güzeldir karda. Nazlı bir gelin gibi süzülür gözlerimin önünde. Galata, Eyüp, Çamlıca,Kadıköy, Beşiktaş eski yeni her semtinin ayrı bir güzelliği vardır. Çirkinlikleri de bir süreliğine örter kar. Güzeldir karda şehir hatları vapuruna binip Boğaz'ın donuk mavi sularında bir yakadan diğer yakaya geçmek. Kıyıları seyrederek  sıcak çay yudumlamak.
Ya da Haydarpaşa'dan trene binip (ki artık çok az kaldı bitmesine) raylar boyunca sallana sallana gitmek. Şehri birde tren camından görmek. Sonra eski kırmızı tuğla duvarlı bir istasyonda inip tekrar geri dönmek.
Ya da kendi evinizin camından mis gibi Türk kahvesi veya dumanı üstünde yeni demlenmiş çay eşliğinde seyretmek lapa lapa yağan karı. Belki sevdiğiniz bir kitabı okumak, bir film seyretmek.
Yahut evinde sıcacık soba (kalorifer) yanarken  kulağınızda onun çıtırtısına eşlik eden güzel bi ezgiden başka çıt çıkmayan odanızın camının önünden ellerinizde kokusuyla başınızı döndüren en sevdiğiniz bardağınızda sıcacık kahvenizi yudumlarken yere düşen beyaz kristalcikleri izlemek. Belki güzel günleri hatırlamak, yeni hayaller kurmak ve şehrin işgal edip üzerini örten beyaz örtüde yansımaları fark etmek.
Doyasıya keyfini çıkartmak....
İster bir fincan kahve eşliğinde ister ince belli bardakta bir çay...
Ve sayfalarında kar tanecikleri uçuşan kitapları okumak :)
"Hala Slovenya'da tatil yapıyorum, bol bol kar yağdı, ışığı ve göz alıcı beyazlığı ile kar artık bakışlarımın bir parçası haline geldi. Vadiye döndüğümde eminim bunun boşluğunu hissedeceğim.: Doğaya en çıplak döneminde eşlik eden kahverengi ve grilerin hüznüne katlanmak daha da güç olacak. Karlı manzaralar bana müthiş bir dinginlik, saygı duygusu veriyor. Ne tuhaftır, ben bir deniz kentinde büyümeme karşın, dağ bana her zaman çekici gelmiştir. Konuğu olduğum Mauro, doğum yerlerinin önemli olmadığını, insanların deniz tipi veya dağ tipi diye ikiye ayrıldıklarını söylüyor. İnsan böyle doğar ve davranış coğrafi bir yatkınlıktan çok, ruhsal bir yatkınlıktır..."  
Susanna Tamaro "Sevgili Mathilda İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum"
"Tipi biraz dinmişti. Kar da azalmışa benziyordu. Pek zor görünmüyordu yolculuk. Taze gübrelerin alaz alaz koyulaştırdığı sokaktan geçtiler. Çamaşır asılı evin önüne vardıklarında beyaz gömlek yalnızca bir kolundan kaskatı asılı duruyordu. İç paralayıcı uğultular çıkaran söğütlerin de yanından geçince kendilerini gene kırların ortasında buldular. Fırtına dinmek şöyle dursun, hızını daha da artırmışa benziyordu. Kardan yol iz belli değildi, ancak işaret direklerine bakarak buluyorlardı gidecekleri yönü. Gelgelelim rüzgarın karşıdan esmesi direkleri görmelerini hayli güçleştiriyordu.
Vasili Andreyiç işaret direklerini kaçırmamak için gözlerini kısıyor, başını eğiyor, ama yolu bulmayı daha çok ata bırakıyordu. Atta tam güvenilecek hayvandı doğrusu. Ayaklarının altındaki sert yolun dönemeçlerine uyarak bazen sağa, bazen sola kıvrılıyordu. Kar ve tipi şiddetini iyice arttırdığı halde kızaktakiler kah sağda, kah solda işaret direklerini görmeye devam ettiler..."
Tolstoy   "Efendi ile Uşağı"
"Kar durmuştu. Hafif bir sis yakınlaşmakta olduğum sarayları ve kuleleri örtmüştü. Sonradan bu sisin, kentin sabah ve akşam makyajının bir parçası olduğunu öğrenecektim. Onun yanına yaklaşırken, sessiz ve hüzünlüydü
Prag. Tuhaf atmosferi beni kıskıvrak yakalayıvermişti. Gözlerim uzaklara gidiyor, bir kule, bir saray parçası, bir değişik gökyüzü dilimi yakalamaya çalışıyordum taksinin içinden, oturduğum yerden..."
Nazlı Eray  "Kayıp Gölgeler Kenti"
"Sabah daha şehir yeni uyanırken yağan kara aldırmadan Atatürk Caddesi'nden aşağıya, gecekondu mahallelerine, Kars'ın en fakir semtlerine, Kalealtı Mahalle'sine doğru hızlı hızlı yürüdü. Dalları kar tutmuş iğde ve çınar ağaçlarının altından hızlı hızlı ilerlerken pencerelerinden dışarıya soba boruları çıkan eski ve yıpranmış Rus binalarına, odun depolarıyla elektrik trafosu arasında yükselen bin yıllık boş Ermeni kilisesinin içine yağan kara, buz tutmuş Kars çayının üzerindeki beş yüz yıllık taş köprüden her geçene havlayan kabadayı köpeklere, kar altında iyice boş ve terk edilmiş gözüken Kalealtı Mahallesi'nin küçük gecekondularından tüten incecik dumanlara bakıp öyle kederlendi ki gözlerinde yaşlar birikti..."
Orhan Pamuk    "Kar"

8 Aralık 2012 Cumartesi

Rüzgârla Konuşan Adam


Eski acılara bakıp da küsme sevdalara; gavura kızıp da oruç bozulmaz.Sök at kafandan ''acaba''ları.Bir kemik aynı yerden,iki defa kırılmaz.Koştuğum sokaklarda, zor yürüyorum bugün..Omuzlarımda kötü anılar, sol cebimde yıpranmış rüyalar..Şimdi çok gerilerde bıraktığını sandığın geçmişinin sokaklarında gezin. Sohbet et kendinle,ve sonra hayatı bir tüy gibi avucuna alıp üfle…Senin yanında olan tek insan bendim ya tüm yaptıklarına rağmen; şimdi boğul yalnızlığında bir başına.Artık bende yokum.Hava epey soğuk ki kar yağıyor. Yürüyorum ama üşümüyorum. En yakın arkadaşlarımdan biri İzmir yolcusu, veda var ondan sanırım; "vedalar acıtır" sonuçta. Şu anki hayatıma bi baktım da özetleyecek olursam; nezaketen yaşıyor, durmadan yürüyor, kahveyi çok ama çok seviyor ve giderek yalnızlaşıyorum..Düşünmem gereken şeylerin çokluğundan olacak ki adımlarım bir karıncanınkinden ağır. Yağmur eşlik ediyor yalnızlığıma yürürken. Rüzgar esiyor yüzüme doğru; gözlerinle içimin ücra köşelerinde yaktığın ateşi oda biliyor olsa gerek. Yağmur yağıyor mavi şehrime; insanlardan, kalabalıktan ayrı yürüyorum. Her damla da sen düşüyorsun yüreğime. Mavi şehrin sokaklarında damlalarınla kayboluyorum..Ne yeminler bozdum geceler büyürken sensiz, tarifi imkansız. Malumun olsun; ben sende geceyi sevdim. Hep aynı sessizlikte buluyor beni gece. Bu ilk değil elbet ama sanki daha bi düşündürüyor beni; rüzgar içimdeki ateşi bilerek esiyor sanki yüzüme, yıldızlar bana bakıyor sanki gözlerime. Herşeyi düşünmek şimdi, şu vakitte en baştan. Sanırım en iyisi güzel bi kahve alıp dolunayın ışığında, bahçede geceye bırakmak kendini; gece söyler belki bilmediklerimi, bilemediklerimi..Gözlerimin içine girdiysen; ya orda yaşamayı bileceksin, yada gözyaşlarımla akıp gideceksin. Senin bu yaptığın korsan bir eylem sevdiğim bilesin; kirpiklerime takılıp kalmakta nedir? Düşünüyorum, bulamıyorum. Uykularımı kaçırıyor gecelerin sessiz gürültüsü. Dışarı çıkmak istiyor canım, tek başına haytalık etmek. Boş caddelerde dolaşmak, ıslık çalıp şarkılar uydurmak kendi kendine. Hayatın atadamarlarında dolaşmak; bölmeden şehrin uykusunu. Gitmek istiyor canım; hayatın gittiği yere..Hep aynı sessizlikte geliyor gece. Var gibi ama yok, net gibi ama puslu. Sinir bozucu, uyutmayanda bu. Abi gece olmasın nolur ya; gündüz herşey çok güzel falan tamamda, şu saatlerde soluk borunu kesen o iğrenç hissin tarifi yok işte. Çünkü yüreğim üşüyor sevdiğim, söyle hangi mevsimine yazdın beni? Yapraklarım dökülüyor, baharlarında bulamadım kendimi..Hayallerimiz.. Kurduğumuz hayaller aslında cam kadar gerçek. Ve cam kadar şeffaf; hem içini hem dışını görebiliyoruz. Aynı zamanda cam kadar kırılgan. Kırıldığında da asla eskisi gibi olamayan ve elimizde, önümüzde kaldıkça bize daha fazla acıdan başka bişey vermeyen hayallerimiz.. Hepsi bize bağlı oysa; onları yıkmak, kırmakta yeniden kurmakta.Kaçıyorsun, hep köşelere saklanıyorsun. Köşeler ilk akla gelen yerlerdir. Saklambaç oynamadın mı sen hiç? Bir renk geliyorsun bana. Bir zamanlar söz vermişsin.. Söz veren bir renk duydun mu sen? Vazgeçemediğim kalemlerim var. Kalemlere bölünüyor günlerim. Günlere ayrılıyor kalemlerim. Aklımdan çıkmıyorsun dedim, başka türlüsünü yorgunum anlatmaya. Ağlarım aklıma geldikçe gülüşlerimiz. İnsan aciz mi kalıyor ne, gözleri geriye takılınca?Üzülen değerli olduktan sonra haklı olmanında bir önemi kalmıyor. Dilimden düşmeyen insanların her defasında gözümden gönlüme düşmesi çok acayip. İnsan yoruluyor bazen yalnız başına sevmekten. Ve öyle anlar oluyorki, beklemekten yorulduğun kadar bekledikçe kırgınlığın artıyor. Bana ait ne varsa hepsi seni korkutuyor. Sana ait ne varsa hiçbiri benim değil.Şu sıralar durup dururken hiçbir alaka yokkken sen geliyorsun birden aklıma. Okuduğum bi kelimede mesela.Sonra senli günler ve bensiz kareler.Birden bişeyler beliriyor kafamda doğrulukları muamma.Akabinde sıralanan "acaba"larıyla. Meğer ne çok sorum varmış sana.Ve şimdi yazılar yazdırsanda bana, düne baktığımda eskimiş sahneler kalıyor sana.Hayale dalıp yerinde saymak gibi..Salıncaktayken gözlerini kapatıp uçtuğunu varsaymak gibi..Ben ve sen diye iki zamirin 'gibi'siydi.Gibiler ülkesinde gibi gibi sevme beni.Önceleri bu kömür karasına bulanmış beyaz sayfalarla dolu gecelere çokda sık rastlanmazdı hayatımda.Şimdi suratsız sabahlar, sabahsız günler, uykusuz geceler.. Geceler karanlıktır oysa ve sen bilirsin karanlıktan korkarım ben aslında.. Ben ellerine tutkun, o elleriyle yaptıklarına bakan gözlerime.Peki, söyle; nereye gidiyor bu gemide bu hikaye?İstanbulum; gitmeliyim. Bırak o tek kanatlı martım, o deli aşkım; içimdeki o uslu, o yalnız çocuğun cebinde kalsın. Şehrin üstüme kilitlediğin kapılarını açda gideyim. Kalbimin zincirlerini çöz de gideyim. Bırak beni gideyim. Konuşamayız seninle. Şimdi yaz.. Bu mevsimde insan, aslında ne denli mutlu olabilecekken o denli mutsuz olduğunu anlıyor. Öyle bir mevsimki, sevinirken bile insanın içi acıyor, umuda koşarken bile gecikmişliğini da çok hatırlıyor, içindeki boşluğun büyüklüğünü anlıyor. Kendisini hatırladıkça, kendisinin ne denli kaybolduğunu hissediyor.Günler günleri kovalıyor. Günler günleri aynen tekrarlıyor. Yoruluyorlar. Yaşamaktan değil, yaşayamamaktan yoruluyorlar. Olsun. Ne kazandığın başarılarda takılı kal ne de hatalarında ısrar et.Bunların yerine yeniden başla; şimdinin her değerli anında yeniden başla.Özlediğim insanlar var, aşık olduğum şehirler var, zamansız ağlamalarım var. Yani bildiğiniz gibi değil. Kendimden tek beklentim, hiç kimseden bir beklentim olmaması. Oysa söylemiştim sana; ne öncenle ne sonranla karıştırma beni. Bişeylere benzeterek, hayat telaşı arasında olmaz aşk. Gibiler ülkesinde gibi gibi sevme beni.Çok bekledim; geceler büyürken sensizliğin sessizliğinde. Ben hep bekledim, yine bekliyorum. Oysa sen hiç inanmadın "biz"e; ben benim inancım, umudum yeter sanmıştım ikimize. Yanılmışım.. Benimde umudum azaldı sevdiğim, tükeniyor inancım. Ben "biz"e olan inancımı kaybediyorum. Bil istedim; çok uzadı, çok büyüdü geceler sevdiğim.
Ne zaman seninle olsam tanıdık bir kuş cıvıltısıyla uyanırdım sabahları. Hissederdim, duyardım. Şimdi ise kırılgan mektuplar yazıyorum; hangi adrese bile göndereceğimi bilmeden. Malumun olsun diye söylüyorum; ben sende ülkemi sevdim, hüzün dolu yağmurları. Ben sende yolları sevdim; dallarına hiç bir kuşun konmaya bile yanaşmadığı ağaçlarla kaplı yolları. Ne yeminler bozdum geceler büyürken sensiz, tarifi imkansız. Malumun olsun işte ! Ben sende seni sevdim, beni sevdim; ben sende "biz"i sevdim..
Gündüz gürültüsüyle duymuyorda insan, gece sessizliğinde pek bi fazla yankılanıyor kalbin sesi. Geceler hep aynı sessizlikte gelmeseydi, belki daha az sevebilirdim seni..Uyuyamıyorsan berbat bi hayatın vardır. Uyanmak istemiyorsan da berbat bi hayatın vardır. İçimdekileri yazmaya kalksam, sayfalarca yazasım var. Ama yazmaya takatim yok. Kendimi, yıldızlara bakarak geceye bırakıp sadece sessizliğin arasında uyumak istiyorum. Düşünmekten yoruldum. Yani senin anlayacağın sevdiğim; hep aynı sessizlikte gelen gecelerden bi hayli yorgunum..
Odanın içinde, varlığına yıllardır aşina olduğun bir eşya gibi sessizce kaybolarak seni izlemek ve başının üzerinden sonsuzluğa akıp giden düş bulutlarında şekillenen her sözü, yüreğimde senin için büyüttüğüm şiire mısra yapıp eklemekti seni sevmek. Çünkü ayrılık ve biz aynı cümlede duramıyoruz, devriliyor cümleler, kuramıyoruz. Günler günleri kovalıyor. Günler günleri aynen tekrarlıyor. Yoruluyorlar. Yaşamaktan değil, yaşayamamaktan yoruluyorlar. Özlemekten saçmalıyoruz bence biz bazen. Bu yüzden sen mazur gör telaşımı, çok beklemiş sözleri dile dökerken bir düzene koymak zor oluyor.Hayattan zaman çalıyorum.Ben ondan kalbimin saf kalmış yanlarını çalıyorum.Onun benden ne istediğini bilmezden geliyorum.Bu yüzden gecikiyorum hem kendime, hem hayata.Zamanın dışındayım aslında.Herşey en sonunda gelip bende toplanıyor, ama önümde olup biten hiçbişeyi değiştirmeye gücüm yok esasında.Gülümsüyorum; seni sevip hissetmem için seni sahiplenmem gerekmiyor.Ordasın ve varsın işte.Nereye gitsem içimde hissediyorum seni; hayatın bütün renkleri yüzünde.Gülüşüne, gözlerine ömrümü sığdırdığım adam iyiki varsın; gülümseyerek, acı çekmeden özlüyorum seni..İçimin ışığından korkar oldum; çünkü bir tek geceleri yakabiliyorum onu. Ve o, üzerini örttüğüm ne varsa tümünü bi şekilde bulup aydınlatıyor bir bir. Kendime söyleyemediklerimi bile. İçimdeki bu boşluğu zamanın kapatacağını sandım. Kendimi buna inandırdım. Böylece kopardım beni benden, beni senden. Da doğrusu kopardığımı sandım. Ayrılık değil, özlemek hiç değil; asıl en kötüsü, bu giderek büyüyen boşlukmuş. Hangi adrese bile göndereceği bilinmeden yazılan kırılgan mektuplarmış.. Ve evet seni özlüyorum. Ama şimdiki seni değil. Beni önemsediğin zamanlardaki seni. Öyle yanlış bir durakta nefeski gece; ben seni en çok karanlıkta kaldığım zamanlar özlüyorum.. Ve şimdi kaçmak istiyorum umarsızca, nereye olursa olsun. Yine özlediğim sen olup gelir misin benimle?
Babamın küçük kızıydım ben. Elinden tutup bakkala götürdüğü, şeker alıp mutlu ettiği küçük kızı. Küçücük bir kızdım ben kanayan dizleri olan, pembe pembe elbiseler içinde saçı iki yana örülüp prenses ilan edilen. Yetmedi bana bu mutluluk büyümek istedim. Ve bir gün geldi büyüdüm. Babam artık elimden tutmuyor, şekerle alınacak bir gönlüm bile yok. İnsan kanayan dizlerini özler mi? Ben özledim.Bedenimin de solcusuyum; şüphesiz bir yürek mevzu, senperyalist fikrin aykırılığında. Ve inanırımki iki kişilik bir devrimdir aşk.Şimdi mi? Kocaman bir boşluktayım ben. Ne o boşluktan çıkabiliyorum, ne de o boşluğu doldurabiliyorum. Sürekli oyunlar oyunlar. Ben bu oyunu bozamamki.. Gitmek bir eylemdir unutmaksa koca bir devrim. Ve ben çok solcu gördüm, tanıdım ama kimse senin kadar devrim yapmadı, yapamadı solumda gülüşüne, gözlerine ömrümü sığdırdığım rüzgarla konuşan adam.


http://www.youtube.com/watch?v=XNf9wkHNdXI

7 Aralık 2012 Cuma

Sen Bana Yangın Ol Efendim Ben Sana Rüzgâr



Ben sizi sevdim efendim ! 
Sadece ikinci çoğul cümlelerden bakmak zorunda olsamda size, 
Ben sizi gizli özne gibi ellerimde sakladım efendim. 
Sizden gidebilmek adına, kaç kez sınıfta kaldım bilmiyorum ama; 
Birinci dereceden çok yanıklar aldım. 
Ben sizi sevdim efendim ! 
Gözleriniz içine baktığımda her defasında yaprak misali titrerdi yüreğim.
Yağmur tanelerini karanlık akşamlarda tek tek sayacak kadar,
Yahut güneşli bir günü gözlerinizde yaşayacak kadar.
Ben size geç geldim, siz bana erken. 
Ben sizi sevdim efendim ! 
Uykusuz akşamlar geçirip bir kez güldüğünüzü görmek pahasına. 
Yağan yağmur yalnızlığımmış meğer, dindim. 
Ben sizi sevdim efendim ! 
Gözlerinizi görmek uğruna kaç şeyi yok saydım geldim bilmiyorum ama; 
Matematiğimin ikinci dereceden karıştığı çok oldu. 
Veya kimyamın reaksiyonlarını bıraktığım. 
Ben sizi sevdim efendim ! 
Kimse bulup çıkaramasın diye kalbimin en ucra kuyularına attım sizi. 
Bazen kendime şaştım; düşüncelerimin denizinde boğulurken. 
Ben sizi sevdim efendim ! 
Bu aşkta ya bir hırsız vardı, ya da hep geri saydım. 
Biri sizi ya hep çalardı gözlerimden, yakalayamazdım; 
Ya da dudaklarınıza hep beş kalırdım, dokunamazdım. 
Ben sizi sevdim efendim !
Ah ışıklar içinde kaldım, yandım. 
Siz bana yangın olun efendim, ben size rüzgar. 
Tutuşsun gün, yansın geceler zamanımız dar.
Ben sizi sevdim efendim ! 
İnanmayı yitirmek pahasına. 
Sizi öyle böyle sevmedim efendim ! 
İnanmadınız çünkü. 
Hadi şimdi gidiniz ! 
Beslediğim aşk, biliyorum bir gün oyacak gözümü. 
Gönlümde size açtığım kapıyı kapatırken yavaş olunuz, şimdi. 
Kırılmışlıklarım artsın istemem daha fazla. 
Bir tek ricam var sizden zinhar; 
Şimdi ve bundan sonrasında, efendim hep kalınız sağlıcakla..

1 Aralık 2012 Cumartesi

Islak Sokaklar Mevsimi



      Islak sokaklar mevsimindeyiz artık. Güz hüzün habercisidir doğasında; anlayacağınız hüznüyle geliyor güz ve nitekim geldi. İstanbul yine biraz ıslak, yine biraz gri, serin de aynı zamanda.  Böyle gri ve ıslak günler insanların eve kapandığı günlerdir, dolayısıyla şehir size kalır. Bu kalabalık şehre hüzün yağar bu zamanlar. Yalnızlık yağar caddelerine bardaktan boşanırcasına. Radyolarda eski şarkılar çalınır gönül penceresinden ansızın bakıp geçenlere doğru. İşte o zamanlarda gitmek istiyor canım; gecenin uykusunun içinde yanan birkaç sokak lambasının sarı ışığıyla aydınlattığı sokaklarda haytalık etmek, boş caddelerde dolaşmak; sonra vitrinlere, sinema afişlerine, sokak isimlerine, telefon kulübelerine sığınmış çocuklara “merhaba” demek istiyorum sessizce işte. Islık çalarak şarkılar uydurmak istiyorum kendi kendime, sahilde martılara simit atmak; gitmek istiyor canım hayatın gittiği, beni götürdüğü yere; hayatın atardamarlarında dolaşmak istiyorum bölmeden gecenin ve şehrin uykusunu. Ben rüzgarı severim hep rüzgarla konuşan bir adam vardı düşlerimde; hem şimdi yağmurda var çok sevdiğim rüzgarda. Yağan yağmurun altında doyasıya ıslanmak, yağmurla yağmur olmak adeta. Yağan bir yağmurda huzur bulmak gibidir bazen vuslat.
      Güz zamanlarında ikiye ayrılır insanlar. Darmadağın saçlar, ıslanmış yüzler hep yere bakar. Yağmurdan hoşnutsuzlar içlerinin isyanını ayak topuklarında hızla biriken sulara vurarak, yerin etkisiyle sekip ayaklarına çarpan damlalara aldırış etmeden kaçışanlar. Onların her adımları yalnızlığa uzanırken yinede hızlı atılır adımları, koşulur sokaklarda az ilerde huzura kavuşacaklarmış gibi. Ha ve birde kulaklıklarındaki ezgilere sığınmış, karınca adımlarıyla her damlayı hissetmek istercesine tek tek sayarak aklındakileri aktaranlar yollara. İşte onların mevsimidir bu güz. Yağmurla yağmur olduktan sonra içlerini ısıtmak için oturduklarında bir köşeye kahveleri bile dert yüklenir, çayları her mevsime göre daha bir demli. Onlar ya unutulan sevgililerini hatırlarlar ya da hatırlanan sevgilileri unutmaya çalışırlar. Böyle geçip giderken bu mevsimde yağmur damlaları arasından vitrinleri az sulu rakı gibidir bu şehrin. Kısaca herkes kendi türküsünü söyler bu mevsimde sokaklarda. Tophane demli bir çay ikram eder yağmur sonrası soğumuş yüreklere, Eminönü oturmaya gelir kuşlarıyla, aşk böyledir derken Galata tüm şehir birlikte ağlar aşıklarına. Yaprakları yeşil değildir artık bu şehrin, sarı renkleri soğukluk veriyor yüreğime işte daha bir üşüyorum sanki. Ellerim hep soğuktur benim ama sanki bu mevsim ayrı bir buz kesti. Bana göre her yılın en zor mevsimidir güz. Onun soğukluğunu hiç atamam ben üstümden; ölüm gibi. Çünkü anlamaya başlarım kaçtığım her şeyi inanmayı yitirmek pahasına.
      Öyle bir an geliyor ki, susuyorsun. Sanki konuşmak istesen dilinden tek kelime çıkabilecekmiş gibi. Görmek istesen gözün güzelliği görebilecekmiş gibi. İşte öyle zamanları toplayıp sana bir ben biriktiriyorum. Çocukluğumun en masum gülümsemelerini kimseye elletmiyorum, sana aitler. Beklemek… Ne zor bir kelime. Olur ya elin gider kâğıda, kaleme. Yazamazsın. Yazarsın, kendine bile okuyamazsın. Özlemekten utandığın oluyor mu? Bu ne biçim yangın dediğin? Gözümü kapasam da bir gün daha geçse dediğin mesela? İnsan hüzünsüz yaşayabilir mi?“Allah sabredenle beraberdir” diyor ya Kitap, korkumdan sabrettiğim oluyor yalan yok. İçim içimi kemirip de sabrediyormuş gibi yaptığım bazen, sanki ellerim yetermiş gibi duygularımı kapatmaya. Deniyorum, yetmiyor. Bu şehrin yağmurlarıyla birlikte taşıyor yüreğimden deli seller gibi işte. Gelecek derdim ben hep; güzel günler gelecek, bu korku neden? Ne var ki, geleceğin daha fazla karanlıktan başka vaadi yok bizlere. Sonra durup uzun uzun susuyorum, zaten konuşmak istesem de dilimden tek kelime çıkmıyor. Ama o gülümsemeler, onlar hâlâ sana aitler.
     Güz bir yürek yangınına düşer hep nedense. Sanki o sokakları ıslatan damlalar yürekleri aketmek için akar. Gecenin kör karanlığında şiddeti yürek hoplatan bir yağmurda şimşek yürürken damarlarına o damlaların şarkısı dünyanın en güzel ezgisi olur kulaklarına.  O sıralar sonbahar vurmuş hasretlerde yeşil kalan aşıklardan olursun sen özlemlerini anımsarken aklının labirentlerinde. Kelimeler bazı anlamlara gelmez hani sonra bir kahve yudumlayıp, bir şarkı açarsın, susarsın ve o şarkı senin söylemek istediğin her şeyi söyler; işte “Güz şarkıları”dır onlar.
      Ne yazarsın böyle deme; sessizce ruhuma üfleneni yazan bir kâtibim ben. Nice kelimelere gebe kalan, onları ince ince tartıp, sonunda kalemi mürekkebe batırıp yaz deneni yazan bir kâtibim. Ben sesim, ben soluğum. Leyla’yım ben, Zühre’nin duasıyım. Doğayı okur gibi, ağacı, yaprağı, insanı okur gibi okunmayı bekleyen bir nesirim, nazımım. Açtım kollarımı bekliyorum. Sen gelince bahar gelecek, sen gelince yağmur duracak. Kalemle nefes bir olacak. Gece güne dönecek öyle ya! Aslolan sözdür sevgili, gerisi beyhude.
      Güneş gözüne doğar ya bazen, yani öyle gelir uykunda sana. Ama güneş benim tam gözümün içine doğdu bugün. Balkona çıkıp yalınayak sokağı seyrettim. Biraz gülümsedim. Biraz içim serinledi, biraz soğukkanlıydım. Güz değildi sanki bugün. Aylardan beri uyuklarken minik bir buseyle hayata dönmüş gibiydim biraz. Bugün, güzel bir gün hislerimce. Bugün yağmur bile yağsa gökkuşağı çıkar ardından. Bugün rengârenk düşler görüyorum gözümün değdiği yerlerde. Bugün hiçbir çocuk üzülmüyor gibi hissediyorum. Anlam yüklemeden bakıyorum etrafıma, insanlardan beklentilerimi yok denecek kadar aza indirgiyorum bugün. Uyandığım saatte normalde uyur olurdum, bende adımların küsmesinde zaman dolsun diye oturdum biraz kendimle konuştum: Elinin değdiği her şeyi insanileştirmeye çalıştın. Her şeye can vermek istedin ellerinle. Bir yazara ait okuduğun ilk kitap, filmlerini dizmek için özenle duvara monte ettiğin küçük raflar, dergiler, yeni elbiseler, sevdiğin insanlar. Eğer merhametin olmasaydı nasıl algılardın dünyayı? Hep mutlu olsaydın nasıl bilirsin tüm bunların kıymetini? İnsaniyetine sığındığın geceler geçirdin. Kâbuslarından korkup uyuyamadığın geceler, hep ‘en uzun gece’ler oldu. Güz mevsiminin rehaveti çöktüğünde sabrın zayıfladı. ‘Hava güzel olsaydı yapardın’ lar arttı. Mevsim böyle zor olmasa sokakta gözünden kaçmayacak şeyler kaçırdın. “Günler bazen hızlı geçer bazen beklersin hiç ilerlemez” dediğin çok oldu. Bunun mevsimsel bir açıklaması yoktur her zaman. Ama öyle ya da böyle dünya döner. “Elbette acı çekeceksin, görmenin bedelidir bu. Elbette için korkuyla dolacak bazen, yaşamak demek tehlike içinde olmak demektir. Büyümek zordur” demişti babam bir keresinde ne kadarda haklıymış.
      İnsan etten kemiktendi. Duygu kavramının bilimsel bir açıklaması yoktu. Adı konmuş öyle bilinen birkaç hissiyat vardı sadece. Korkmak mesela, düşünmek vardı. Hissetmek vardı sonra. Bir mevsime anlam yüklemek iç rahatlatmaktır. Bahar, güzün ardından yeniden doğmak gibidir mesela. Güne gülerek başlamak, erken uyanmak, soğuğun verdiği kasvetten arınmak gibidir. Toprakta yeşeren her çiçek, içinde büyürmüş gibi mutlu olursun, günler uzun, günler aydınlıktır. İşte bu bahar başka olacak. Yeni hayaller, yeni fikirler, yeni insanlar. ‘Bu yıl her şey başka olacak’ her yeni yıl gibi. Radikal kararlar alacaksın, yapamadığın şeyleri yapacaksın, unuttuğun dostlarını hatırlayacaksın, hatta bazen uzak durduğun kalemine yeniden sarılacaksın. Bu yıl her şey başka olacak. Bu güzün kapıları bahara açıldığında hayatında kapıları bambaşka bahçeler vaat edecek sana; hissediyorum. Ama şimdi mevsim güz. Nasıl bir çelişki? Hem her yerde, hem hiçbir yerde; hem her şeyde, hem hiçbir şeyde. Güzün getirdiği hüznünü sıcak çayınla karşıla. Otur karşısına damlalar sek sek oynarken camının önünde sen al hüznünle sohbet et hikayelerinle. Hüzünle mutlu olmayı bilmek gerek.Ne diyor Oğuz Atay; “Düşünmek, hayatı ne karmaşık bir duruma sokuyor. Bir cümle kaldı yalnız aklımda: güzel bir gün ve ben yaşıyorum.”

http://www.youtube.com/watch?v=ejCGWXDLJm8

30 Kasım 2012 Cuma

"Bana gülüşün lazım, gözlerin bahanedir"




Yüzün sanki dolunay; yüreğimde mi, nedir? 
Ellerin çizgi çizgi belleğimde mi, nedir? 
Varlığın yedi iklim sunuyor coğrafyama 
Yokluğun diken diken kimliğimde mi, nedir? 
Bir özlem fırtınası savuruyorsa beni 
Çölleri hatırlamamak dileğimde mi, nedir? 
Hayalin bir tereddüt, yapışıyor yakama 
Sana alışkın olmak iliğimde mi, nedir? 
Eflatun kıvılcımlar düşürdün yollarıma 
Her kıvrım bir umut, günlüğümde mi, nedir? 
Bir sürgün potasında damla damla eriyen 
Yalnız bedenim değil, benliğim de mi, nedir? 
Saçları dağılıyor denizin sevda için 
Açan nergisim, öten kekliğim de mi, nedir? 
Her bakışın ruhuma dokunan bir iğnedir 
Mıknatıslı gözlerin, bilirim, şahanedir 
Tutkusu yumak yumak sarıyor benliğimi 
Bana gülüşün lazım; gözlerin bahanedir. 

29 Kasım 2012 Perşembe

Sevgili Kendimin Sevgili Tarihi



     90’lı yılların 95’lisinde bahar aylarından en güzeli olan Nisan ayının son demlerinden 26 numaralı günde bahara yakışır bir havada sabah ezanları yeni kavuşmaktayken sabahın körünün 5 buçuğu 6’ya çalarken gözlerimi açtım. Ana tarih dersen; 26 Nisan 1995, Gümüşhane. Doğduktan sonraki ilk 1,5 yıl hariç hep Şehr-i  İstanbul’da yaşadım deniz, yağmur, gökyüzü birlikteliğiyle. İlkokulu anneciğimin ısrarlarıyla Şehit Öğretmen Hamit Sütmen’de okudum. Askeri Lise hastası olmama rağmen 2009 yılı Eylül ayında bu kez de ilk ve tek aşkım babacığımın ısrarlarıyla Gediktaş Lisesi’ne başladım. 2010 yılında Gediktaş Lisesi'nde okurken birden okulun taşınması gibi bir mevzuat oldu, okul taşındı. Haliyle adı da değişti. Bizde otomatikman yılların nam-ı değer 'Gediktaş Lisesi'nden mezun olmuş olduk. Gerçi o arada olanları bizde anlamadık ama orayı karıştırmıyorum neyse. 2010 yılında şu sıralar hayatımın rehberi olarak gördüğüm sevdiğim saydığım biricik Hocamcığımla tanışma fırsatını yakaladım her ne kadar tuhaf bir ilk dersimiz olsa da ki ciddi anlamda kitap okumayı sevmemi sağlayanda O olsu Canan Tan'ın Piraye'si ile. Aradaki yıllarda elbette rahat durmadım zaten duramamki mesela en az babam kadar sevdiğim Hamdullah Hocamla tanışma fırsatım oldu. Adı Yok'la yazarlık kadar olmasada kalemimle ilk adımı attım çok sevdiğim saydığım Zât-i Muhterem Işık Hocam sayesinde. Şimdilerde Sultanbeyli Lisesi adı altında son sınıf öğrencisiyim, YGS mereti hazırlığında. Hedefi dersen; Ankara Gazi yahut Eskişehir Osmangazi’de iç mimarlık yahut anestezi uzmanlığı.
     Nasıl birisin derseniz karakterimi sorarak efendim 3. Tekil şahıstan anlatayım; dış kapının iç mandalı olan, hiçbir zaman normal bir kız çocuğu olmamış erkek gibi yetişmiş, yaşıtları bebeklerle evcilik oynarken o dışarılarda top peşinde koşan; futbol demişken her alanda özgür olmasına rağmen dayısının zoruyla tuttuğu takımı seçme lüksüne sahip olamayan ama olamadığından da hiçbir zaman pişman olmayıp Galatasaray hastası; “baba niye bana bebek aldın” diye dertlenip arabalarıyla bir köşeye çekilen, hala ayıcığıyla konuşup masalların gerçekliğine inanan, şahanede saklambaç oynardım bu arada, ilkokulda Durdun Hocası’nın tatlı kibar kızı; kızı dediysek dibine kadarda tabi ki de babasının kızı; babasına tek kelime ile "aşık" bir kız çocuğu olarak büyüyen, babasının yanında hala 5 yaşındaki kız çocuğu. Mavi sever, empati denen algısı üç çekirdekli, eylülseverlerden, eylül demişken okulda; derste ağzıvar dili yok tek kelimesi derse katılmakken, tenefüslerde kuzu görünümlü olmasına rağmen bütün kurt âlemine “Buyur abla bir isteğin mi var?” diye ceket ilikletebilecek kadar bitirim, haylaz mı haylaz ki haylazlıkla terbiyesizliği birbirinden ayırt edebilmiş deli dolu (zaten Hatice de herkes aynı tepkiyi verir inanmazsan denemesi serbesttir), ilkokuldayken sürekli “Kızım bırak bu işleri, devlet su işleri” uyarısı alan, çöp kutusuna kalem açmaya diye gidip sohbet eden çocuklardan elebaşı, evde anacığazının baş belası nazlı kızı, Lise 1.Sınıfta Murat Bildik Hocası “35 Yaş Şiirini okuyun” ödevini verene kadar "dante gibi ortasındayım ömrün" dizesini "dantel gibi ortasındayım ömrün" diye algılayıp "banane milletin dantelinden abicim, benim ömrüm niye elalemin evine dantel olsun" diye eleştiren, popüleriteyi düşünmeden ahlakıyla gözde olmayı hedef seçen, 'yaratılanı sev yaratandan ötürü' ilkesini benimseyen bundan sebep herkesi seven, hayatına giren herkese hak ettiği değeri vermeye çalışan, annesinin terliğinden çekinen ama doğruları söylemekten asla çekinmeyen, kalp kırmaktan en az karanlıktaki öcüler kadar korkan, şu yaşına kadar elinden geldiğince iyilik peşinde koşmuş; epeyde yaramazdım hiç yerimde durmazdım dizlerimde hala yara izlerim vardır; sonradan kazanılmış -önceden odasında kaybolunabilinecek kadar- bir titizliğe sahip (özellikle sinirlendiğinde acayip simetrik olmayı istem dışı başaran), hayatının belli dönemlerinde türlü denenmemiş yöntemlerle adam öldürmeyi dahi düşünebilecek kadar cani, çay muhabbetine bayılıp kahve bağımlılığından taviz vermeyen, dakikada yüz kırk kelime edebilme kapasitesine sahip, paraya tamah etmeyen ama “parayla saadet olmaz diyenler uzayda mı ikamet ederler” sözüne son derecede katılan, "ey kurban olduğum Allahım az verip yalvartma, çok verip şaşırtma; sen hakkımda hayırlı olanı gönlüme razı, gönlümün razı geldiğini hakkımda hayırlı eyle" duasını dilinin tesbihi etmiş, unutmadan resim yapmaya da bayılırım, hayvansever ama insansevmezleri bünyesi kabul etmeyen, film meraklısı, bazen tüm sorumluluklarını bir kenara bırakıp akşama kadar müzik dinleyecek kadar sorumsuz bir müzik hastası, tiyatrosever, gözlem yeteneği dürbünlü, esnaf-tavla muhabbetini bir erkek kadar ustaca yapabilen tavlayı erkek usulü oynayan amma üstadlarını şaşırmayan, kendi realitesine sonuna kadar inanan, 2000’li modern yıllar düşmanı 80’ler hastası, birazdan birazcık pesimist, iyi dostlar biriktirip hepsi ailesi haline geldiğini bilen, "aile" denildiğinde akan suları durduran, yerinde ve zamanında davranan, biraz kıskanç, insan paylaşamaz, elde ettiğinin değerini bilen, armudun sapına incirin çöpüne takan takıntılı, macerayı seven, okumaya bayılan (hemen hemen bir kitaplığı bitirip, bir kitaplığa sahip olan), bir kitap sorulduğunda azcık çıtlatıp meraklandırdıktan sonra “anlatılmaz okunur” diye işin içinden sıyrılıveren, taa çocuk yaştan beri kitaplardaki insanları aşkları realist ortamdan daha çok seven, şu sıralar “kitap okumayana aşık olunmaz” lafına tamah edebilecek kafada, Mavi Gözlü Dev’i kocaman seven, öğrenmeyi yadırgamadan herkesten öğrenen, iki dinleyip bir söyleyemeye çalışsa da pek beceremeyen, haksızlığa tahammül edemeyen nerede olursa muhakkak maydanoz olan, yağmurlu havasever, bazen agresif bazen polyanna, konuşmayı zaten severdim yine çenem düşüverdi katlanıver bizahmet; lafından sözünden kimseyi mahrum etmeyen aklındakileri bir bir olduğu gibi aktaran, “gülen bir çift göz olsun benim olsun” felsefesine sahip, böyle kendi halinde bir insan; kısaca ilkokul öğretmenlerinin de teşhis değimiyle "İncelikli Hayta"dır işte. :)


http://www.youtube.com/watch?v=--6cKyF396c

20 Kasım 2012 Salı

Herşey Güzel Olucak




Kasım ayının yağmurla geleceğini bilirsin hani ama yinede kesin diyemezsin ya öyle işte. Öyle hisler var bu ara içimde.Biliyorum güzel şeyler olacak. Hani bazen hissedersin bilirsin ama söyleyemezsin ya öyle işte kocaman bi his var içimde. Biliyorum olacak herşey güzel olacak.
İnsan bazen korunduğunu hissediyor. Hani vardır ya öyle insanlar çevrenizde ha işte benimde vardı. "dı" diyorum çünkü bi ara uzaklara gitmek zorunda kaldı ama biliyorum kalbi buradaydı ve aklının bi köşesinde buralar vardı.İstanbul soğuktu yokluğunda, İzmirse alev alev.
İstanbul hep üşüdü, rüzgarlarda ordan oraya savrulurken. Ağladı çoğunlukla ama belli etmedi tek belirginliği rimellerindeydi. İzmirse yanıyordu temmuzun sıcağı gibi.  Ve hep yandı İzmir, rüzgarları bile beyin kaynattı. Ama İzmir için İstanbul hep oradaydı, hep vardı ve hep olacaktı. Ve sonunda kış bahara, yaz güze, İzmir İstanbuluna, İstanbul İzmirine kavuştu.
İşte şimdi yanyana ikisi. "Olur mu?" demeyin oluyor işte. Soğuk ve sıcak yanyana gelince diniyor her türlüsü. Artık daha güvendeyim sanki, yada öyle hissediyorum belki.
Evet yanlış, evet imkansızı çok ama biliyorumki oluru kocaman karşımda. Sanki yeniden çiçekler açtı, gök yeniden mavi sanki. Sanki bana hiç kış gelmedi.
İçimde hakim olamadığım duygularım var. Refleks halinde artıyorlar sanki, yada refleksleştiler. Olsun ikiside güzel. Biliyorumki herşey güzel olacak senle olunca.  İki bardak kan renginde sıcak çayı içebileceğiz nihayet bi sohbeti paylaşırken denize göklere karşı.
Birbirinden uzak olmak birlikte olmanın başka çeşididir. İnatlaşmak bile hoş aslında, Bakışlarda gizli olduğu gibi bazı şeylerin. Evet yanyana olmak güzel ama her saniye değil. Aralıklarla, özleye özleye.
Hayallerini korkmadan anlatabileceğin biri olmalı yanında. Benim var işte. İçimdekileri anlatacak kocaman kelimeler var avucumda ama sığdıramıyorum kağıtlara. Sadece yüzü bile gelince aklına gülümseyebilir mi insan? Yüzün düşünce aklımın kıyılarına gülümsetiyor işte.
Kötü olan hiçbişeye inanamıyorum konu olunca. Sanki dünya sadece iyilik dolu yanımda olunca. Kitap okumayana aşık olunmazmış ya olunmuyor işte şu saatten sonra. Dolu olan sürahinin su almaması gibi.
Senin yanımda olman çölün ortasında kana kana su içmek gibi, kasımın ortasında yağmurlarda ıslanıp üşümemek hastalanmamak gibi.. Salıncaktayken gözlerini kapatıp uçtuğunu varsaymak gibi.. Herşeyin güzel olacağını bilmek, öyle yaşamak gibi.. Hissediyorum "herşey güzel olucak.."


http://www.youtube.com/watch?v=i1pGLsXlgiU

19 Ekim 2012 Cuma

BEYAZ- MAVİ MASAL



        Gözler takılınca geriye insan aciz mi kalıyor? Vedalaşırken dahi son bakışı yakalamaya çalışmayan insanlar var.Neyse boş ver şimdi sen bu beylik lafları.Ben uykusuz kelimelerden bahsedeceğim sana.Bir küçük gezgin yaşatıyorum içimde. Bir gün ben mi o mu kulağıma fısıldadı “hayal et!” diye hatırlamıyorum ama o gün bugündür bahçemde hayaller büyütüyorum sonsuz mavi bahçemde. Dolacak diye korkuyorum üstelik. Yarına, haftaya, iki ay sonraya, seneye hatta on yıl sonrasına kurulmuş hayallerim var. Bahçede bir huzursuzluk sezinliyorum bu aralar. Hiçbirinden vazgeçmemek koşuluyla her gün bir yenisini ekliyorum bahçeme; pek de iyi anlaşamıyorlar. Nutuk ve söylev gibiler aslında aynı; ayrı  yolun  yolcusu.  Vazgeçemediğim kalemlerim var mesela. Kalemlere bölünüyor günlerim,  günlere ayrılıyor kalemlerim. Tüm okuduğum kitaplarda aynı sesi aramam bu yüzden. Her günüm için farklı bir kalem seçtim. Küçük bir prensesken olan oyuncaklarımı böldüğüm gibi. İnsan büyüğünce prensesliği de kalmıyor tabi nede oyuncakları. Zaten içinden deniz geçen bir şehirde kalemden başka neye sarılınır? Her günün farklı oyuncağı vardı. En gizli, en büyülü olanı fark edene kadar. Şimdi  dünya kadar kelimeler var avucumda, sığdıramıyorum kağıtlara.Bulutlar nasıl anlatılır ki?
         Bir arabam vardı mesela. Kız çocuklarının aksine hiç sevmezdim bebeklerle oynamayı. Alice hariç tabi ki zaten oda bebek değil kardan kocaman bir ayıcık. O küçük arabaya binip gitmeyi, dünyayı dolaşmayı hayal ederdim.Gitmek sadece varana kadar şifa olurmuş yinede gitmeden bilinmez. Sonra bide Alice var tabi: Neden Alice? Masallara inanırımda ondan. Kim ne derse desin harikalar diyarı var.Ben küçükken sevgili sırdaşım ayıcığım benden büyüktü ilginç olan ben büyüdüm ama o hala benden büyük. Ve benim hala ilk işim şu; eve gider gitmez gider otururum kucağına başlarım olanı biteni anlatmaya. En samimi, en olduğu biçimde. O duyuyor beni biliyorum, hem duymazsa nasıl konuşur? Bir hayat paylaşıyoruz biz sevgili psikologumla hayat dediğinde tuhaf tabi bazı karıncalar yemek seçiyor mesela. Terapilerimiz olduğu gibi ikimizin ortak oyuncakları da var mesela. Pırıl pırıl bembeyaz oyuncaklar; Alice’den daha beyaz ve büyük,  kocaman seviyoruz biz birlikte onları. Tabi insan bazen nasıl bazı kelimeleri diğerlerinden çok seviyorsa onlarında bazılarını daha çok seviyorum ama diğerleri duymasın gücenirlerse çok üzülürüm.
        Yaz aylarında saklambaç oynuyoruz mesela. Kızıyorum ama onlara çünkü yaz oldu mu kaçıyorlar, hep köşelere saklanıyorlar. Köşeler ilk akla gelen yerlerdir. Saklambaç oynamadınız mı siz hiç? Her birinde farklı bir dünya var aslında; her birinin şekli gizli bir dünya. Doğrusu onlar benim gizli oyuncaklarım kimseye anlatmadığım ama şimdi yazıyorum işte.Bulutlarda konuşur esasında tabi mesele duyabilmekte. Sorsan herkes konuşmaz der bulutlar; herkes söyleyince doğru olmuyor işte. Onlarla bir masal paylaşabilmek mesele sonra zaten düşüyorlar yeryüzüne.
         Pamuk oyuncaklarımı kimse değiştiremiyor; öyle bir gerçeğe inanıyorum ki tasavvur etmekte zorlanıyorum, tasvir etmekse mümkün değil.Bulutlarda yürümek benimkisi.Kitaplar kadar olmasa da  yeri göğü sarsan, beni onlara taşıyan birde müzik var mesela. Sonra ben şarkılardan çalıyorum. Hayat “oda lazım”larla tıka basa dolu, ama her seferinde onlardan bana bir “her şey güzel olacak” duası. Mesela bana bir renk geliyorlar tek tek, söz verdiler hepsi. Söz veren bir renk duydun mu sen hiç? Duymadın tabi çünkü hiç dinlemedin, konuşmadın, oynamadın onlarla beklide.Güneş en görkemli haliyle gözlerine misafir olurken yere uzanıp hiç bahçelerinin kapılarını açmadın onlara. Saatlerce izlemedin onları, bir fincan kahve sohbetini hiç paylaşmadın, elinde kitabınla yeni diyarların keşfine yolculuk yapmadın hiç onlarla. Kalbin ağzında atmadı hiç onlarla oynamaktan yorulduğunda. Çünkü gökyüzüne bakmıyoruz!
         Utanma, korku, öfke, sevgi; hepsi sonradan öğreniliyor. Ve insan öğrendikçe hep bir şeylere mahkum yaşıyor. Ama insanlar içinde yıldızlar kadar özgürüm ben. Çünkü sonsuz maviliklerde beyaz gemilerim var benim, pamuktan kalelerim; işte bu yüzden de kağıttan gemiler yapmayı çok severim.Ve ben onlarla tanıştığımda henüz hiç bir şey bilmiyordum.Kitaplarla bile tanışmamıştım daha, onlar anlatırdı masallarımı. Ama insanın bilmeme lüksü hiçbir yerde yok.Tabi öğretici işinin zorluğu da şimdi şimdi dank ediyor.Bir çocuğa dürüstlüğü anlatmanın zorluğu… Hem de dünyada maskesiz hiç kimse yokken.Üstelik o çocuk pazartesilerden nefret ediyorsa; “pazartesi” ahrette yakama yapışacak diye korkanlardandım da bende.Tüm bunları düşünmek gerekiyor, düşünmek içinde durmak; bulutlar durmaz.
         Nasıl sıkı sıkıya bağlandıysa gözler yarılan denize bende aramızda hiçbir boşluk bırakmadan sıkı sıkıya bakıyorum onlara. Benim mesleğim doğuştan gelen kaptanlık beyazlar içinde; gemilerimle yolculuklara çıkıyorum. Yol anlamından fazlasını veriyor insana kelimelerden bazıları, kendim bile bilmezken üstelik. Yolun klişelerden geçtiğini sanana ikaz; hiçbir şey ve bu göründüğü gibi değil. Çünkü ben yalnızca bir gecede dünyanın en iyi insanından nefret edebilirim.Ve şimdi onlar yazılar yazdırsalar da bana; düne baktığımda eskimiş sahneler kalıyor onlara. Hayale dalıp olduğun yerde saymak gibi… Salıncakta sallanırken gözlerini kapatıp uçtuğunu varsaymak gibi…
         “Bu nasıl yazı böyle!” deme şimdi; bu yazının kendi matematiği böyle kopuk kopuk oluşu. Bana öyle tam geliyor.

http://www.youtube.com/watch?v=Uut9MDFwN9M

11 Ekim 2012 Perşembe

"Kitap okumayana aşık olunmaz"



Doğruluğu tartışılır diye düşündüğüm bir cümleydi bu ilk okuduğumda, üzerine kafa yormadan önce. Sonuçta aşk anlık bir olaydı ve bu bizim elimizde değildi. Yani birine aşık olurken; "dur bak bu kitap okuyor mu acaba" diye sorup, "bu okuyor dur aşık olayım" yada "yok bu kitap okumuyor ben buna aşık maşık olmam" demediğimize göre. Şimdi böyle düşünenler yoktur herhalde. Sonuçta bir insanın gözlerinde ilk anda hissedilen bir duygu bu. Bir insana önce aşık olur zamanla severiz diye düşünüyordum çünkü önceden.
Peki şimdi? Farklı mı, değişti mi düşüncem: Hayırımsı evet. Nasıl mı, hemen açıklayayım efendim:
Aşk dediğin şeyin bilimsel bi açıklaması yok -varsada ben girmicem şimdi, bende yok-  ama aşk öyle anlık duygularla ilgili bişeyde değil. Mesela kitap okumak başlı başına bi aşk zaten. Ayrı bi tutku. 
Kitap okumayı bilmeyen sevmeyide bilmez demiyorum, bilir. Bilir ama gösteremez, kısıtlıdır gösterme hazinesi. Sonuçta taaa dedelerimin zamanındayken onlar kitap okuyup aşık olmuyolardı. Ama en azından o dönemde saftı sevgiler, artniyetsizdi. Şimdi "aşk" denilen kavramı kirli paslı duyguların ardına saklayıp kirlettiler. Bu yüzden bence daha bağlıyız yada olmalıyız kitaplara. Çünkü bizim kuşak pek takılmıyor aşka. Basitleştirilmiş gibi. Bu yüzden bende önemsemiyorum zamane aşklarını.
Babamın annemi sevdiği gibi bi aşkla sevecek bi adam yok denilecek kadar az var artık. Sayısalcı adamın mantığıyla bakıldığında da öyle bi insanla karşılaşılma oranı milyonda bir. Yinede bir gün "aşk" denilen kavramın hakeden herkesi bulacağına inanmaktan vazgeçiremiyorum kendimi.
Bu yüzden seviyorum okumayı. Çünkü her kitabım yeni bi aşk getiriyor bana. Yeni sevdalar okuyorum her defasında. Kitaplarıma aşık oluyorum bir kez daha. Hepsiyle ayrı ayrı alakadar oluyorum. Konuşuyorum mesela bazen onlarla. Okurken kızdığım, yada mutlu olup kahkahalar attığım koyu bi sohbetin içinde buluyorum kendimi mesela. İlerinde yaşamayı öğrendikçe daha fazla içlerine alıyorlar beni. 
Bizim kuşak gibi geçici hevesleri aşk sanıp kırılmıyor, küsmüyorumki ben aşka. İlk aşkım babamdı ve ona yaraşır bir aşk bekliyor beni biliyorum. Bu yüzden her çarpıntıya koşup yorulanlardan olmuyorum. Yormadan, yorulmadan; sakince saklıyorum yüreğimi: Gerçek aşk birgün geldiğinde ona yorgun bir yürek sunmamak, sımsıkı sarılmak için.
Bi dizede anlatıldığı üzere; "sevmek güzel meslek, ama zor", işte böyle aşklar lazım inanmaya. Mavi Gözlü Dev'in Nazım'ın Kızıl Saçlısı'na Piraye'sine duyduğu aşk-î derûn misali kuvvetli bi sevda. Her kelimeyle aşk dokuyarak, aşkı koskoca bir ömre yayarak; bazen gizli saklı,  bazen rüzgar kadar hür ulu orta. 
 Bir şairin şiirinde; "ben benden olgun insan isterim karşımda" dediği gibi. Ne diyor Ahmet Ümit Sultanı Öldürmek'in başında itina ile "Şahene bir aşk çoğu zaman harcanmış bir hayat demektir."
Kitap okuyan insan, kitaplardan bilir sevdayı. Ve kendi romanını yazarken dikkate alır her heceyi. Hani bir yazarın makalesini yahut denemesini kaleme almadan önce o konuda yapılan hemen hemen tüm eserleri okur ya örnekler alarak tecrübeler edinerek yazar sonra; onun gibi. İşte bu yüzden %100 doğrulukta inanmasam da %98 inanıyorum bu tanıya; nede olsa istisnalar kaideyi bozmaz değil mi? Velhasıl her kadının bir Nazım'ı vardır yaratılmış yada olacaktır günün birinde elbet. İşte bu yüzden: 
"Kitap okumayana aşık olunmaz"mış..

8 Ekim 2012 Pazartesi

Müzik Çare Yada Kitaplar


 Ben bi tek yağmurda ıslanırken ağlarım. Yada sessiz bir gecede gökgürültüsüyle yağmur yağarken. Çünkü güçlü olmak zorundayım. Çünkü ben hiç ağlamadım ve nefret ettim hep ağlayanlardan.Kırılmışlıklarım olmadı desem yalan, oldu. Ama hayatta bi tek benim kanayan dizlerim yoktu, benimde kanattıklarım vardı elbet. Geçtiğim yollar hala gölgemi taşıyorlar.Öyle güçlü oldumki beni en tanıyan bile şaştı bazen halime. Çünkü ben hep gülmek zorundayım. Ben kimse için yıkılmadım yıkılamam. İsteyen olur hayatımda firarı ben hep serbest bıraktım.Mesela ben seni hiç bir defa dökmedim kelimelerle dilimden yabancılara. Çünkü sen özeldin, benimdin, iyi veya kötü yaşanmışlıklarımla bana aittin. Kimse bilmedi seni. Varlığın vardı evet kimliğin yoktu fakat. Çünkü anlatamazdım. Kimse bilmemeliydi seni.Hayatıma girişin kadar çıkışınıda anlatmadım kimselere. Kimse bilmedi; ne gidişini, ne nedenini. Aslında gidişini herkes bildi ama yokluğunu hiç kimse işitmedi.Sen hep kapalı kutu olarak kaldın yüreğimde. Sesim yetişmedi sana. Zaten benim sesim yetişemezdi. Sen hayatımdan giderken dur diyemezdim sana ben olan bana yakışmazdı. Ben sustum, sen gittin.Gidişini bilenler şaştı bana, ben olsam yapamazdım, sevmedi heralde dediler; oysa seni ne kadar inatçı bi aşkla sevdiğimi hiç bilmediler. Çünkü bilmemelilerdi, ben hayatıma kaldığım yerde devam etmek zorundaydım. Ben ağlamazdım, ağlamadım.Kimse göremezdi gözyaşlarımı, ben onları çocukluğumdan beri hep sakladım. Ben güçlü bi insanım ve zayıflığımın görülmesi istemem.Oysa özlerim ben, çok özlerim. Özlersem sessizleşirim, sessizliğim bozulduğunda hırçınlaşırım. Bilirsin zaten pek bi sakin insanımdır. (!)
Ben bütün resimlere düz baktım. Ama içlerindeki renkleri hiç bi zaman kaçırmadım. Çünkü renklerdi hayatım ve sende bi renk geldin bana. 
Biliyorumki tutar geri dönersem, başa dönersem daha beter; aynı korkunç yollardan bi kez daha geçmem gerekecek. Oysa herşeye rağmen ilerlersem yolun düzelebileceği umudu var yinede.
Şimdi kızıyorum kendime. Yinede bi tek seni özlüyorum. Tüm bunları kimsenin bilmemesine rağmen yine bi tek sana anlatmak istiyorum. Ama sen yinede bilme. Bilinmezlik siyah yada beyaz olmaktan daha güzel geliyor.
Müzik çare; yeni yeni ezgiler, keşfedilmemiş duygular. Yada kitaplar; yeni karakterler, yaşanmışlıklı hikayeler. Dinleyerek okumak, dinlenerek çalışmak gibi bir deniz kıyısında; okudukça okuyasın durdukça çalışasın geliyor. Kahvenin kokusuna karışan duygular, buharla bir olup ezgilerde dans ediyor. Sana bir ben gerek her defasında yeniden doğuyor.
Mevsim sonbaharken sevda ayrı sarıyor, gözler kapandığında yürek dile geliyor. Vehasıl ne gök mavi artık nede yapraklar yeşil sonbara girdik ya oda tükeniyor. Göğün mavisi beyaza, yaprakların yeşili sarıya çalıyor. Zaman hayatlarımızdan alıyor. Ve geçtikçe bizi bizden çalıyor.
Ben rahatım çünkü bende ondan çalıyorum kitaplarımla, müziğimle, yağmurumla. Hayat güzel geliyor; ve şimdi bir ezgi söylüyor dudaklarım, aklımdan düşmeyen; onu bana katanda yağmurun damlalrında gizli kayan balıklar. Balıklar şarkı söylemez deme şimdi onlarda şarkı söyler. Üstelik farkedebilene ezgileri varolanlardan dahada güzel. ;)

http://www.youtube.com/watch?v=NYrqmkEqj7U

4 Ekim 2012 Perşembe

Ben mi?



Ben.
Hani şu gecenin yarısı radyoda duyup da adını bir türlü bulamadığınız bir şarkıyım bazen. Siyah beyaz temelde aynı anda tüm renkler içinde. 
Ya da sokakta amaçsızca gülerek yanınızdan geçen bir insancık.
Susarak oturan bir insan da olabilir.
Suratı asık bir kişi de tabii ki. 
Aylak adam gibi mesela.
Ben.
Defalarca izleyebileceğiniz ama hiç vakit ayıramadığınız bir film.
Sabah uyanıp aynada gördüğünüz o korkunç ifade.
Sözlerini anlamadığınız halde defalarca dinlediğiniz bir şarkı.
Sözlerini anlamadığınız halde defalarca ettiğiniz bir dua.
Sözlerini anlamadığınız halde defalarca kaçtığınız bir aşk.
Ben.
Akşam oldu hüzünlendim ben yine şarkısındaki özne.
Yine bu yıl ada sensiz şarkısındaki gizli özne.
Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul'un şarkısındaki aşık.
Bir de huysuz ve tatlı, gülüşüne ömrümü sığdırabileceğim adama aşık.
Ben.
F5 tuşu.
Hani mesaj gelir diye belki.
Ya da sağ tık > yenile.
Bazen Ctrl + C.
Bazen Ctrl + V.
Temelinde; 00100100100100...
Ben.
Sıkıldım.
Utandım.
Üzüldüm.
Aşık oldum.
Aşık ettim.
Terk edildim.
Terk ettim.
Ağladım.
Güldüm.
Yıkıldım.
Ayağa kalktım.
Göklere uçtum.
Geri düştüm.
Ben.
Sustum.
Konuştum.
Dinledim.
Bıraktım.
Getirdim.
Götürdüm.
Sevdim.
Kaçırdım.
Takıldım.
Arandım.
Ben.
Sen.
O.
Biz.
Siz.
Onlar.   
Ve hiç bişey aslında daha bi sürü şey.
Peki niye? Biliyor musun sen?   
Bende bilmiyorum özünde. Geldiği gibi yaşıyorum sadece.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Bıraksana Oldugu Gibi kalsın



Verdiğim her cevap benden izler taşıyor evet; ben hiç birinde yokum fakat. Keşke sen görsen anlatması zor kederimi, kederlerimi..Umrumda değil dünya ve ne aşk nede para. Sende vefa yok diyorlar.Oysa vefasızlıktan değil.Öyle bir hale geldimki, tüm cümlelerimden geriye yalnızca 'ben' kaldım. Herkes her an önemini yitiriyor. Var olan herkese kendi içimde yokmuş gibi davranıyorum. Söylemeye niyet ettiğim her söz söylenmiş.
Sanıyorum bendeki en büyük çelişki bu: Herşey hakkında, emin olduğum her şey hakkında bile "bana öyle geliyor" zannına kapılıyorum. Bir fikir tohumu zihne düştü mü yaşanan herşey o fikri gerçekleştirmek üzere yaşanıyordu; yada "bana öyle geliyor"du.
Birlikte susabilmek dostluk emaresi değilse yalnızca yalnızca rahatsızlık verir. Devamlı bişeyleri hesaplamaktan kendi içimde kendi sesimi duyamıyorum. Bana ait olan ne varsa ortadan kayboluyor. Hayatta tuhaf şey doğrusu; bazı karıncalar yemek seçiyor mesela. Bu arada bahanelerimi nede güzel güzelliyorum. 
Gitmek; yalnızca varana kadar şifa olurmuş. Yinede gitmeden bilinmez. Solda yürüyen kadının sağ omuzu gibi. Yani 9'da işe gidip 5'te eve gelmek ve televizyon izlemekten daha fazla bişeydir yaşam. Ama Akdeniz'in mavisi hiçte mora çalmıyor. Çünkü öyle şeyler yalnızca şiirlerde oluyor. Aslında bir paradoks gibi görünür ama hakikatin ta kendisidir.
Bişeylerden hem korkup hem o bişeyleri yapmak kadim adetlerimdendir. Yolun klişelerden geçtiğini sanana ikaz: Hiçbirşey ve bu göründüğü gibi değil. Çünkü ben yalnızca bir gece içinde dünyanın en iyi insanından nefret edebilirim.
Son zamanlarda kendimle kendim arasındaki mesafeyi o kadar kısaltmışımki.. Kelime yada cümle kılığına girmeli bir an önce düşünceler. Böyle baktığımda evet ben bir yazar olabilirim devam edersem ama bir yazar olabileceğime hala inanamıyorum çünkü anneme göre ben yalnızca entel dantel işlerle uğraşıyorum. Anneler hep haklıdır(?)
Kendime sözler veriyorum. Ve ben tüm sözlerimi tutarım, tutmaya özen gösteririm, kendime olanlar hariç. Çok sık yaparım ama yinede bunu. Yaparım, bozarım.. Ürke ürke biliyorum. Hem ürküp hem bilinmiyor.
Rüzgarla konuşan bi adam.. Rüzgara inanıyor. "Rüzgar siler kafandaki küçüklükleri" diyor. Görünür bize gerçek. Gerçek bize görünür. Biliyorum yine büyük cümleler kurabilirim, üzerime devrilmeyecek dengede. Oysa gözümü dikmiştim göğün yüzüne. Fakat ayağım takıldı yerdekilere.
Sanırım tüm müzik türlerini severim. Fakat aynı kadın olarak değil. Tam o sırada şu "aynı olmayanlar"ı ayıklıyorum. Bir aradalarken ayıramıyor insan. Neden sonra sahaf kokusunu düşünürüm? Geçim derdini. Kahve ve sigarayı. Elleriyle yürüyen adam var bide. Neden? Ayakları yokta ondan. Ben onun yanından nasıl yürür giderim? Çok sonra güneşe ben bir güzel aldanınca "oh be, nede güzel aldatıyor" diyemedim tabi. Tatili düşledim. Düşlerim küstü bana.
İyi olmak ne zamandan beri aşka sebeb oluyor? Hem kitap okumayana aşık olunmazmış..
Sonra yine başa döndüm, herşey gibi, hepimiz gibi, hepimizin olacağı gibi. Kaçınılmaz olan oldu. Başa döndüm. Eskisinden dolu, yorgun ve kederli bi sesle yine aynı şarkıyı söyledim.
Kocaman bi hayal bahçem var. Bahçede bi huzursuzluk seziyorum bu sıralar. Neyse boşver bu beylik lafları. Ben uykusuz kelimelerden bahsedeceğim sana. Tüm okuduğum kitaplarda aynı sesi aramam ben. Dünya kadar büyük kelimeler var avucumda.. O yüzden sığdıramıyorum kağıtlara. Beklentilerden sağ çıkıldığı ne zaman görülmüşki? Ben şarkılardan çalıyorum. 
İçim, sesim, neden dürtüp duruyor beni? Dürtüyor beni kameranın kadrajına hasbelkader girmiş adamın gözlerindeki acı. 
İnsan bazı kelimeleri diğerlerinden çok seviyor. Ama diğerleri duymasın. Gücenirlerse çok üzülürüm. Hayat "oda lazım"larla tıka basa dolu. Sana bir tane "herşey çok güzel olacak" duası. Yine sana hep sana döndüğüm için "affettim gitti" desen?
Gözler takılınca geriye insan aciz mi kalıyor? Vazgeçemediğim kalemlerim var. Kalemlere bölünüyor günlerim. Günlere ayrılıyor kalemlerim. Bıraktım artık; ben seçmiyorum benimle gelecekleri, gelmek isteyen gelir zaten biliyorum.
Kaçıyorsun. Hep köşelere saklanıyorsun. Köşeler ilk akla gelen yerlerdir. Saklambaç oynamadın mı sen hiç? Bir renk geliyorsun bana. Bir zamanlar söz vermişsin.. Söz veren bi renk duydun mu sen?
"Bu nasıl yazı?" deme şimdi. Bu yazının kendi matematiği böyle kopuk kopuk oluşu.. Bana böyle tam geliyor. 
Gülümsemeyi unutmayın Eylülün son demlerinde bu sonbahar günleri yinede, kalın sağlıcakla :)
http://www.youtube.com/watch?v=V7pCWM11vTw