12 Şubat 2016 Cuma

Portakal Çiçeği

Dalında eğreti güz yaprakları, aramızda uçurum rengi bıkkınlık; varız zannederek yok oluyoruz. Bakan var olanı görüyor ama görmüyor işte. Erteleniyor düşler bir yabancı gülüşe. Kötü bi niyetim yok aslında benim. Sadece başka bir dünyada yaşamak istiyorum.
Hayat bazen çok zorluyor insanı. Git-geller arasında yaşarken yavaş yavaş sonbahara dönüyor ömrümüzün kuytuları. Şimdi gülersiniz belki ama annemden ayrı kaldığım süre de tüm belalar üstüme topranıyor gibi hissediyorum. 
Sahi annem. Ne çok özledim onu. Oysa tüm ömrümü onun dizlerinin dibinde geçirebilirmişim. Annem, ki beyaz bir kadındır, hiç kıyamazdı bana. Beyazın saflığını, sadeliğini, güzelliğini onda gördüm ondan öğrendim ben. İnsanlar annelerinin yanında kalmalıdır. Gerçekten annelerin çocuklarını tüm kötü şeylerden koruyabilecek güçleri var bence. Küçüklüğümden beri inanırım buna. Bu yüzden bu şehre gelince sıkılıyor içim. Annem bilmem kaç kilometre uzakken benden nasıl mutlu olabiliirm?
Neyse konu bu değildi, yine dağıttım. Şimdi mesela tam şu an bırakıp gitsem buraları, ardımdan ağlar mı birileri? Şarkı bangır bangır bunu soruyor bana. Köşe başını tutan leylak kokusu, bırak yakamı da gideyim. İçimdeki bulutların nere göçtüğü belli değil.
Uzaklara da gitmek istemiyorum artık. İçimde solan papatyalar öldükten sonra kokmuyorlar. İçe akıtılan fazla sudan olacak heralde ki öldü gittiler. Evet, öldüler. Papatyalar da ölürler. Hiçbir şey hissetmiyorum. Uyuyup uyanınca geçecekmiş gibi ama 24 saatin tamamını uyusam da geçmiyor bazı şeyler. Kahrolsun bağzı şeyler.
Gökyüzünde yıldızları göremez oldum. Sanki karanlık o sonsuz mavilik artık geceleri. Ay ruhu küsmüş geceye, dönmüyor yüzünü. Bu yüzden bu sessizlik hakim, konuşasım gelmiyor. İnsanın sustukça artıyor kırıkları. Demek ki hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir deniz. Hayat seni baska biri olmaya iter bazen.. Dönüştüğün şeye tahammül edemezsin.. İçime öküz oturdu. Vazgeçtim. Tüm ahır komple içimde şuan. Ve bir tren gelip geçer aniden ne zaman eğilip baksam yüreğime.
Ben hiç bu kadar yalnız kalmadım, ya da yalnız hissetmedim. Bundan sessizliğim. "Sessiz kadın" rolünü istemeden üstlendim. Her kesin bir rolü vardır öyle ya. Her şey kargacık burgacık. Herşey bi karanlık. Sis yakışmıyormuş herşeye. Ne çok severdim sislerin arasında kaybolmayı.
Çocuk aklımla oyunlar oynardım, kaçar saklanırdım istemediğim her şeyden. Artık kaçabileceğim bir sis yok buralarda. İyi ki kalbimi görebilener yok etrafımda. Gök gürlüyor sanki. Korkarım gök gürültüsünden. En iyi içimdekileri bilirim çünkü. Yüreğimdeki denizlerin hep dalgalı olmasından zahir göğüm hep bulutlu. Kazağımı geç içimdeki denizin mavisi soldu benim. 
Şimdi uzaklar uzak, oysa kafamı yastığa koyduğum an uyuduğum günlere dönmek isterdim; uykusuzluktan sızdığım günler uyumuşum gibi olmuyor çünkü. İnsan sabahına uyanmak istemiyor. İçimin sızladığı geceler oluyor bunlar. Sahi insanın içi sızlar mıydı? Dünyayı değiştirmek hissiyle uyanırdım bazı sabahları. En son ne zamandı unutttum. Uzun zaman önceydi. Gideni tutamazsın ki çünkü önce içinden gider her şey.
Aslında geçmiyor hiçbir şey. Sadece yoruluyorsun içinde tutmaktan. Sonra akıyorsun faydası yok belki bir gün diye atıyorsun içinin derinliklerine. Düşünmek istemediğin ne varsa bi oda var içinde oraya atıyorsun. Böyle odadan girmek istemeyi bırak aklından geçirsen için daralıyor çünkü. Bu hisse "büyümek" diyorlar. Kötü birisi.
İçimin sızladığı geceler demiştim ya, öylece durur duvarı izlerim. Kurduğum hayalleri düşünürüm. Kısa ömrümün geride kalan sayfalarında bıraktığım hayalleri ve bana bıraktıkları baş ağrılarını. Baş edemediğim ne varsa o odada benim. Odaya atılanlar çoğaldıkça, kayıtsızlaşıyor insan. Niye hep kirli ne kadar silsem de bu odanın camları? Oysa camlara ellerini süren çocular da kalmadı içimde. Evimi özledim...
Demiştim ya daha önce; kimse götürmeyecek beni kırlangıçların şölenine. Uçmayı hayal eden kuş, ölmek üzere...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder