1 Mart 2014 Cumartesi

Şüpheli Şarkının Şairi Mabedim




 Bir kalemim vardı yalnızlığımda sarılabileceğim. Sonra bende oturdum yazdım içimden ne geldiyse onu yazdım. Yazdıklarımdan hiç pişman olmadım. Elime kalemi aldığımda ya yalnızlığın en ücra köşesindeydim yada yalnızlığa gireceğim sokağın başında. Gerçi öyle ya ben hep yalnızdım.
Beş yaşındayken şairlerin ne iş yaptıklarını iyice anlamıştım: Hokus pokus. Yıllar sonra bugün de iyi şairlerin birer sözcük illüzyonisti olduklarına dair fikrim değişmedi. Yazar ve şairlerin aslında ne denli yalnız insanlar olduklarını ve bu hokus pokus işini en çok kendilerini eğlendirerek, yalnızlıklarının acısını azaltmak için düzenlediklerini anlamamsa daha yıllar alacaktı.
Yoruluyor insan bazen. Yorulmak elbette sadece bedenen yapılan bir eylem değildir. Ben hiç yorulmam. Öyle ya zaten ben hiç uyumam. Bedensel yorgunluklarım yoktur benim. Oysa insan yorulur bazen. Bende yorulurum, yoruldum...
İnsan hep dik duracağım derken kendin kapatıyor dışarıdan gelebilecek tüm darbelere karşı. Bir tek gönlünü katmıyor araya. Zaten onu da kat kat sandıklara saklayıp sesini duymaz oluyor. İnsan dediğin yorulur akla gelebilecek her şeyden aslında. Ama sadece bedensel yorgunluklarıdır görebildiği. Uyuyunca geçecektir bilir ve uyur. Uyandığında ise hiç bir şey kalmamış zanneder. Zannetmek...
Bende zannettim. Evet zannettim ama doğarken dolmuştu vadesi uykumun. Ben... Yoruldum... İnsan yorulur; en ok da yalnızlıktan yorulur. Bazen tüm gürültünün içinde başını koyduğunda tüm hepsini unutabildiği, hiçbiri duymadığı bir omuz ister; kafasını yasladığında tüm kaçtığı gürültünün arasında sadece yaslandığı omzun kalp atışlarını duymak ister.
Ne zaman kırılsam birilerine sukût nakışlı hırkalar giyiyorum. Kıvrılıp da içimin denizlerine; "boş ver nasılsa öleceğiz" diyorum. Sen bilmezsin; ben denizi kalbimde taşırım, gözlerimde. İçim denizdir benim. Gittiğim yere benimle gelir. Fırtınası bundan benliğimin. Birine sevdalanmak, O’nu alıp yüreğinin bir köşesine saklamak ve gittiğin tüm yollar boyunca yanında taşımaktır aslında. Ben de denize sevdalıyım işte, bir onu taşırım şu gönlümde. Yağmur, dolu, kar , fırtına, rüzgar, gök gürültüsü, şimşek vahşi dalgalar kısacası Karadeniz. Seviyor muyum; sonuna kadar.  Benim gönümde Karadeniz'den bir parça deniz vardır ki hiç durulmaz dalgası; içinde hem mavisi hem karası. Bundandır maviye sevdam. Şimdiye kadar bir başkası girmeyi başaramadıysa hiç o denizin içine, o dalgalarda  kimse kayık yüzdürmeyi başaramamışsa benim mi bunun suçu? Bana düşen yorgunluğuma direnmektir.  Belki çok can aldı, belki canımdan can çaldı, belki çok canımı yaktı, belki benden son alacağı da ben olacağım ama olsun; o Karadeniz beni hiç utandırmadı. Hao yeter da bana.
Onu gördüm Karadeniz'i görmüş gibi oldum. Bazen sakindi, bazen deli. Hem sevdim, hem korktum... Güzeldi ama aşk desen değildi. Dinlediğim en güzel müzikti belki ama sözleri eksikti. Yetmedi... Bir mektup sayfasında, en sevdiğin ceketinin kolunun ucunda, bir kahve fincanının kulpunda, bir vapurun korkuluklarında pusuya yatmış parmak izlerine rastladığında anlarsın, gidenler gitmeden kendilerinden bir şeyler bırakmışlardır oraya.  Sahi neydi aynı mahallenin çocuklarının arkadaşlığını serbest ama aşkını imkansız kılan gelenekler?
Ben aslında yalnızlığı da severim; ben yalnızlığı sevmem değil, ben yalnızlıktan korkarım. Korka korka severim ben yalnızlığı, yalnızlığımı... İki korkum vardır şu dünyada ki biri karanlıktır diğeri yalnızlık. İkisi arkadaştır birbirine, yoldaştır, kardeştir. Sevmem dedim çünkü insanların beni çözmesinden korktum, kapalı kapılarımı açmalarından, kilitli sandıklarımı bulmalarından en çok da bin bir güçlükle kurduğum buzdan kalelerimi yıkmalarından korktum. Zıtlıklar abidesidir içim benim. Günün geceye kavuştuğu o sakin saatleri de severim, şehrin bize kaldığına inandığım o lacivert saatleri. Karanlık değildir çünkü onlar, onlar ki karanlığa çöküş vakitleridir. O saatler şehrin kaçış saatleridir.
Şimdi karanlıktan korkan benken önümde duruyor karanlık. Önümde iki yol; birinde ayağıma batan güven kırıkları, diğerinde yıldızlarla dolu ama bastığım tahtanın nasıl olduğunun bilinmemesi... Biri karanlık ayağıma batacak güven kırıklarını bilerek, diğeri yıldızlarla aydınlatılmış evet ama bastığım o tahtanın ne olduğunun bilmeden. Evet aydınlık karanlıktan daha çekici ama ya bastığın o tahta yaş ise, ya kırılır ise? O karanlıkta ayağına batacak güven kırıklarını bilmek, bastığın tahtanın yaş olup olmadığını bilmemekten, bilinmezlikten daha iyi değil mi? Karanlık güven kırıklarıyla dolu bir yol, aydınlık bastığın yerin belli olmadığını bildiğin diğer yol. İşte mesele tam da bu.
Seçimini zekice yapmak yarılamaktır zafere giden yolu; diğer yarısı kayıtsızlıkla fethedilir.Bir yanda istediğin her şeyi söyleyebilirsin, öte yanda mecbur değilsin. Ben bir şekilde ikisini de yapmayı becerdim. Bu yüzden benimle bir sorununuz varsa; ''size aittir''...
Sonra bende gittim çay demledim; tüm yorgunluğumu, yorulmuşluğumu kapının eşiğinde bırakarak içeri girdim. İçimdeki seslere karşı kulaklarıma sıkı sıkıya tıkadım yalnızlığımı. Çünkü insanların ulaşmalarını istemediğim "ben"i duymaması, görmemesi gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Beni içimin ücra köşelerine hapsedip yeniden bilinen bene büründüm. İçimdeki beni kuytu da bıraktığımda kafamda yerel Hopa oyun havaları çalıyordu. Ben de her şeyden kaçışım olarak sığındım yine bir demlik çaya ve yalnızlığım muhabbetkâr oldu yine bana karşı bana. Beni tek terketmeyen, bırakıp gitmeyen oydu; tüm bana rağmen benliğimi yıllardır bile bir kez olsun bırakmayan bir oydu. Zaten sıkmadan uzun uzun anlatmasını bilen yegâne geveze denizdir. Madem deniz yoktu sığınabileceğim bende çay sığınmıştım. Benim gibi insanların çaya neden sığındıklarını diğerlerinin anlamasının olanağı bile yoktu. Kahve terkedendi, çay bekleyen. Ve benim yine ikisine birden alışılagelmemiş bir bağımlılığım vardı. 
Kahveyi seven bendim sanki, çayı seven yalnızlığım. Ben onu terketmek istesem de o beni hep bekliyordu aynı köşede ses etmeden. Birden bir kez daha anladım: yalnızdım, tek başımaydım. İnkar etmenin anlamı yoktu.Ve ben hala hiç dinlenmeden koşuyordum sonsuzluğa sanki. İçimde boğazıma düğüm olan bir his var, ne olduğunu bilmediğim. 
Hüngür hüngür ağlamayı istiyorum sanki. Garip tanımadığım şeyler dolaşıyor içimde; içimde benim dahi tanımadığım, yanımdan geçip giden insanlar var. Ben yoruldum... Yorgunum.... Beynim yorgun, gönlüm yorgun... Aklımda o ılık rüzgârın tadı... Belki de bahardandır yorgunluğum; öyle ya artık takvimlerde bahar geldi, takvimler döndü dolaştı yine 1 martı, yine baharı getirdi... 
Ve birinin nasıl çay demlediğini merak ediyorsan bayım, durum gerçekten vahim o zaman; sen onu derinden seviyorsun. Sağlıcakla...
 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder